01.08.2022
Sait Alioğlu
İnsanların bir idare altında ve oba uygun idareci ile birlikte birtakım belli başlı kuralla bağlı olarak, bir arada yaşamaları sosyolojik bir gerçekliktir. Bu durum; tarih boyunca çeşitli durumlara evrilerek kendini hep var kılmıştır. İlk Müslüman toplumun oluşumundan önce, insanlı tarihi içerisinde birçok devlet kuruldu; az da olsa, yönetim formu olarak birçok devlet şekli söz konusu olmuştu.
Hz. Peygamber (s) ve dolayısıyla Araplar açısından, yönetim işi, bir devlet formu içerisinde olmayıp, bilakis, ‘nitelikli, vasıflı’ insan açısından, aynı bölgede, şehirde vs. yaşayan kabilelerin, aşiretlerin üstlendikleri görevlerin yerine getirildiği, türüne özgü yönetim şekli söz konusu idi.
Bunun yanında, daha sonra Müslümanların görüp gözlemleyeceği ve bir açıdan da etkilenecekleri, işleyiş açısından yapılarını bizzat kendilerine adapte edecekleri Bizans ve Sasani devlet şekli, Müslümanlar(Arap) için, uzunca asırlar “İslam devleti” formu içerisinde sürüp girmişti.
Müslümanları, bu bilinen, reel olarak sürdürülen ve aynı zamanda ‘yanlış’ örnek olarak bize kadar gelen Bizans ve Sasani örneğine ihtiyaç hissettirmeyecek olduğunu düşündüğümüz ve bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından Medine’de; Müslümanlarla birlikte orada yaşayan müşrik Araplar ve Yahudilerle hep birlikte, bir arada yaşamalarını murat eden Medine Sözleşmesi (Vesika vb.) Emevilerle birlikte, İbni İshak gibi bir iki ilk dönem siyercinin, Hz. Muhammed(s) döneminden kaldığı kaydıyla kendi eserleri içerisinde bulunan, yazılı olan bu sözleşme, modern dönemde çağdaş âlim Muhammed Hamidullah tarafından, özellikle de modern paradigmanın birer ürünü olan ulus devlet anlayışına karşı, Sünnet baz alınarak, metnin yazılı, kayıtlı bulunduğu kaynaklardan hareketle bir öneri olarak ileri sürülmüştü.
“21. Yüzyılın ilk çeyreğinde İslam dünyasının trajik durumu ortada. Din müntesipleri, mezhep taraftarları, ülkeler, etnik gruplar, yöneticiler ile yönetilenler; yoksul ile zengin, sivil gruplar, örgütler birbiriyle çatışıp duruyor. Her bir grubun diğerini ihanetle suçlaması aradaki çatışmaları veya toplumsal hayatın içine girdiği ahlaki zaafa ve sosyo-politik kaosa çare olamıyor. Çatışmalar sürdükçe, dış güçlerin çatışma yaşanan topluma müdahalesi daha kolaylaşır.” (s. 31)
Kitabın adı “neden” Medine Sözleşmesi?
Medine Sözleşmesi konusu, temeli itibarıyla Hz. Peygamber’in sünneti içerisinde değerlendirilen ve kendi döneminde yürürlükte olan bir sözleşme olduğu halde, onun irtihali sonrasında ve ilk iki halifenin döneminden sonra vukubulan hadiseler ile sözleşmenin muhatabı olan bazı dinî grupların anlaşmaya uymaması sonucu rafa kaldırılmış oldu.
Sözleşme hakkında, bilgisel anlamda tartışmalar yapılmış olmasına rağmen, bir yönetim belgesi(anayasa) olarak ele alınıp değerlendirilmemişti.
Bizler onun varlığından, günümüz dünyasında, siyer çalışması yapan ve o çalışmalardan elde ettiği bilgileri bizlere aktaran Muhammed Hamidullah saikiyle haberdar olmuştuk.
Belgenin adı ile de ilgili bir farklılık vardı. Bazıları onu vesika olarak tanımlarken, Ali Bulaç benzeri şahıslarda onu “sözleşme” olarak tanımlıyorlardı.
Burada sözleşme ile vesika arasında var olan bir nitelik farkına vurgu yapmakta fayda mülahaza ediyoruz. O da şu; Burada,yabi o belge çerçevesinde bir arata gelip birliktelik oluşturan grupların varlığına binaen Hz. Peygamber’in(s) konumu hakkında bir ikilik ortaya çıkıyordu.
Bazıları, Hz. Peygamber’in hakim, olarak tanımlarken, bazıları da –Ali Bulaç’da öyle düşünüyor- ona hakem rolünü veriyor.
Ali Bulaç, konu ile ilgili bir röportajında kitabın adın dair şu ifadeleri kullanmakta; “Kitaba “Medine Sözleşmesi” adını vermem, Vesika’nın bugün ve gelecek için bir ilham kaynağı olması dolayısıyladır. Medine’de farklı dinî ve etnik sosyal blokları (sosyolojiler) arasında imzalanan Vesika, zamanın aktüel şartlarında dönemsel, ancak ruhu ve kurucu ilkeleri yönüyle evrensel norm ve kurallara sahiptir. Esasında Hz. Peygamber’in Sünneti ve Sireti, tarih üstü evrensel ve ebedi doğruların bir “beşer peygamber”in cehdi ve mücahedesiyle tarihe aktarılması demektir.” (Özgün İrade Dergisi, 198. Sayı Ekim-2020)
Hz. Peygamberin kendi döneminde,Müslümanlarla birlikte Medine’de bulunan ehl-i kitap’tan dinî grupların katılımıyla gerçekleşmiş bulunan bir işin, onun sünnetinin esaslı bir parçası olduğu kabul edildiğinde; bunun uzun asırlar boyu gözlerden ırak kalması, o ortaya çıkarıldığı için sünnet olma vasfını yitirmeyeceğini bilmek gerekir.
Ali Bulaç’ta buna vurgu yapıyor; “Vesika üzerinde duran çağdaş araştırmacılardan Ekrem Ziya Umeri vesikanın isnatlarla hadis kitaplarında yer almayışının sıhhatine gölge düşüremeyeceğini söyler.” (s. 44) Ki, aktarılan bir bilgiye göre Vesika’nın Hz. Ali’nin(kv) kılıcının kınında sakladığı ve bundan bahsettiği rivayet edilir. Bu rivayet dahi, vesikanın bizce mevsukiyetini onaylar.
Vesika’nın kaynakları ve mevsukiyeti…
Kitabın ilk bölümünde kaynakların verilerek göstermeye çalıştığım gibi, Vesika’nın mevsukiyetiyle ilgili en ufak bir terddüt hasıl olmuş değil. Bunu sadece Müslüman müellifler değil, İslam tarihi ve diniyle ilgili zaaf sayılacak en ufak bir bilgi kırıntısını dahi mercek altına alan oryantalistler itiraf ve kabul eder. Ör. Willhausen, Caetani ve Montogomery Watt…
Ali Bulaç bu konu ile ilgili de şu ifadelere yer veriyor; ““Vesika ile ilgili gündeme geldiği 1992’den buyana yapılan tezleri, yayımlanmış makaleleri ve kitapları gözden geçirdiğimizde değerinin yavaş yavaş farkına varıldığını tespit ediyoruz. Vesika hakkında tez hazırlayan Mustafa Özkan, bu belgenin sadece Müslümanlar için değil, insanlık tarihi açısından da öneminin büyük olduğunu söyler.” (S.52)
Vesikanın Tarihî Değeri…
Vesikanın tarihî değerine atfen Ali Bulaç şu ifadelere yer verir; “Bazıları sözleşmenin yazılış tarihini kendi bağlamından ve yöneldiği hedeften kopararak mesele yaparlar. Şu veya bu tarihte ya da şu veya bu toplulukların katılımıyla akdetmiş olsun, 1 ila 25 ve 26 533.maddelerden oluşan bir parça arasında mahiyet farkı mevcut değildir.” (S. 113) diye not düşerek; konu ile ilgili var olan farklı anlayışların, en başta o kişilerin kaynakları ele alış tarzı ve bu tarz üzerine çalışmaları ile akıl yürütmelerinin sonucu oluştuğunu belirtebiliriz…
Ali Bulaç, değerlendirmeye çalıştığımız “Medine Sözleşmesi” adlı eserinden hareketle, söz konusu sözleşmeye/vesikaya ilişkin, onun tam olarak ne anlama geldiğine, neyi murat ettiğine ve onun nasılbirşey olduğuna/üzerinde durup düşününülmesi gerektiğine dair şu ifadeleri kullanmakta; “Bu sözleşmeden hareketle temeli özgürlük,ahlak,adalet ve ihtiram olan bir İslam Barışı(Pax İslam’a) dönebiliriz. Ancak öncelikle müslümanların kendi dinlerini,Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Peygamber’in Sünnet ve Siret’ini ciddiye almaları, sorunlarını çözümünün aslı/sahih kaynaklarında aramaları gerekir. Medine sözleşmesi tarihsel br belge, ancak evrensel bir modeldir. Bence ilhamını Kur’an’dan alan Nübüvvet mucizesidir.” (Özgün İrade Dergisi, 198. Sayı Ekim-2020)
NOT: Ayrıca konu ile ilgili olarak buraya tıklayabilirsiniz.