Ümit Aktaş: Hem İslami İlimleri hem de sosyolojiyi okuduğunuz halde akademik dünyayı tercih etmeyerek “unvan”sız bir “aydın” olarak düşünsel hayatınızı sürdürdünüz. Aslında ise ülkemizde “aydın”lık, bürokratik bir uğraşla birlikte sürdürülür ve bir yanıyla da iktidar kavgalarının içerisinde yer almayı gerektirir.  Siz ise bunu yeğlemediniz ve birçok dergi ve gazetenin bizzat kuruluşunda yer aldınız, birçok da kitabınız yayınlandı. Geldiğimiz noktada bu tip bir çizgiyi izlemekten memnun musunuz?

Ali Bulaç: Ben 1970 yılında İstanbul’a geldim, Yüksek İslam Enstitüsü yatılı sınavlarını kazanıp Enstitü’ye kaydoldum. Bir sene sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi sosyoloji bölümüne girdim. O sene 365 toplam puan almıştım. Sosyoloji 270 puanla açmıştı, pek rağbet olmadığından 256’ya kadar düşmüştü. Kayıt yaptırmaya gittiğimde görevli hanım “Evladım, yazık değil mi bu puana, git daha yüksek puan isteyen fakültelere git” demişti. Ben sosyoloji okumaya kararlıydım. Rahmetli Said Nursi’nin formüle ettiği gibi “cenaheyn (iki kanatlı)” olmak gerektiğini düşünüyordum, bunu ta Mardin’de iken aklıma koymuştum.

Yazı yazmaya 15 yaşımda başladım, Mardin mahalli gazetelerinde fıkra, makale yazıyor, şiirler yayınlıyordum. Genellikle irfani ve aşk şiirleriydi benim yazdıklarım. Her nasılsa bunlardan haberdar olan bölgenin en ünlü şeyhlerinden Şeyh Seyda Cizre’den bana dualarını göndermiş, bu çizgide devam etmemi öğütlemişti. İlk kitabım 1969 yılında Mardin’de yayınlandı: “Rüzgâr Şarkıları.”

İstanbul’da da 1970 yılından başlamak üzere çeşitli mevkutelerde yazılar yazdım: MTTB’nin çıkardığı Milli Gençlik Dergisi, Tohum dergisi vs.

Rahmetli Sedat Yenigün’ün teşvikiyle 1975’te Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabını yazmaya başladım, 1976’da ilk fikri kitabım olarak yayınlandı, hala her sene bir baskı yapmaya devam ediyor. Eşzamanlı olarak birkaç arkadaşımla Düşünce Dergisi ve Düşünce yayınlarını kurduk.

Bunları niçin anlatıyorum?

Ben kendimi bildim bileli fikri bir mücadele ve çaba içinde bulundum. Fikri hayatıma İslamcı olarak başladım, 70 yaşındayım, 55 yıllık yazı hayatımda çeşitli inkişaf ve tekâmüller olmakla beraber çizgimde temel bir sapma vuku bulmuş değil. Mardin’den sağlam bir altyapı ile İstanbul’a gelmiştim; meslek ve edebiyat/sosyal bilimler dersi hocalarım çok kaliteliydi, Mardin’e sürgün olarak gelmişlerdi. Sürgün hoca kaliteli olur, onlar bizi iyi yetiştirdiler. Ben İmam Hatip’te iken Seyyid Kutub’u, Mevdudi’yi okumuş; edebiyat öğretmenimizin yönlendirmesiyle kısa cümleye iyi örnek diye Yaşar Kemal’i, İstanbul Türkçesi’ne iyi örnek diye Salah Birsel’i okumuştum. Okulda herkes M. Şevki Eygi’nin gazetesini okurken ben bunun yanında Akşam gazetesinde Çetin Altan’ı da okurdum. İstanbul’a gelmeden Türk romanlarının belli başlılarını, dünya klasiklerin önemli olanlarını okumuştum.

İstanbul’da büyük şans eseri Hareket Dergisi çevresiyle tanıştım; rahmetli Nurettin Topçu’nun yaklaşık 3,5 sene hafta sonu sohbetlerine katıldım, çok sayıda önemli isimle tanıştım, onları dinleme fırsatını buldum. Sohbetlere Ezel Elverdi, Mustafa Kutlu, D. Mehmet Doğan, Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Hatemi gibi zatlar da katılıyordu.  Kemal Tahir, Aziz Nesin, Musa Anter, Halid Refiğ, Çetin Altan, Cemil Meriç, Mahir İz, Abdulbaki Gölpınarlı, Sadrettin Yüksel, Şerif Mardin gibi zatlarla tanıştım, sohbetlerine katıldım. Hamidullah hocanın bir sene mukayeseli dinler tarihi derslerini takip ettim; Erol Güngör’den bir sene sosyal psikoloji dersi aldım. Yaser Arafat, Garaudy, Bessam Tibi, Hasan Hanefi, Abdülkerim Süruş, Vehbi Zuheyli, Aliya İzzetbegoviç, Gilles Kepel, Oliver Roy, Cengiz Aytmatov, Gannuşi’yle tanıştım; birlikte sempozyumlara katıldım, tartıştım; İmam Humeyni’yi vicahen –iki metre mesafede- dinledim. Şu anda aklıma gelenler bunlar. Geçenlerde tespihle kaç ülke dolaştığımı hesapladım, 36 ülke çıktı.

Başka isimler de var, yazmaya kalkışsam uzun bir liste olur, keşke bir gün bunları yazabilme imkânım olsa.

Ümit Aktaş: Evet, aslında kimi yazarlar düşünsel yolculuklarını anlatan bir tür biyografilerini yazarlar. Oldukça öğreticidir bunlar…

Ali Bulaç: Görüştüğüm, tanıdığım kimseler, gezip dolaştığım yerler görgümü arttırdı, ufkumu genişletti. Dünyayı siyasetçilerin ihtiraslarını besleyen üniversitelerin, pozitif ve sosyal bilimcilerin, stratejist ve uzmanların bu hale getirdiğini düşünmeye başladım.

Daha Yüksek İslam ve Sosyoloji okurken, formel yüksek eğitimin filozofik zihin yetiştirme amaçlı olmadığına kanaat getirmiştim. Fakat akademi konusunda nihai kararı vermeye vesile olan bir olay yaşadım. Yüksek İslam’da okurken birinci sınıftan başlamak üzere bir tasavvuf hocamız -ismini vermeyeyim, trafik kazasında vefat etti, Allah rahmet eylesin- beni asistanı olarak seçeceğini söyleyip duruyordu. Bunu da herkes biliyordu. Asistan olacağım konusu iki sene sürdü. İkinci sınıfın haziran ayında final sınavlarına girerken kendisiyle karşılaştık, heyecanla :

-“Ali, sen Tokatlı değil miydin?” diye sordu.

-Hayır, hocam dedim. Ben Mardinliyim deyince, yine heyecanla üsteledi.

-Emin misin?

Ben yine evet deyince, “Peki!” dedi ve bir daha mezun oluncaya kadar yüzüme bakmadı.

Bu bana çok öğretici oldu. Kişilerin bilimsel ve entelektüel formasyonlarına göre değil de, etnik ve bölgesel kökenlerine ya da bağlı oldukları parti ve cemaatlere göre akademik hayata dahil edildiği bir ülkede zihni hayatımı, yeti ve melekelerimi buna feda edemem, Allah’ın bana bahşettiği aklımı ve hakikati arama gayretini heba edemem.

Artık bende şu kanaat hasıl oldu: İslam dünyasının büyük ihtiyacı pozitif veya sosyal bilimlerde iyi yetişmiş elemanlar değildi, bunlar modern siyasal ve bürokratik aygıta tedarikçilik misyonlarını yerine getirmektedirler. Öncelikli ihtiyacımız İslami tefekküre, ilim ve irfana aşina ama aynı zamanda Batı bilimlerinden ve felsefesinden yeterince haberdar güçlü entelektüellerdir. Tarihimizden tevarüs ettiğimiz ciddi sorunlar vardı, reel durumumuz acınacak durumda, bunun yanında beşeriyetin tarihinde ilk defa yeryüzünün tamamını etkisi altına alan, dünyanın en ücra köşesini dahi dönüştüren bir uygarlıkla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu uygarlık türümüzü ve canlı hayatı yıkıma götürüyor, potansiyel zenginliğiyle İslam meydan okuyabilir, alternatif bir âlem tasavvuru, sağlıklı bir dünya görüşü ve yaşama tarzı gösterebilir. Zaaf tamamen bizden kaynaklanıyor. Bir bilim insanı veya akademisyen olarak bir çıkış yolu bulamazdık.

Tabii ki isteseydim ilahiyat veya sosyal bilimler alanında akademik kariyer yapardım. Ama şöyle düşündüm: İslam’da fikir ve ilimler sahasındaki inkırazımız Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi’yle başladı; Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca kayda değer, semasında parlayan bir fikir adamı yetişmedi. Ne felsefe, ne de fıkıh usulü ve kelam alanında kayda değer bir yıldızımız doğdu. Yüzyıllardır İslam dünyasının göğü katran gibi karanlık. Osmanlı büyük bir imparatorluk ama öne çıkan iki özelliği güçlü bir idare ve kanunnamelerle/örfle düzenlenmiş hukuk. İslam’ın kamu hukuku teşekkül etmedi, kamusal ahlak da oluşmadı.

Yüzyılda Batı ile temasa geçtikten sonra inisiyatifi edebiyatçılar (şairler, yazarlar) ele geçirdi; bunların Batı tefekkürüne ve ilimlerine vukufiyet kesbetmeleri mümkün değildi; tam aksine batıcı ve milliyetçi çevrelerde açık, dindar muhafazakâr çevrelerde ise gizli hayranlık uyandırdılar ve bu hayranlığın doğurduğu aşk-nefret ilişkisi devam ediyor.

Akademi’yi seçecek olsaydım sözünü ettiğim iki yönlü okumaları yapamazdım.

Diğer sebep ise malum: Önce asistan olacaksın, doçent oluncaya kadar sesin çıkmayacak. Doçent oldun profesör oluncaya kadar susacaksın. Profesör olduktan sonra ilkin zihnin belli bir branş ve disiplinde şekillenecek -çok boyutlu düşünme meleken zayıflayacak-, sonra da zaten yaşın geçecek.

Bununla akademide çalışan ve unvan sahibi olan kimseyi küçümsediğim zannedilmesin. Haşa! Elbette öyle olmayanlar var, hepimiz onların emek mahsulü çalışmalarından istifade ederiz; ama sorun başka. Dindar-muhafazakar kesimde muazzam bir titr hastalığı var; nispeten sol kesimde bu daha az. Hatta tedarikçi olmayı reddeden nice sol-sosyalist akademisyen tanırım ki akademik titrlerini kullanmazlar. Öyleleri var ki onlarla epey tanıştığım halde yıllar sonra unvanlarını öğrenmiştim.

Netice olarak da üniversite veya başka alanda olsun bürokratik yapı içine yer alamazdım, bu benim tabiatıma aykırıdır. Bürokratik veya partili/örgütlü bir siyasi hareket içinde yer alırsanız tarafsız düşünmez, özgür bir zihinle olan ile olması gereken arasındaki varoluşsal mesafeyi koruyamazsınız.

Hayatımda iki şeye hiç heves etmedim; biri akademi diğeri siyaset. İki kere kolayca seçilebileceğim yerden milletvekilliği teklifi aldım, gerekçelerimi anlatarak kabul etmedim. İyi ki de öyle oldu.

Geldiğimi noktadan memnun muyum?

Elhamdülillah evet!

1976’ya dönsem yine aynı istikameti tuttururdum. Tek hayıflandığım şey gazete köşe yazarlığı yapmak oldu. Aslında benim ilgi saham kitap, uzun vadeli tefekkür; tarih, felsefe-kelam ve fıkıh usulü. Gazete köşe yazarlığı vakit kaybettirir. Maddi geçimimi sağlamak bakımından kötüler içinde en iyi seçenekti. Bu açıdan şükür büyük maddi sıkıntılar çekmedim ama dediğim gibi asıl konularla ilgimde nisbi azalma oldu. Bir de zaman zaman güncel iç ve dış siyasetle ilgilenmek zorunda kaldım. Bu konular da sabun köpüğü gibi kısa sonra uçup gidiyor.

Ümit Aktaş: Bu uzun süreç içerisinde kuşkusuz birçok sıkıntınız oldu. Yargılandınız, cezalandırıldınız ama geriye de çekilmediniz? Bu meşakkatli süreçlere rağmen sizi ayakta tutan nedir?

Ali Bulaç: Daha Mardin’de iken zannedersem 15-16 yaşlarındaydım. Hz. Ali’den bir şey okumuştum. Onun güzel bir kaması varmış. Bir bedevi gelir, onu almak ister. bu gaye ile birkaç soru sorar: Nerden aldın? Kamanı çok mu seviyorsun? Ne kadar güzel kama vs. Belli ki istiyor. Hz. Ali namaza durur,  kaması yanında. Bu arada içinden kamayı bedeviye hediye etmeyi geçirir. Tahiyyatı bitirip de selam verince bakar ki bedevi kamayı çalmış, çölde koşup kaçıyor. Kerremallahu vechehu Ali tebessüm eder “Rızkının hırsızı oldu” der.

Bu sözü kafama adeta kazıdım. Rızık Allah’tan, gayret/emek bizden. Haram yola da girsek helal yola da girsek emeğimizin sonucu rızkımız aynı.

Diğer edindiğim prensip şu: Kimseye rakip olmayacağım, kimseyi kendime rakip görmeyeceğim. Rekabeti kendimle yapacağım. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Çoğu zaman iktisattaki kural fikir hayatında da geçer: Kötü para iyi parayı kovar. Ama vahiy kültürünün esası iyinin kötüyle mücadelesi ve önüne geçmesidir: “Hak gelince batıl zail olur.” Şu halde kimin benimle ne uğraştığına bakmaksızın işimi en iyi nasıl yapabilirim ona bakmayı öğrenmeliyim. Vefat eden veya bugün yaşayan çok sayıda meşhur zat benimle o kadar uğraştı, küçültücü, itham edici, iftira mahiyetli şeyler söyleyip yazdı ki, hiçbirine cevap vermedim.

Bir insanın başına gelebilecek kötü şeyler benim de başıma geldi. Üç ciddi ölüm tehlikesi atlattım, ölmedim. O zaman Kur’an-ı Kerim’in “Allah dilemedikçe bize bir şey isabet etmez” ayetini içselleştirdim. Ayetin başında “len” gelir ki, manası “kesin olarak.” Evet, kesin olarak Allah dilemedikçe ölmeyeceğim, bunu bittecrübe ile öğrendim. Ve ölümüm mukadder olsa, “muhkem burçlarda gizlenmiş” olsam da ölüm meleği gelir, emanetini alır.

Bu tecrübelerden şu sonucu çıkardım: Ölümden korkulmaz. Rızık ve ölüm korkusunu yendin mi, hırsının kölesi olmaktan kurtuldun mu, özgürleşirsin. Ölüm Allah’ın emri ve vadesi var; rızık Allah’tan, biz gayret edeceğiz, emek harcayacağız; rekabeti bir kenara atarsan hırsın seni esir almayacak. İşte Allah’a kulluğun gerçek mertebesi özgürlük budur.

Hamdolsun, ben hep özgür yaşadım.

Korkulacak şey amellerimiz. Son zamanlarda hep şunu sordum kendime: ben neyi yaptım ki yapmamam gerekirdi, neyi yapmadım ki yapmam gerekirdi? Bu soruların cevapları beni korkutuyor. Yoksa ölüm mülk âleminden melekût âlemine doğru hayatını değiştirmektir ve elbette “her nefis ölümü tadacaktır.”

Ümit Aktaş: Yine de sorumlu bir entelektüel olmak zor bu ülkede ve siz de zorluklar çektiniz…

Ali Bulaç: Tabi ki! Hep sol kesim anlatır darbe dönemlerinde gördükleri işkenceleri. Biz pek anlatmayız. Ama belki ayrıntı vermeden de haberdar etmek lazım. 12 Eylül’de çok ağır işkenceler gördüm, bunu geçenlerde Edip Yüksel bir videoda anlattı. Gayrettepe’de 29 gün hicrede kaldım, Selimiye ve Kartal Maltepe Cezaevinde yattım.

1980’lerde yayınlanan 2000’e Doğru Dergisi Turan Dursun’un öldürülmesinden sonra -ki ben bu cinayete ve benzerlerine hep şiddetle karşı çıkmıştım-, beni öldürülecekler listesinden kapağına koydu. Emniyet suikasttan birkaç saat önce beni koruma altına aldı, bana bir koruma verdi ama gencecik koruma benden çok korkuyordu. İki hafta Aksaray ve Üsküdar’da iki evde saklandıktan sonra Hollanda’ya gitmek zorunda kaldım, orada Rotterdam’da 5 ay yaşadım; bu da benim hicretim oldu.

En son FETÖ darbe kalkışması dolayısıyla 22 ay hapis yattım, üçer kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve üstüne 15 seneyle yargılandım; mahkeme beni 8 sene 9 ayla mahkûm etti. Hamdolsun AYM benimle ilgili iyi bir karar verdi, özgürlüğümün kısıtlanması, güvenliğimin tehdit edilmesi ve haksız yere tutukluluğumun bu kadar uzun tutulması dolayısıyla 25 bin tl tazminat takdir etti. Aralık ayının son haftasında da Yargıtay benim kamuoyunda bilinen konumum ve bugüne kadarki fikri hayatım dolayısıyla benim örgüt üyesi olamayacağıma hükmetti, yardımdan yeni yargılama talebinde bulundu.

Benim örgüt olarak FETÖ’ye zerre miktarı yardımım olmadı; 70 yıllık hayatımda çeşitli cemaat ve gruplarla temasım, tanışıklığım oldu ama ben hep kendi başıma bir mecrada yürümeyi tercih ettim. 2013’ten sonra niçin gazetede kaldığımı 13. Ağır Ceza’da yaptığım savunmada anlattım. Her iki cenahtan, yani gerek Hükümet gerek Cemaat tarafından gazetede kalıp sulh ve salahı tavsiye edici, çatışmayı yatıştırıcı yazılar yazmamı talep edenler oldu; hem de üst düzey zatlardan. Belki işe yarar diye kaldım ama yine de bütün samimiyetimle şunu söylüyorum: Eğer bunların şu veya bu düzeyde bir darbe teşebbüsünde bulunacaklarına dair en ufak bir emare tespit edebilseydim gazetede bir saat durmazdım. Hayatım boyunca mücadele ettiğim darbecilikle veya darbeye kalkışanlarla iltisaklı diye suçlanmak benim için en dramatik olay oldu. Beni derinden üzen bu oldu.

Mal varlığıma el konuldu, 18 ay emekli maaşımı bile alamadım, 22 ay içinde 8 ay bize kitap bile verilmedi. Ancak Diyanet’in İslam Ansiklopedisine ulaşabildim, 26 cildini okudum. Bu arada bize kötü davranılmadığını da not edeyim. Bu sefer işkence filan görmedim, infaz memurları genellikle kibar, işini doğru dürüst yapan, eğitimli insanlardı.

2004’teki hukuki düzenleme olmasaydı “idam”la yargılanacaktım. Ve darbe teşebbüsü sonrası siyasi-psikolojik havayı göz önünde bulundurursanız idam olmak da işten değildi. Nitekim 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 24 ve 26 gün geçmişti ki soldan Necdet Adalı, sağdan Mustafa Pehlivanoğlu idam edildiler.

Benim için üzülen insanların sayısı çok oldu. Sol ve laik kesimden bana onlarca kişi sahip çıktı, bu açıdan hepsine teşekkür borçluyum. Hapis kaldığım süre içinde benimle ilgili 495 yazı ve haber yapıldı. Bunların yüzde 95’i sol ve laik kesimden geldi, benim örgüt üyesi olmadığımı, niçin tutuklu yargılandığımı soruyorlardı. Hatta kendisiyle ateizm konusunda bayağı tartıştığım Oya Baydar şöyle yazdı: “Benim hasm-ı biamanım Ali Bulaç mı terörist?” Diğer yüzde 5’lik yazılar ise bizim taraftandı. Önce beni güzelce dövüyorlar, her tarafımı kırıyorlar sonra da tutuksuz yargılansın diyorlardı.

Yine de şikâyetçi değilim. Kendim ve çoluk çocuğumun günahlarının kefareti olsun diye dua ediyorum. Bu işin fıtratında hapis, işkence, sürgün, sıkıntı var. Hayat bir tercihtir ve bizler tercihlerimizin ürünüyüz.

Ümit Aktaş: Düşünce dünyamıza birçok önemli eser kazandırmakla birlikte son olarak 7 ciltlik bir tefsir ve uzun süredir gündemde tuttuğunuz “Medine Sözleşmesi”ne dair önemli bir kitap da yayınladınız. Ve yine geçtiğimiz yıl, değerli bir bilim insanı olan Hikmet Zeyveli de bu konuda önemli bir eser yazdı: “Medine Sahifesi”. Medine Sözleşmesini bu kadar önemli kılan ve gündeme getiren nedir?

Ali Bulaç: Dikkatli okuyucu benim kitaplara elimden geldiğince özen gösterdiğimin farkında. Gazete yazılarının önemli bir kısmını da günün birinde kitaplaşır diye yazmışım. Nitekim “Şahitlikler” adını verdiğim kitaplar bu kapsamdadır.

Elbette özel önem verdiğim kitaplar da var, bunlar insanın yıllarını alır. “İslam Düşüncesinde Vahiy-Akıl/Din-Felsefe İlişkisi” kitabı böyle, “Bilgi Neyi Bilmektir?” kitabı da. Ama elbette tefsire ve “Medine Sözleşmesi”ne harcadığım emek çok daha fazla ve yoğun. Hollanda’da iken tanıştığım bir zat tefsir yazmayı tavsiye etmişti. 1991’den başlayarak tefsiri planlamaya başladım, ilk tefsirine giriştiğim ayet Bakara, 282. ayeti; ilk tefsir ettiğim sure ise Vakıa oldu. İşi hep ağırdan alıyordum, zihnimin olgunlaşmasına çalışıyordum. 2004 yılında bypass ameliyatı ile dört damarım değişince tefsir işini hızlandırmaya karar verdim, 2006’da Fatiha’ya başladım, 2016’da bitirdim. Hazırlık 15, yazımı 10 sene sürdü. Sonlara doğru Rahmetli Elmalılı gibi tefsiri bitirmeden başıma bir şey gelir diye korkuyordum, bu bir tür hissi kable’l vuku’ idi. Ama Elmalılı gibi orta sureleri hızla geçmedim, nereye kadar yapabilirsem yapayım diye düşündüm. Hamdolsun 2016’da piyasaya çıktı.

Meğerki kaderde hapse girmek varmış. Hapiste en çok yarabbi şu Medine Sözleşmesi’ni de yazmayı bana nasip et diye dua ediyordum. Çünkü ona da 1991’de başlamıştım, bunun hikâyesini kitabın önsözünde anlattım. Yazmadan ölseydim gözlerim açık giderdi. Hamdolsun tahliye olur olmaz vakit kaybetmeden Medine Sözleşmesi’ne başladım. Altyapısı hazırdı, okuduğum kitapların fişleri elimin altındaydı. Yazımını iki sene planlıyordum ama pandemiyle sokağa çıkma yasağı ve hayatın tabii akışında vuku bulan durgunluk başlayınca belki de bir sene içinde yapacağım işi birkaç ay içinde bitirdim. Şükür Allah’a o da yayınlandı, ilk baskısı birkaç gün içinde tükendi, yeni baştan bir kere daha okudum, gelen eleştirileri dikkate alıp gözden geçirdim; bu arada Ümit bey, baştan sona okuyup bulunduğun öneriler için sana da teşekkür ederim. Şimdi ikinci baskısı piyasada.

Ümit Aktaş: Rica ederim, önemli bir çalışmaydı, elinize sağlık…

Ali Bulaç: Türkçe’de benden önce Hikmet Zeyveli beyin kitabı yayınlandı. Emek mahsulü, dikkatle kaynakların tarandığı önemli bir kitap. Benden önce yayınlanması benim için de bir şans oldu. Hikmet beyle görüş ayrılığımız şu noktada toplanıyor: O, Vesika’nın Hz. Peygamber tarafından kaleme alınıp tebliğ edilmiş bir deklarasyon olduğunu ve Efendimiz (s.a)’in Medine’nin “hâkim”i olduğunu iddia ediyor; bu iddiayı kitabın üçüncü bölümünde tek tek isimlerini saydığım çok sayıda kişi öne sürüyor, daha önce ise Diyarbakır’ın maruf ulemasından rahmetli Molla Mansur Güzelsoy da bunu etraflıca dile getirmişti.

Ben ise Vesika’nın çok yönlü taraflarca etnik ve dini gruplar arasında müzakere yöntemi takip edilerek aktedildiğini ve bir “toplumsal sözleşme” olduğunu, Efendimiz’in de Medine’nin genel sosyo-politik düzeninde “hâkim” değil, “hakem” olduğunu düşünüyorum. Efendimiz elbette Müslüman blokun hâkimidir ama farklı din toplulukların altında toplandığı şemsiyenin hakemidir. Sözleşmenin hükümleri taraflarca bozulmadıkça veya kendisine hakemlik yapmak üzere bir dava intikal ettirilmedikçe, gayrımüslim blokların sosyo-politik ve sivil-medeni alanlarında olup bitenlere müdahale etmezdi. Zannedersem hâkimiyetçi tezi savunanlar modern devletin yegane egemenlikçi aygıtını başat bir misyon olarak Hz. Peygamber’in kişiliğine ve Medine’deki konumuna yansıtmaktadırlar.

Ümit Aktaş: Toplumsal sözleşmeler günümüz demokrasilerinin de temel şartı. Baktığımızda dünyadaki bu konudaki ilk yazılı metin, Medine Sözleşmesi. Esasında Peygamber (as) hayatı boyunca temel stratejilerini sözleşmelerle ortaya koymuş, bunu temel bir esas olarak vaz etmiştir. Günümüz Müslümanlarının bu konudaki duyarsızlıklarını neye dayandırıyorsunuz?

Ali Bulaç: Medine Sözleşmesi bugün için hayati derecede önemlidir. Dünya yerel ve ulusal formasyonlardan bölgesel entegrasyonlara ve ardından küresel bir formasyona doğru gidiyor. Bu süreçte yerel/yöresel siyasi birlikler varlıklarını koruyacak ama ulusal yapılar sorun üretmeye devam edecekler. Medine Sözleşmesi yerel ve yöresel kimlik ve özellikleri koruma altına almakla beraber bölgesel ve küresel düzeyde beşeri ortak siyasi bir birliğin ilham kaynağı durumunda olan yegâne metin hükmündedir. Ne Magna Carta ne de şu an elimizde bulunan uluslararası sözleşmeler, her üç alanda vuku bulan sorunlara ve çatışmalara tatminkâr çözüm olamıyorlar. Medine Sözleşmesi vahyin desteğindeki Peygamber’in mucizevi işidir ve vahiy hakkaniyeti ve adaleti sadece Müslümanlara değil, beşer nev’inden herkese temel bir hak ve özgürlük talebi olarak görür. Müslümanların hâkimiyetinde ısrar edenler modern ulus devlet bakış açısından “En Nas”a hitap eden İslamiyet’i “Müslüman milliyetçiliği”ne çevirmektedirler.

Ben Medine Sözleşmesi’yle Müslümanların küresel düzeyde muztarip insan toplumlarını vahyin ışığında vicdan ve selim akılla buluşturacağını, hegemonik gücünü ilahi kelamdan aldığını düşünüyorum.

Medine Sözleşmesi, Sultanahmet Camii’nin dört fil ayağı gibi özgürlük, ahlak, adalet ve ihtiram sütunları üzerinde oturan kapsayıcı bir kubbedir. Halen demokrasi kötü yönetimlerin en iyisi kabul edilir, son dönemde popülist ve sertleştirilmiş ulusalcı politikalarla zora girmiş durumda. Liberal versiyonlarıyla zayıf kitlelerin, ezilenlerin, dışlanmışların hak ve özgürlüklerini koruyamadı. Fakat demokrasiyi işleyen ve genişleyen dinamik bir süreç kabul edersek, Medine Sözleşmesi ile hem kendini restore edebilir hem sahici felsefi ve ahlaki bir derinlik kazanabilir. Totaliter bütün rejimler (diktatörlükler, monarşiler, otokrasiler) demokrasinin gerisindedirler ama Medine Sözleşmesi demokrasinin hayli ilerisinde ve üstünde bize yepyeni bir anlayış ve uygulama sunmaktadır. En azından benim okumam bu yönde.

Ümit Aktaş: Sözleşmenin bu denli önemli olmasına rağmen ilk olarak Alman şarkiyatçı Wellhausen tarafından bilim dünyasının gündemine getirilmesi hakkında ne düşünmektesiniz?

Ali Bulaç: 19.yüzyılın son çeyreğinde Julius Wellhausen’un vesikayı keşfettiği doğru. Sözleşme yerinde duruyordu;  İbn-i Hişam Siyeri’ne, Ebu Ubeyd Kîtabü’l Emvâl’ine yekpare bir metin halinde almışlardı. Fakat iki sebepten dolayı İslam bilginlerinin dikkatini çekmedi: Ya gözden kaçtı ya da aslında farkına vardılar da bunu bir şekilde anlamlandıramadılar.

Muhaddislerin bu vesikaya ilgi göstermeleri beklenemezdi. Sebebi basit. Onlara göre hadiste prensip isnattır. İsnatta geriye doğru uzanan bir zincir söz konusu, zincirin halkaları kritik edilerek takip edilir, geriye doğru gider. Bu zincirde yer alan halkalar tek tek incelenir. Muhaddisler vesika metninin rivayetine baktıkları zaman yekpare olarak bu râvilerin isnat prensiplerine uymadığını görüp bir kenara bırakmışlar. Öyle olmakla beraber parça parça hadis kitaplarında vesika yer almış bulunmaktadır. Yönteme sadakat açısından muhaddisleri bir ölçüde mazur görebiliriz.

Ancak genel olarak Medine Sözleşmesi’nin veya vesika metninin ilgi görmemesinin asıl sebebi, Muaviye’den başlamak üzere saltanat rejimlerinin, İslam siyasi felsefesini belirlemesidir. Medine Sözleşmesi’nin ihtiva ettiği hükümler ve o hükümlere göre kurulacak bir toplum, saltanat rejimlerine aykırı olacaktı. Muaviye’den başlamak üzere ağırlıklı olarak fetihçi bir politika takip edildi, gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasına hoş gözle bakılmadı. Hatta Ömer bin Abdülazîz’e kadar, -Hicrî 99 yılında vefat etmiştir-, gayrimüslimlerin Müslüman olmasına izin verilmedi; çünkü gayrimüslimlerden alınan Cizye, zekâttan, öşürden daha yüksek gelir getiriyordu. Fetihçi politikalar Vesika’ya ilgi gösteremezdi tabii. Abbasi tarihçilerinin taraflı perspektifinden Emevileri yerin dibine batıranlar, İslam imparatorluklarının gayrımüslimleri kendi dinleri üzerinde tutmanın bütçe açısından daha yararlı bulduklarını görmezlikten geliyorlar. Elbette “dinde zorlama yoktur” ilkesi gözetilmiştir ama fetihçi ekonomiler için gayrımüslimlerin ödediği haraç ve cizye “körün aradığı bir göz, şeriat verdiği iki göz” oldu. Sonunda Müslümanları Batı karşısında yenilgiye düşüren sebeplerden biri bu ganimetçi ekonomi oldu.

Ümit Aktaş: Sözleşmenin özellikle farklı inanışlar ve kültürler açısından dikkat çeken yönünü biraz açar mısınız?

Ali Bulaç: Gayrimüslimlerin Medine Sözleşmesi’ne göre İslamî bir şemsiye altında konumları “azınlık” ya da “zımmi” değil. Siyasi birliğin eşit ortaklarıdır. İslami siyaset felsefemizde genel kanaat şudur: müşriklerle savaşılır, öldürülür, gayrimüslimler ise zımnidir. Fakat Medine Sözleşmesi’nde müşrikler, özellikle Medineli muahid (sözleşmeli/anlaşmalı) müşrikler ve Yahudiler bu sözleşmenin siyasi ortaklarıdır. Nitekim 2. ve 25. maddeler, Sözleşme’ye katılanların diğer insanlardan ayrı bir ümmet olduğunu belirtmektedir. Buradaki “ümmet” şüphesiz evrensel Müslüman kardeşliği değil, evrensel siyasi birlik manasındadır. Yani bu yepyeni bir siyasi toplumu hedefleyen bir toplum sözleşmesidir. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, bu sözleşmeye, icap ve kabul esasına göre katılabilir, nüfuslarının ve ehliyetlerinin sağladığı oranda siyasi birliğin ortağı olabilirler.

Sözleşmenin gözden ırak kalmasındaki bir diğer sebep de ulemanın bu konudaki tutumlarından kaynaklanıyor. İslam tarihinde resmi ve sivil ulema olmak üzere iki makas var. Sembolik olarak İmam Ebu Yusuf’la Ebu Hanife’yi zikredebiliriz makasın iki ucu olarak. Ebu Yusuf devletle, iktidarla beraber olmayı kabul etmiş ulema geleneğinin başlatıcısıdır. Resmi ulema, iktidarla beraber hareket eden Ebu Yusuf’tan gelen bir geleneği temsil eder ve Osmanlı’da İlmiye sınıfı olarak devlet içinde yer alır. Sivil ulemanın kendi başına farklı dini ve etnik grupları bir şemsiye altında toplama güçleri yoktu, resmi ulema ise devletlerin dini sözcüleri ve meşrulaştırıcı aparatları olarak iş gördüklerinden Vesika ilgilerini çekmedi.

Ebu Hanife’nin temsil ettiği sivil ulemanın bütün çabası iktidarın toplum üzerindeki etkisini kırmak, toplumun genel gidişini, özellikle hukuk yapma yetkisini ellerinde bulundurmaktı. Çünkü her ne kadar Emevi ve Abbasi iktidarları zorba idiyseler de, yine de sivil toplum oldukça etkindi. Osmanlılarda da güçlü bir sivil toplum vardı. Buradaki sivil toplumdan kastım Batı’da burjuvazi ile ortaya çıkan sınıftan farklıdır. Buradaki toplum, hükümetin, iktidarın dışında kendini sivil, medeni alanda özerk ve özgür olarak koruyabilen toplumdur.

Bir noktanın altını çizmekte fayda var, İslam tarihi siyasal bakımdan, kamu hukuku, idare hukuku, anayasa hukuku bakımından yoksuldur. Ama sivil ve medeni alanda güçlüdür. Bu, Tanzimat’a kadar da böyle sürüp gelmiştir. İşte, ulema sivil alanı korumakla yetindiği için Sözleşme ile ilgilenmemiştir diyebiliriz. Bu tespit bizi şu noktaya götürüyor: İslam tarihinde kamu veya idare hukukunun teşekkül etmemesi; Müslümanların tarihte kamusal ahlak üretememelerinin de önemli sebebidir. Tanzimat’a kadar sivil alanda bireyler, topluluklar kısaca sivil alanda çarpıcı ahlaki yaşantılara rastlanır fakat Batılılaşma ve ulus devlet modelinin siyasi toplumla yetinmeyerek sivil alanı da ele geçirmesiyle sivil alanda da ahlakın kelami zemini aşındı, hukuka karşı –özellikle kul hakkı- hassasiyetler ve sorumluluklar derin bir zaafa uğradı.

Ümit Aktaş: “Medine Sözleşmesi”nde, doğrudan sözleşme ile ilgili olmasa da, tarihlerimizde yer alan Kurayza katliamı üzerinde de durmakta ve bu hatalı rivayete karşı oldukça makul eleştiriler getirmektesiniz. Bu mesele üzerindeki dikkatiniz ve tepkiniz neye dayanmakta?

Ali Bulaç: Aslında Beni Kurayza olayı Sözleşme ile yakından ilgilidir. Bu konu uzun yıllardır bende bir ukde olarak duruyordu. Siyer ve tarih kitaplarının aktardıkları rivayetlere bakıldığında Hz. Peygamber’in Beni Kurayza’ya tatbik ettiği hükümler Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in makbul sünnet ve siretine aykırıdır. Konunun dikkatli bir kritiğe ihtiyacı vardı. Bu hep aklımdaydı, uygun bir fırsatını arıyordum. Medine Sözleşmesi’ni yazarken bu konuyu bilmecburiye ele almak gerekti.  Hayli uzun bir bölüm oldu, bazı arkadaşlar bu konuyu biraz daha geliştirerek ayrı bir kitap yazmamı dahi teklif etti.

Siyer ve tarih kitaplarının anlattığı olayın aslı astarı yok. Bu da bize gösteriyor ki, kaynaklarımızın ciddi bir kritiğe ihtiyacı var. Akıl almaz rivayetleri klasik kaynaklar yanında modern zaman tarihçilerinin de kritik etmeden aktarmaları gerçekten hayret verici. Rivayetler Cebrail aleyhisselamı bir merkebe bindiriyor, toz toprak içinde kalmış melekleri müşrikleri kovalamaya gönderiyorlar. Hz. Peygamber’in güya 300 ila 900 arası erkeğin öldürülmesine karar vermesi ise apayrı bir skandal. Yahudilerin ünlü Masada olayı Beni Kurayza’ya uyarlanmış gibi.

Konu bugün içinde bulunduğumuz trajik durumun sebeplerinden birini gösteriyor. Hadis ilminde sözü edilen senet kritiği yanında “metin kritiği”ni canlandırmak lazım. Medine Sözleşmesi’nde ben bu usulü Beni Kurayza rivayetine tatbik etmeye çalıştım. Allah ömür verirse, bugün için hem hadis hem siyer için uygulanması gereken “metin kritiği” konusunu da ele almaya çalışacağım.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir