05.02.2021
Üniversiteyi Hollanda’da okudunuz; neden Hollanda?
Üniversite eğitimim yanında doktoramı da Hollanda’da yapmamın sebebi, bu ülkeye aile olarak göç etmiş olmamızdır. Yani benim Hollanda’ya gideyim ve orada eğitim yapayım diye bir derdim olmadı. Liseyi bitirdikten sonra, yetmişli yılların sonunda, tam olarak söylemek gerekirse 1979 yılında ailece karar aldık ve Hollanda’ya yerleştik. Babamın orada çalışıyor olması ve aile birleşimi düzenlemeleri çerçevesinde gitmemiz bir kolaylıktı.
Hollanda’ya gittiğimiz dönemde iş bulmak çok kolaydı. Babam okumamı değil çalışmamı istedi ve ben vardığımız günden itibaren hemen çalışma yaşamına atıldım. Önce bir sabun fabrikasında, sonra da bir metal fabrikasında çalıştım. Metal fabrikasına başladığımda babam ve annem Türkiye’ye kesin dönüş kararı aldılar. Onlar döndükten sonra yüksekokul ve üniversiteye gitmenin yollarını araştırdım. O yıllarda Hollanda’da üniversitede Türkiyeli öğrenci bulmak neredeyse mümkün değildi. Türkiyeli öğrenciler en fazla liseye kadar okuyup oradan ayrılıyorlardı. Çalışmak ve para kazanma motifi çok fazla ön plandaydı. Birinci kuşak kendi amaçlarını çocuklarına da aktarıyordu.
“Yabancı” bir öğrenci olarak neler hissettiniz? Özellikle ilişkiler, eğitim biçimi ve nitelikleri açısından?
Okulla ilişkim, Kayserili bir arkadaşla Rotterdam şehrinde bir yüksekokulu ziyaretimizle başladı. Hollanda’da meslek eğitimi, lise sonrası dönemde yüksekokullarda oluyor ve yüksekokullar “akademi” başlığı altında toplanıyor. Akademide her türlü sosyal, teknik ve pedagojik mesleği öğrenebiliyorsunuz.
Rotterdam Sosyal Akademi’de bir bilgilendirme gününe katıldık ve burada sosyal hizmet okuyabileceğimiz ortaya çıktı. Lise diplomasıyla bizi kaydettiler ve öylece okula başladık. Sosyal hizmet bölümünün ilk yılını akşam okuduk. Doğrusu bu okulda pek yabancılık çekmedik. Çünkü okulumuzda Arap, Sürinam, İtalyan, İspanyol vs. çok sayıda yabancı kökenli öğrenci vardı.
Hollandacayı 20 yaşından sonra öğrendim. Hollanda sömürgelerinden gelen Sürinam ve Antilli öğrenciler bizden daha iyi konuşabiliyorlardı. Çünkü onların ülkesinde eğitim Hollandaca olarak yapılıyordu. İlk yıllar dil sorunlarımız oldu. Okuma ve anlamadan ziyade yazma ve konuşmada sorunlar yaşadık.
Hollanda’da seksenli yıllarda atmosfer oldukça dostça ve hoşgörülüydü. Bu ortamda kendimizi pek yabancı hissetmiyorduk. Hollandalılarla ilişkiler sınırlıydı, iş ve okul ortamında yüz yüze ilişkiler içindeydik. Biz Türkiyeliler çok fazla kendi içimize kapanıyorduk ve bu elbette Hollanda dilini ve kültürünü kavramada zorluklar çıkarıyordu.
Dil öğrenimi ve okuldaki dersler sırasında erken keşfettiğim bir şey vardı. O da bizde olduğu gibi eğitim hoca/öğretmen merkezli değildi. Öğrencilerden çok okuma ve tartışmalara katılım bekleniyordu. Sadece oturup ders dinleyen öğrenci iyi bir öğrenci değildi. Bunu kavradıktan sonra derslerde aktif olmaya başladım.
Akademideki eğitim ile üniversitedeki eğitim birbirinden oldukça farklıdır. Ben sosyal hizmet bölümünü bitirdikten sonra üniversitede sosyoloji ve daha sonra da kültürel antropoloji okumaya yöneldim. Burs alma imkânım olduğu için, çalışmayı çoktan bırakmıştım. Sadece okulla ilgileniyor ve büyük bir merakla okuyor ve okuyordum. Akademide pratiğe yönelik bir meslek eğitimi verilirken, üniversitede teorik ve bilimsel bir eğitim verilmektedir. Yine akademide daha samimi ilişkiler varken, üniversitede bireycil tutumlar ve rekabet atmosfere hâkimdir. Hiç kimse size ders notu falan vermez, bazı ticari kafalı öğrenciler ders notlarını parayla satarlar.
Bazı zorluklarla birlikte çok keyifli bir akademi ve üniversite hayatım oldu. Üniversiteye giderken evlendim ve çocuk sahibi oldum. Yemek ve benzer sorunlarım olmadı. Evli olmanın avantajlarını kullandım. Şimdi Türkiye’de gençlerin geç evlendiklerinden yakınıyoruz. Ben kendi tecrübemden hareketle gençlerin üniversite eğitimi sırasında evlenmelerinin çok isabetli olacağını düşünüyorum. Burs alarak birlikte bir ev tutup yaşayabilirler ve birbirlerine destek olabilirler.
Neden orada kalmak yerine Türkiye’ye geldiniz? Dönüşünüzün muhasebesini yapsanız ne dersiniz?
Benim Hollanda’ya giderken gelecek tasarım şuydu: Gitmek ve bir daha geri dönmemek. Neredeyse 26 yıl kaldığım süre içinde de hep böyle düşündüm. Fakat hayat tekdüze yürümüyor. Seksenli ve hatta doksanlı yıllarda Hollanda bizim açımızdan gayet iyi bir atmosfere sahip iken, 2000’li yıllara çok kötü bir şekilde girdik. 11 Eylül olayı her şeyi değiştirdi. O zaman “toplumun sertleşmesi” denilen bir olay yaşamaya başladık. Eski hoşgörü ve dostluk ortadan kalktı. Bize bakışlar değişti. Deyim yerinde ise birden “potansiyel” bir terörist olarak algılanmaya başladık. Uyum sağlamak için harcadığımız onca emek birden yok olup gitmişti. İslam karşıtlığı ve saldırılar bu yıllarda başladı. Aşırı sağ ve ırkçı partiler kendilerine toplumsal bir destek buldu. Her gün İslam ve Müslümanlar tartışılmaya başlandı. Medya büyük bir reyting malzemesi bulmuştu. İslam konusunda ne yazsanız ilgi görüyordu.
Tüm bu gelişmelerle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Yeni üniversiteler açılıyordu. Kendi ülkemizde de çalışma imkânları olur kanaatiyle 2005 yılının yaz ayında Türkiye’ye dönüş yaptık. İlk iki yıl yaşadığım tecrübe tam bir felaketti. Etrafımızdaki arkadaşlar ve tanıdıklar sürekli olarak “Neden geri dönüş yaptınız?” diye soruyorlardı. Avrupa’da yaşadığımız süreçlerin tamamen dışında olan bu insanlara bazı şeyleri anlatmak kolay değildi. Onlar hâlâ kafalarında “eski” Avrupa ile yaşıyorlardı. “Yeni” Avrupa’nın ne menem bir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Çocuklar hep tatil dönemlerinde Türkiye’yi görmüş ve tecrübe etmişlerdi. Dönüşümüzün üzerinden 6 ay geçtikten sonra Türkiye gerçekleriyle yüzleşmeye başladılar. Ankara’da özel bir okulda ne kadar zorlandıklarını biliyorum. Kızım bir gün okuldan kaçtı ve gün boyunca nerede olduğunu aradık.
İki yıl kadar üniversitelerde iş arayışlarım hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Benim gibi kişilere ihtiyaç olduğu vurgulanıyor ama bir türlü bir gelişme olmuyordu. Bu süreçte bölüm başkanları ve dekanların tamamen yetkisiz ve sorumluluk almak istemeyen kişilerden oluştuğunu gördüm. Üniversiteler tamamen kapalı bir sisteme sahipti. Hiçbir yazınıza cevap verilmiyor ve görüşme kabul edilmiyordu. Necdet Sezer’in atadığı rektörlerle görüşmek mümkün değildi. Aracı adamlar bulmak gerekiyormuş. Bir iki rektörle yüz yüze görüştüm. Konya Selçuk Üniversitesi rektörüyle görüştüğümde adam bana tuhaf tuhaf sorular sordu. Bir tarikata üye olup olmadığımdan eşimin başörtülü olup olmadığına kadar tümüyle özel yaşama ait sorular… İş görüşmelerinde Avrupa’da bu tür sorular sorulmaz ve nezaketsizlik olarak görülür. Bize iş görüşmelerinde bu tür soruların cevaplandırılmaması gerektiği öğretilmişti.
Görüştüğüm bir başka rektör, Niğde Üniversitesi rektörüydü. Adam benim özgeçmiş bilgilerinde Hacıbektaş doğumlu olduğumu görünce, Bektaşi olup olmadığımı sordu ve yaklaşık yarım saat Alevilik muhabbeti yaptık. Sanki aynı kaynaktan derlenmiş anket sorusu gibi burada da eşimin başörtülü olup olmadığı soruldu. Bugünlerde Ak Parti’nin ikinci dönemi başlamıştı ve adam üniversitede başörtüsüyle mücadele edip etmeyeceğimi soruyordu bana.
Bu tür rezaletleri ve sözde iktidarın sorumsuz kadrolarını tanıdıkça, elbette geri dönüş yapmakla iyi bir şey yapıp yapmadığımı kendime sormaya başladım. Zihnim tam bu sorularla meşgul iken bir gün evimde sabit telefon çaldı ve yüksek makamlardan bir zat benimle görüşme yapmak istediğini söyledi. Hadi biraz daha net olayım. Akademisyen kökenli eski bir bakan. Ama kendisini hiç tanımıyorum ve hiç ilişkimiz olmamıştı. Danışmanı benden bahsetmiş. Neyse kısa geçelim. Bu kişinin aracılığı ve referansıyla Balıkesir Üniversitesi’ne başladım.
İki yıl kadar ben onlarca üniversiteyi boşuna dolaşmışım. Meğerse Türkiye’de işler farklı görülüyormuş. Bunu bir uyum problemi olarak da görebilirsiniz, ülkenin yapısal özelliğini gösteren bir ipucu olarak da değerlendirebilirsiniz.
Bir “melezleşme” etkisi yaşadınız mı? Bu etkinin olumluluğundan söz edilebilir mi?
Şüphesiz! Ben kendimi tipik bir Türk ya da Türkiyeli olarak görmüyorum. Ama şunun da farkındayım: Giderek Türkleşiyorum. Hollanda’dan geldiğimde ilk farkına vardığım şey, benim buraya ait olmayışımdı. Hiçbir aidiyet kuramıyordum. Türkçe konuşan bir yabancı gibiydim. Uzun yıllar bu duyguyla yaşadım. Yurt dışında kendimi ciddi ciddi “Türk” olarak görürken Türkiye’de hiç de öyle olmadığımı farketmem acı ve tuhaf bir duyguydu. Kendimi daha çok “Avrupalı Türk” olarak görüyordum. Hatta kendimi bazen bu şekilde nitelemem, tamamen yanlış anlaşılmalara sebep oldu. Türklüğünü beğenmeyen yabancılaşmış bir zavallı olarak algılandım! Oysa benim tam da bu tip Türk aydınlarına karşı, oldum olası bir gıcıklığım vardı. Şimdi bu şekilde algılanmam bana daha fazla acı veriyordu.
Her ne olursa olsun şu bir gerçek: Ben biraz Türk, biraz Avrupalı, biraz da dünya vatandaşıyım. “Vatandaş” demişken, Hollanda’dan gelirken Hollanda vatandaşlığımı geri verdim. Bu benim için şu demekti: Gemileri yaktım, geriye dönüş olmayacaktır!
Melezlik ya da melezleşme, giderek dünyanın kaderi olacaktır. Belki bu anlamda biz göçmenler küresel dünyanın ilk öncüleriyiz. Melezleşme insan hayatında ikilemler yaratsa da genelde olumlu bir süreç çünkü karmaşık ve paradoksal düşünmeyi öğretiyor, sizi verili dünya karşısında eleştirel kılıyor. Hem kendinize hem başkasına karşı eleştirel olabiliyorsunuz. Bir ülkeyi baz alıp diğerini, diğer ülkeyi baz alıp kendinizi değerlendirebiliyorsunuz. Kritik kelimesi, kriter’den geliyor. Eğer bir kriteriniz varsa, buna göre değerlendirme yapabilirsiniz; kriteriniz yoksa eleştiri de yapamazsınız.
Avrupa Türkleri, Müslümanlar ve İslamofobi -ki bu konuda çalışmalarınız da var- çözümlemeniz ne? Özellikle Avrupa’ya sürmekte olan göçün mahiyeti ve maliyeti neler?
Avrupa’ya göç ve Avrupa Türkleri olgusu yepyeni bir tecrübe. Bu Türkiye’nin Batılılaşma çabasından farklı bir şey. Burada doğrudan Batı’yla temas, yüz yüze ilişkiler var ve uzun süreli olarak Batı’yı gözlemleme imkânınız var. Değişen konjonktüre bağlı olarak neyin o dünyanın yapısal bir öğesi olduğunu ya da olmadığını görebiliyorsunuz. Hoşgörü, daha doğrusu tolerans, Avrupa’nın bir özelliğidir. Protestanlık ortaya çıktıktan sonra başlayan din kavgalarının bir sonucu olarak gelişip serpilmiştir. Başlangıçta farklı olana sabretmek anlamında kullanılmış, sonra gerçekten de hoşgörü anlamına kavuşmuştur. Ama hiç unutmamamız gereken bir nokta, bu hoşgörü Avrupa’nın kendi iç ilişkilerinde geçerli olan bir koddur. Bu kod, yerli-yabancı ilişkilerinde kendini göstermiyor. Sadece sabretmek anlamıyla sınırlı kalıyor. Özellikle kriz dönemlerinde hızla düşmanlığa evriliyor.
Avrupa Türkleri üzerinden Avrupa’yı okuma imkânımız olduğu gibi, Avrupa’ya ne kadar uyum sağlayıp sağlamayacağımızı da okuyabiliriz. Her iki yönüyle de sosyal bilimler açısından ilginç bir deneyimle karşı karşıya bulunuyoruz.
Avrupa’da İslam, hâlâ bir yabancı dindir. Bu zaman zaman da tartışma konusu oluyor. Endülüs tecrübesinden bu yana İslam Avrupalı bir din olmasına rağmen bu gerçek gözardı ediliyor. Tarihsel olarak Balkanlarda milyonlarca Müslüman yaşamasına rağmen Avrupa bunu görmüyor ve Bosna’nın bir Müslüman devlet olabilme ihtimalini hep dışarda tutmuştur.
İslam karşıtlığı, modern anlamda göç tarihiyle birlikte kavranması gereken bir olgudur. Başlangıcı İran İslam Devrimi’ne kadar gidiyor. Önce “anti-İslamizm” ve kara propaganda olarak başlıyor. Oryantalistler başrolü oynuyor. Devrim sonrası seksenli yıllar tam da göçmenlerin kalıcı ve yerleşik yaşama geçtikleri bir döneme rastlıyor. Bu iki olgu İslam’ı aktüel anlamda Avrupa gündemine taşıyor. Fransa’da başörtüsü krizi ve Salman Rüşdi’nin kitabına tepkiler kamusal hayatta dinin rolünü tartışmaya açıyor.
Soğuk Savaş’ın bitmesi ikinci kırılma noktasıdır. Kızıl tehlikenin yerine Yeşil tehlike geçiriliyor. Soğuk Savaş dönemine özgü kurumlar yeni bir tehlikeye işaret ederek varlıklarını sürdürmeye ve meşru kılmaya çalışıyorlar. Derken “Medeniyetler Kavgası” teorisi ortaya atılıyor.
11 Eylül (2001), kıyametin koptuğu ve İslam karşıtlığının sosyolojik bir zemine kavuştuğu üçüncü kırılma noktasıdır. Daha önce kültür ve siyaset seçkinlerinin söylemi olan İslam karşıtlığı, geniş kitlelerde yankı bulmuş ve bu andan itibaren toplumsal bir sorun olarak tezahür etmiştir. Bu dönemde üç gelişme üst üste binecektir. 1) Müslüman kişi ve kurumlara saldırılar; 2) Aşırı sağ ve ırkçı partilerin yükselmesi ve 3) Yerleşik saygın partilerin de popülist söylemlere yönelmesi.
En önemlisi, ana akım partilerin aşırı sağa kayan seçmenlerini kendi tabanında tutmak için popülizm yapmaya başlamasıdır. Bununla, geçmişte aşırı sağa karşı uyguladıkları “ortak cephe” politikası çökmüş ve Avrupa kendi iç tutarlılığını yitirmiştir.
Aşırı sağ ve popülist partilerin en önemli meselesi, göç ve göçmenliktir. Öteden beri göç alan Avrupa ülkelerinin bu politikalarını eleştirmekte haklı olsalar bile, bu işi yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığına dönüştürmeleri toplumda gerilimler yaratmaktadır. Avrupa’da siyaset 11 Eylül’den sonra bu gerilimler üzerine inşa edilmiştir. Tüm partiler az ya da çok göç hareketlerine karşı bir konumda yer alıyorlar. Şunu kabul etmek gerekir: Avrupa ülkeleri göçe doymuştur. Bazı büyük şehirlerde yerli ve yabancı oranı yarı yarıyadır. Eğer bu tür bir gelişme bizim büyük kentlerimizde olsa savaş çıkar!
Türkiye’deki akademik öğrenim ile Hollanda’nın farkı ne? Akademi düşünce, bilim ya da bilgelik üretebiliyor mu?
Yukarıda eğitimdeki bazı farklar üzerinde durdum. Bence kurumsal yapılanma önemli. Türkiye’de herkesi üniversiteye gönderme gibi bir eğilim var. Hollanda’da üniversite sayısı sınırlı ve çok az insan üniversiteye gidiyor. Ortaöğretimden mezun olanların çoğu yüksekokullara gidiyorlar ve burada meslek öğreniyorlar. Biz bu işi abartmış durumdayız. İkincisi, eğitimde aktarma kadar araştırma da çok önemlidir. Hollanda’da akademisyenler çok az ders veriyor, bunun karşılığında da araştırma ve yayın talep ediyor. Bizde delicesine derslere giren hocalar var, bunun neredeyse bir sınırı yok. Çoğu akademisyen aslına bakarsanız öğretmenlik yapıyor. Araştırma ve yayın sadece akademik unvan elde etmek üzere yapılıyor. Yüksek lisans ve doktora tezleri de özgün sayılmazlar. Bu alanda özellikle çok ciddi sorunlar var.
Hollanda’da üniversite düşünce ve bilim üretiyor, ancak bilgelik konusu bambaşka bir konu. Bu konuda onlar da çok şikâyetçi. Bilgelik seviyesine ulaşan kişi çok az ya da yok denebilir.
Genel anlamda gerek Fransız ulusalcılığının başlattığı zorunlu eğitim, gerekse Humbold’la başlayan akademik eğitimin “tıkanmışlığı” nasıl aşılabilir?
Üniversitelerin sorunları üzerine bir çalıştaya katılmıştım. İki kez çalıştay yapıldı. Ama hiçbir sonuç çıkmadı. Bu, akademisyenlerin üniversitenin yapısal sorunları üzerinde düşünmediklerini ve mevcut durumu veri olarak kabul ettiklerini gösteriyor. Eğer yeni bir model ortaya koyamıyorsanız yapılacak olan iş, mevcut durumu reforme etmektir.
Ben ilk adımda Türkiye’de eskiden de bilinen “akademi-üniversite” ayrımına gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ortaöğretim mezunlarının yüzde 40’ı üniversiteye, yüzde 60’ı akademiye gönderilmeli. Bu tür bir yapılandırma iki sorunu birden kendiliğinden çözecektir. Evvela üniversite sayısı ve nüfusu azaldığı gibi kalite de artacaktır. Sadece hak edenler üniversiteye gidecektir. İkincisi, akademiye, yani yüksekokullara giden çocuklarla birlikte meslek öne çıkacak ve meslek elemanı kıtlığı ortadan kalkmış olacaktır.
Bu kurumsal yapılanmaya ek olarak, ben üniversitede homojenliğin azaltılması ve heterojenliğin artırılması gerektiğini düşünüyorum. Yani örnek vermek gerekirse birbirine tıpatıp benzeyen 80 tane sosyoloji bölümü açmak yerine, farklı müfredat ve yaklaşımlara müsaade eden çoğulcu bir sosyoloji anlayışının kurumlaşmasının önünün açılması gerektiğini düşünüyorum.
Üçüncü bir şey, hemen İngilizce yayın sevdasından vazgeçmeli ve güçlü yerli bilimsel dergiler kurularak bu dergilerde yüksek kaliteli bilimsel araştırmalar yayınlanmalıdır. Şu an birinci sınıf İngilizce dergilerde yayın yapsanız bile bunun bize hiçbir faydası yok. Başkalarının belirlediği kriterler üzerinden bir yarışmaya girmek başından kaybetmeyi göze almak ve başkalarına hizmet etmek demektir. Türk ve Müslüman dünya kendi içinde bilimsel ve entelektüel bir havza oluşturmalıdır.
Oldukça geniş bir alana yayılan fikrî çabanız ve eserleriniz var. İbn Haldun ve Şatıbî üzerinde de çalıştınız? Buralardan toplumbilime doğru akan etkilerden söz edebilir miyiz? Fıkıh bir toplumbilim mi yoksa bunu İbn Haldun’un umran’ıyla sınırlamak mı gerekir?
Hemen son sorudan başlayayım. Fıkıh bir toplumbilim değildir, normatif bir bilimdir. Bir Müslümanın günlük hayatında karşılaştığı sorunları, İslami kaynaklardan hareketle çözüme kavuşturan bilime fıkıh diyoruz. Olanı değil, olması gerekeni söyler fıkıh. Hâlbuki bilim olanı anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bu anlamda bizim toplumbilimimizi İbn Haldun kurmuştur. Eğer onun izinden gidilerek bir sosyal bilim geleneği oluşturulmuş olsaydı, bugün gerçekten çok farklı ve güçlü bir sosyolojimiz olurdu. Biz bunu yapamadık. 19. yüzyıldan sonra Batılı sosyolojinin evrenine dâhil olduk ve o günden beri de uydu konumumuz değişmedi. Şu an yaptıklarımız uydu olmada başarı elde etmek yönündedir, ya değilse Türk akademisinin özgün bir sosyoloji geliştirme gibi bir davası yoktur.
Ben epeyden beri iki tür bir akıl yürütme peşindeyim. Bir: İbn Haldun’dan hareketle “yeni” bir İbn Haldunculuk mümkün müdür? Ki son kitabımda (İbn Haldun: Batı-dışı Bir Sosyal Bilim İmkânı, 2019) bu soruya bir cevap vermeye çalıştım. Burada takip ettiğim strateji şudur: Eski metinlere yeni sorular sormak! Eğer söz gelimi Mukaddime bizim yeni sorularımıza cevap veriyorsa bu kısımları sürdürmeliyiz, vermiyorsa o zaman boşluk var demek, bu boşlukları dolduracak yeni fikir ve teoriler üretmeliyiz.
Diğer akıl yürütme biçimini de, “Beyan Sosyolojisi” (2016) kitabımda yaptım. Bu kitapta şöyle bir sorudan hareket ettim. Eğer Cabiri’nin söylediği şekliyle bizim düşünce geleneğimiz Beyan geleneği ise buradan hareketle bir sosyal bilim geliştirmek mümkün müdür? Bu noktada Şatıbi’nin fıkıh usulü (fıkıh değil) temelinde bir özgün sosyoloji kurgulamanın imkânlarını tartıştım.
Üçüncü bir akıl yürütmeyi de İbn Arabi üzerinden yapmayı planlıyorum. Umarım bu çalışmalar yeni bir çığırın açılması noktası ufak da olsa bir katkı sağlar.
Türkiye ve İslam dünyasının iki yüzyıllık krizden çıkma çabaları bir umut vadetmekte mi? Değilse Batı’yı da tanıyan biri olarak önerileriniz nedir?
Türkiye ve Müslüman dünya Batı dünyasının evreninde yol alıyor. İbn Haldun’un taklit teorisi günümüzü çok iyi resmediyor. Yenilen halklar, galipleri taklit ederler! Bunun temel bir sebebi var. Yenilenler şöyle düşünüyorlar: Yenildik, çünkü galip gelen de bir kemal var. Biz yeniden ayağa kalkmak için bu kemali elde etmeliyiz. Kemali (yani gelişme ve ilerlemeyi) elde etmek için düşmana uymaktan başka çare yoktur. Fakat taklit teorisinin daha önemli bir boyutu var. Mağlup olanlar, sebeplere değil sonuçlara baktıkları için hiçbir zaman düşmanlarının düzeyine erişemezler. Sadece onları şekli ve sembolik anlamda taklit ederler.
Bunu ünlü bir iktisatçı (Paul Samuelson) şöyle ifade etmiştir: Zenginler puro sigarası içerler, ama puro içerek zengin olamazsınız! Bizim halimiz puro içerek zengin olmaya benziyor.
Batıyı ne kadar tanıyoruz? Ali Şeriati “bilmek” ile “tanımak” arasında bir ayrım yapar. Mesela İslam’ı bilmek, onun kurallarını bilmektir; İslam’ı tanımak ise onun ruhunu kavramaktır. Bu meyanda Şeriati, İran’da mollaların İslam’ı bildiklerini ama tanımadıklarını ileri sürmektedir. Ben de az çok Batı’yı tanıyan biri olarak aynı şeyi söylüyorum. Batı’yı biliyoruz, ama tanımıyoruz. Doktora yapmak için Amerika veya Avrupa’ya giden akademisyenlerden bundan daha fazlasını beklemek doğru değildir. Çünkü onlar Avrupa’yı değil, Türkiye’yi konu alan tez çalışmaları yapıp geliyorlar. Sadece bu tezleri İngilizce yazmış oluyorlar. Türkiye’dekilerden tek farkları budur.
Önerim şudur: Mesele kolektif bir meseledir ve kolektif olarak çözülür. Kendimizi ve dünyayı tanıyan entelektüeller bir araya gelip yapısal sorunları tartışmalı ve çözümler üretmeli. Hükümetler kısır siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakıp, bu entelektüellerin ürettiği fikirleri politikaya dönüştürmelidir. Fikirlerin kıymetlendirileceği yer siyasettir. Fikirler siyasete dönüşmediği sürece çok fazla bir kıymete haiz değildirler. Batı dünyası tam da bunu yapmıştır ve hâlâ da yapmaya devam etmektedir. Biz durmadan üniversite-sanayi iş birliğinden bahsediyoruz. Oysa mesele, üniversite-siyaset iş birliği olmalıdır.
Bizde siyasetçi ve gazeteci el ele vermiş, ülkeyi yönetiyorlar. Buradan da ne çıktığını hepimiz görüyoruz.
Özellikle Gannuşi ve Aliya’nın demokratik laik siyaseti tercihleri konusunda sizin düşünceniz ne? Bu bir çıkış biçimi mi, yoksa bir arayış, geçiş veya fetret hali mi? İslam dünyasının otoriter yönetimleri aşamamasının sebepleri neler?
Bu konuda kafa karışıklığı yaşamamızın nedeni, hem Batı tarihi hem de kendi tarihimizin koşullandırması altında olmamızdır. Batı tarihinde kilise-devlet ikilemi olmuştur hep. Bu iki kurum arasında tarihte olası ihtimallerin hepsi denenmiş ve sonunda laiklik de karar kılınmıştır. Bizim açımızdan böyle bir sorun yoktur. Bizde kilise olmadığı için devlet ile ilişkimiz başka şekilde gelişmiştir. Bizde devlet hep merkezde olmuştur. Tek kurum hayatımıza hükmetmiştir. Bugün de bu böyledir. Durmadan siyaseti konuşmamızın nedeni de budur. Merkezde olan devlet herkesin ilgi alanı haline gelmiştir. Bizde devlet kutsal bir nesnedir. Herkes bu kutsalı elde etmek ve kutsal bir kimliğe bürünmek için mücadele etmektedir.
Bizde yapılması gereken devleti kutsallıktan arındırmaktır (de-sakralizasyon). Yani laikleşmesi gereken din veya toplum değildir, devlettir. Bu anlamda devlet ve siyaset laik olmalıdır. “Laik” kelimesi Fransızca da ruhban olmayan demektir. Ruhban olmayan laiktir. Bizde ruhban yoktur ki devleti yönetmeye talip bir sınıftan bahsedelim.
Dini devlet modeli, İslami değildir. Medine devletinde müzakere temelli bir vesika devletin temeli olmuştur. Bugün buna “toplumsal sözleşme” diyoruz. Toplum çoğul(cu) ise toplumsal sözleşme yoluyla devlet biçimlendirilmelidir. İslam’ın siyaset ve devlet konusunda önerdiği birkaç ilke vardır: Seçim, sözleşme (beyat), hukukun üstünlüğü, şura (kolektif akıl) vs. Bunlar devleti oluşturduğu için devlet Müslümanların gözünde meşru olur. Söz konusu olan meşruiyettir.
Din, kültür ve yaşam tarzları konusunda devlet bi-taraf olmalıdır ve herkese özgürlük sunmalıdır. Herhangi bir din ve yaşam felsefesini dikte etmemelidir. Devletin desakralizasyonu ve demokratikleştirilmesi gerekir. Otoriter yönetimleri aşamamamızın temelinde devletin kutsallaştırılması ve bunun babadan oğula geçerek belirli bir aile veya kabilenin tekeli altında tutulmasıdır.