05.02.2021
SAİT ALİOĞLU
Tarih boyunca, çeşitli coğrafyalarda, birçok devletin kendi aralarında, bölgesel ittifaklar içerisinde bulunduğu görülmüştür. Bu ittifaklar, çoğu kez, her devletin -halkıyla birlikte- önemli bir konuma gelmesi, o konumunu koruyup pekiştirmesi şeklinde tezahür ettiği gibi, birçok saikten hareketle diğer devletin de çıkarlarını kendi çıkarlarıyla tevlit etme biçiminde olagelmiştir.
Küresel konumu itibarıyla emperyalist içgüdülerle hareket eden birden çok devletin; kendisiyle aynı konumlarda bulunan devletlerle ilişkisi ya kazan kazan ilkesine dayanmakta, ya da biri diğerinin zaaf noktasını bulma yoluyla, onu o alanda tabiri caizse sınıfta bırakma çabalarının ağır bastığı görülür.
Bir de emperyalist konumunun yanında, ilişki içerisinde bulunduğu devletin, gelişmekte olan, zayıf, ya da oldukça zayıf konumda bulunması durumunda ise, birçok insani ilkenin ve hatta uluslararası hukukun bile es geçilerek, güçlünün zayıfı alt ettiği ve kendi güdümünde tutmaya çalıştığı da görülen ve bilinen vakalardandır.
Ne iki küresel güç birbirine, hiç yoktan lütufta bulunurdu ve ne de zayıf olanın ezilmemesi diye bir kaygı taşınırdı. Bu işin doğrusu ancak, farklı hallerde kendine yer bulabilirdi. Zaten tarih boyunca da, işler hep böyle yürümüştü. Bu hallerin istisnası da yok değildi dersek, bu da tamamen yanlış olurdu.
Kendi bulunduğu bölgesi, hinterlandı, etnik ve mezhebi yapısı ve bu yapıyı oluşturup koruyan felsefi/ideolojik durum, bunların üzerinde sabitlendiği bilinen ontolojiye bakıldığında; yine birçok alanda, birbirinden tamamen ayrı politikalara tekabül etmesine rağmen, çoğu kez aynı kulvarda ve noktada birleşen ender ülkelerden ikisinin İran ve Suriye olduğu söylenebilirdi.
Geleneksel Şii hinterlandı ve Şii hilali bağlamında, İran’ın Irak üzerinden Suriye’ye, daha açıkçası Biladu’ş-Şam’a, yani Suriye üzerinden Akdeniz’e açılma stratejisi, bir zamanlar hayali Turancı bir mantıkla kotarıldığı izlenimi veren ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” konsepti içerisinde somutlaşması beklenen yaklaşımdan daha gerçekçi, daha kimlikçi ve daha kalıcı bir yöne sahipti.
Şah İsmail ve taifesinin İran toprağını yurt tutup oraları büyük oranda Şiileştirdiği döneme kadar uzanan ve temelinde, maddi çıkar beklentilerinden ziyade, salt mezhebi konumun belirginlik kazandığı dönemden, Arap baharı ve dolayısıyla da, oluşan havanın Suriye’deki rejimi olumsuz etkilediği bir vasatta bakıldığında, derinliği gözlemlenebilen İran-Suriye bölgesel ittifakı üzerinde kafa yorulacak yegâne mevzulardan bir mevzun olarak, ilişkiler ağında hak ettiği yeri alacaktır.
Bundan dolayı Turan’da gerek geleneksel açıdan olduğu üzere modern açıdan Türklük/Türkçülük, onun yanında çerezlik kabilinden İslam ve belki de Hanefilik üzerinden yürüyecek olan, gerçeklikten soyutlanmış bir dini söylemle birlikte, maddi planda stratejik konum açısından diplomatik, kültürel, toplumsal ve doğal olarak da kaynak ilişkileri söz konusu olacaktı.
Zaten bu da, Türkî devletlerin çoğu için ise, Avrasya ve Rusya faktöründen ötürü de kısır kalacaktı. Nitekim de öyle olmuştu.
İran Suriye ilişkisi ise, içeriği açısından, salt diplomatik, maddi doneleri bulunduruyor olsa da, sonuçta, İslam tarihi içerisinde kendine hatırı sayılır bir yer edinmiş olan Şii düşünce, hareketi ve yaşantısı üzerinden, birbirinden farklı etnik ve kültürel donelere sahip olmasının yanında, kendilerini çevrelemiş olarak görüp, enterne etmek istedikleri Sünni dünyaya meydan okuma açısından ötürü, birçok yakınlaşmadan daha gerçekçi ve bir o kadar da üstesinden gelinmesi bir hayli zor görülen bir vasata tekabül etmektedir.
İran’la Suriye arasında öteden beri var olan ilişki ve ittifak, 2011 Arap baharı dolayısıyla, Suriye’de azınlık Nusayri yönetimine karşı, Sünni çoğunluk adına verilen mücadele karşısında; bölgesel bir güç olan ve “de fakto” bir şekilde, kendine denklemde yer bulan Hizbullah’ın da dâhil olduğu bu bölgesel ittifak ile ilgili olarak birçok makale ve araştırmaya dayalı kitap çalışmaları da bulunmaktadır ve bu konu önemini muhafaza ettiği sürece, daha birçok çalışmada yayımlanacaktır.
Böyle bir çalışma, araştırmacı sıfatıyla Yusuf Korkmaz’ın kaleminden çıkmış bulunan ve Matbuat Yayın Grubu tarafından 2015 yılı içerisinde yayımlanmış bulunan “İran Suriye Bölgesel İttifakı ve Arap Baharı Sürecine Yansıması” adlı eserdir.
Yazar, kitabının takdim bölümünün bir yerinde şöyle demektedir; “İran-Suriye bölgesel ittifakı, Ortadoğu dengelerinin anlaşılabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. İttifak, Irak’ın işgali ve Hizbullah’ın Lübnan’da giderek etkinliğini arttırmasında yalnızca iki ülke arasında bir ilişki olmanın çok ötesine geçmiştir.
Bugün Ortadoğu’da yerel, bölgesel ve küresel ölçekli dönen bütün siyasi hesaplar, bir şekilde bu ittifakı dikkate almak ve bu ittifaka göre muhasebe yapmak zorundadır.” Diyerek, bir gerçeğe parmak basmakta ve külli bir analizi gerekli kılmaktadır.
Kitaba bir göz attığımızda, içerdiği konular açısından, olayı ve ittifakı anlamamız açısından gerekli olan ana hatlar ve kavramsal çerçeve deneyimi yapmakta; sonra, 1979-2001 yıllarını kapsayan İran devriminden 11 Eylül’e kadar İran ve Suriye ilişkilerini; yine, 2001-2010 yıllarını kapsayan, 11 Eylül’den Arap baharına kadar İran Suriye konusunu ve son olarak da, bu ittifakın Arap baharı sürecine yansımalarını konu edinmektedir.
Burada yazarın da başvurduğu üzere, konuyu tüm teferruatıyla anlamak açısından, her iki ülkenin tarihi süreçteki yerine ve konumuna ağırlık vermek gerekir. Özetle belirtirsek, Suriye, Albert Hourani’nin de belirtmeye çalıştığı üzere; “Suriye tarihinin büyük bir bölümünde kendisinden daha büyük bir imparatorluğun bir parçası, hatta sınırı…” (1) olagelmiştir.
Bu tespit bize, Suriye’nin kendine has özel konumu ile birlikte, kendi başına bir şey yapamama, bunun yanında, adeta, imparatorlukların etki alanında hiç olmamışlar gibi, geçen yüzyılda, tarihi kökleri İslam’ı da aşacak oranda ileriye sıçrama ve bir megalo idea psikolojisiyle örtüşük “Büyük Suriye” hayalinin de alt yapısını sunmaktadır.
İşin İran cephesine baktığımızda ise, kendilerine eskilerden bir kök ve damar arama çabalarını, yerine göre Sasani öncesine götürmekle birlikte, Şiiliği, kendine has yapısallığına koşmak adına, eskiden beri var olan donelerle mezcetme gibi bir davranış içerisine girildiği de söylenebilirdi.
Bunu, şimdilik anlamlandırma ve geçmişe de gerekirse atıf yapma adına, milli kimliğin Şiilik temelinde şekillenmesi, aynı zamanda dini/mezhebi unsuru, millilik adına bir kimlik kurucu öge olarak kullanması, zahiren onu İslam’la özdeş kılıyor görünüyordu. Safeviler’den bu yana, Sünni dünyaya karşı bir üstünlüğü ve hıncı yansıtan bir temele dayanmakta ve “Ben de Arabım, ama Sünni Araplar gibi değilim, kavi, yani sağlam bir temelim var!” imajını öne çıkarmaktadır.
Günümüzde olduğu gibi, önceki dönemlerde de, Şah İsmail’in Safevi devletini kurduğunda, üzerinde hâkimiyet kurduğu İran toprağını Şiileştirmek adına, Şii Arap bölgelerden Şii âlimlerin getirilmesi sonucu, İran toplumu, büyük oranda Şiileştirilmişti. İran’ın merkez alınarak bir Şii hinterlandı içerisinde, onlara göre bile “aşırı” yani gulat olarak tanımlana gelen Nusayriliğin, bir stratejik hamleye binaen, ontolojik açıdan Şii ve dolayısıyla da İslâm içre olduğu onaylanmış oluyordu.
Bu konuda Ayetullah Hasan Şirazî’nin fetvaları işin seyrini değiştiriyordu. Genel Sünni kitlenin bu konuda ciddi bir öngörüsü var mıydı, bilmiyoruz, ama Türkiye’de kendisi radikal İslâmcı olarak vasfedilen İslâmcı çevrenin önemli bir bölümünün, öteden beri kotarıldığı konusunda ciddi bir bilgisinin olmadığı bu konuda, daha sonra, özellikle de halen devam eden Suriye iç savaşında ortaya çıkan manzaraya baktığında, Nusayriliğin İslâm içre olarak, gerek geleneksel ve gerekse de devrim kadroları tarafından tanımlandığı görüldüğünde, derin bir stratejinin sürdürüldüğü ortaya çıkmaktadır.
Biri Fars kökenli, diğeri ise etnik olarak Arap olan iki gücün, özellikle de “Sünni” Arapların karşısında oluşan ortak konumları, Esedler açısından bakıldığında, kavmî mülahazaların dışında oluşan bu birlikteliğin psikolojik bir yönü olduğuna işaret ederdi.
Bu, psikolojide “…kendisini bütün Araplardan ve bölgeden farklı ve üstün gören bir anlayış” (2) olarak tebarüz ederdi. Nusayrilerin gerek devrim öncesi ve gerekse de devrim sonrasının oluşan şartlarından hareketle, kendilerini Şia içerisinde konumlandırma ve bu konumlandırma çalışmalarında birçok Şii otoritenin ve aydının çabalarına rağmen, Ayetullah Humeyni’nin Nusayriliğe ve baba Esed’e pek sıcak bakmaması, İran Suriye ittifakı içerisinde, başlıca ele alınmayı ve üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.
Tarihsel olarak devam edegelen İran Suriye ittifakı çerçevesinde dönem dönem bazı ülke ve şahısları da görmekteyiz. Bunlardan biri ve belki de en ilginci Libya ve onun devrik başkanı Kaddafi’dir. Kaddafi’in bu ittifaka yakın durması bir defa mezhebi açıdan değildir.
Onun amacı; kendisinin de “sözde” antiemperyalist bir kulvarda bulunmasından kaynaklanan, salt çıkar eksenli bir yaklaşıma ve bir suçluluk psikolojini izale çabalarına dayanmaktaydı. “İmam Musa Sadr’ın 1978 yılında Libya’ya gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında ortadan kaybolmasından yalnızca birkaç yıl sonra gerçekleşmesi ise çok ilginç”ti!(3)
Bu arada, gerek tarihsel olarak ve gerekse de çağdaş dönemde bu ittifak içerisinde Lübnan’da başlı başına bir yer etmektedir. Bunu özetle, İran’ın Şiileştirilmesinde Lübnanlı Şii âlimlerin büyük etkisi olduğu bilinmelidir. Bir de buna bağlı olarak, adına “direniş ekseni” denen olgu içerisinde, daha sonradan laikleşen EMEL hareketi ile birlikte bizzat İran tarafından kurulan Hizbullah örgütünün Lübnan-Suriye ve İsrail üçgeninde üstlendiği rol, bir yandan da Şii hilali bağlamında değerlendirilebilir.
Bir de, doğal olarak Lübnan’ı kendi toprağı olarak gören ve uzun bir dönem, bu ülkede “de fakto” biçiminde, birçok faaliyetle birlikte askeri faaliyet içerisinde değerlendirilecek çalışmalarında en öne çıkan konulardan birinin Hariri suikasti, bir açıdan Suriye üzerinden Hizbullah’a işaret etmektedir.
Bundan kastın Sünni cenahı çevreleyip baskı altına almak, Lübnan’ın tamamen Şiileşmesini sağlamak ve Akdeniz’e açılmak adına Şii hilali konusunda, hiçbir engel olmadığı çok rahatlıkla söylenebilir. Bu yolda diğer bir engelin de her ikisi de sözde Baas ideolojisine sahip birer Arap ulusçusu yönetimler olmasına rağmen, bizce sosyal açıdan Sünni olan Saddam Hüseyin’in hedef tahtasına konulması suretiyle Irak’ı da stratejik ilerleme hamlesinde engel olmaktan çıkarmaya dayanıyordu.
Belki de, Saddam’ın daha devrimin ilk yıllarında İran’a saldırması, bir açıdan, ilerisi ve daha açıkçası bugünler için küresel güçlerin bir hamlesi olarak okunabilirdi. Nihayet, son birkaç yıldır olan biten birçok hadisatın, buna işaret ettiğini söyleyebilirdik!
Kendisini bölgesel bir güç olarak lanse eden ve bunu her fırsatta dillendiren, ama kendi toprağı olan Golan’ın uzun yıllardır İsrail’in elinde bulunmasına nedense hep göz yuman Suriye’nin, aslında İsrail ile gizli bir ittifakına rağmen, diplomatik açıdan bir Avrupa ülkesi ve NATO üyesi olan Türkiye’nin, çeşitli hükümetler nezdinde İsrail’le ilişki içerisinde olması konusunda, maddi bir temeli bulunsa bile, var olanı gizleyip, bunun yanında, bu ittifaka, reel politik duruşu da terkisinde bulundurarak kendi mezhep temelli ittifakı adına Türkiye ile uğraştığı görülür.
“Suriye’nin, Türkiye-İsrail stratejik işbirliği aleyhine çabalarının, İran-Suriye bölgesel ittifakından ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Haddizatında Suriye’nin bölgesel denklemde, söylem bazında da olsa İsrail’e karşı giriştiği mücadele, en çok İran ile olan müttefiklik ilişkisinden destek aldığı bilinmektedir.”(4)
Gerçi, Türkiye’nin açıktan sürdürdüğü İsrail’le ilişki biçiminin, Suriye tarafından el altından yapılmasının yanında, yarın nükleer sorunu çözüme kavuşturulabilecek İran’ın, bizzat, İsrail’in, biraz da Sünni Arap dünyası nezdinde güvenliğini sağlama adına hareket edebileceğini, bir kehanete gerek kalmadan, biraz da Şiiliğe sinmiş bulunan takiyye olgusu ile bayraklaştırılabileceği gerçeğini yabana atmamak gerekebilir.
Arap baharı, görünüşte başta Kuzey Afrika’da olduğu gibi Suriye’de de Müslüman Arap toplumu adına bir umut olabilecekken, salt kendi başına bir anlam ifade etmeyen Suriye rejiminin Rusya ve Çin gibi küresel destekçilerinden ziyade, İslam devrimini adeta çöpe atarcasına, işi mezhep ekseni üzerinden değerlendirme sevdasına düşen İran’ın müdahalesiyle bir açıdan kışa dönüşmüş, kaos ve insani krizlerle zorlu bir yol almıştı. Ki, burada gerçekleşen İran’ın müdahalesi birçok açıyla birlikte, ontolojik ve stratejik açıdan varlık-yokluk meselesine dönüşmüştü.
Sonuç olarak yazarın da belirttiği gibi; “İran-Suriye bölgesel ittifakının Ortadoğu denklemindeki önemi tartışmasızdır.” (5) Bunu da anlamanın en anlamlı yolunun, hangi konumda olursa olsun, bu konuya el atanların, temelde yatan derin felsefeyi iyi bir şekilde analiz etmesinden geçmekte olduğuydu.
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, bu ittifak kendi bütünlüğü içerisinde, bir tutarlığı barındırmasının ve bir hayli eskiye dayanıyor olması ile Türk devleti adına, Türki cumhuriyetlerle Turan politikaları bağlamında gerçekleştirilmek istenen bir Sünni Türk ittifakından daha sağlam temellere dayanmaktaydı. Bu da, önemli bir ayrıntı ve ifade ettiği anlam açısından da bir hayli önemliydi. Keza dini ve mezhebi yanlışlıklar üzerine kurulmuş olsa da, kendine dünya ve bölge siyasetinde reel açıdan bir yer bulmaktaydı.
Dipnotlar:
1) Alber Hourani’den alıntı. Yusuf Korkmaz. İran Suriye İttifakı, s. 3 2015 Matbuat Yayın Grubu
2) Yusuf Korkmaz, age. s. 62-63
3) Yusuf Korkmaz, age, s. 81
4) Yusuf Korkmaz, age, s. 140
5) Yusuf Korkmaz, age, s. 188
İran Suriye Bölgesel İttifakı, Yusuf Korkmaz, Matbuat Yayın Grubu, 2015, İST.