Ali Bulaç Yazdı: Yüzleşme!

25.10.2021

1.

Mümtaz’er Türköne tezinde ısrarlı. Bize diyor ki, din istismara açık bir alandır. Siyasiler, dün dini, halkın inançlarını istismar ediyorlardı, bugün de istismar etmeye devam ediyorlar.

Çare; Laiklik! Laiklik bu meseleyi kökten halledecektir.

Soralım: Söz konusu “dinin istismarı” ise, bu sadece siyasetle ilgili olan mı sorun?

Ve sadece dindarlar mı istismar eder?

Ticarette, sosyal ve bürokratik statülerin elde edilmesinde dinin istismarı olmaz mı? Hiç şüphesiz müşterisini aldatan bir mahalle bakkalının “dürüst bir mü’min” görüntüsü vermesi istismardır. Şimdi böyle bir durumda bize ne önerirsiniz? Bu “istismar”ın önlenmesi için dindarların bakkaliye dükkânı açmasını mı yasaklamalı?

Daha çarpıcı örnek var: İstismarcı bakkalın motivasyonu istismar ise, aynı bakkal bir anda hem dini hem laikliği ve kemalizmi istismar edebilir. Nitekim dükkânında besmele ile Mustafa Kemal’in resmini bir arada bulunduran bakkal veya işyeri sayısı az değil. Bu bakkal veya işyeri sahibi iki tür müşterisine hitap ediyor: “Dindarsan, bak sağımda besmele tablosu, dindar değilsen sol tarafta Mustafa Kemal’in resmi var.” Aynı istismarcı (duygu sömürücüsü) Hıristiyanların çokça yaşadığı bir yerde bakkaliye açacak olsa, İsa-Meryem’in tablosunu da asar.

Devletin herhangi bir kademesinde görev almak isteyen birine –eğer dini vecibelerini yerine getiriyorsa- “dindarlığı”ndan dolayı görev almayı mı yasaklayacağız?

Hem sadece dindarlar mı istismar eder ve hakları korumaz? Laikler, hatta ateistler, liberaller, komünistler istismar etmez mi, hakları çiğnemez mi?

Üçüncü Fransız cumhuriyeti radikal laikti. Bonapart, dünyanın tamamına laik temelde çeki düzen vermek üzere yola çıkmıştı. On binlerce din adamı ve Katolik Fransız sandıklara konulup Sen (Le Seine)  nehrine atıldı, giyotin altında kelleleri gövdelerinden ayrıldı. Bütün bunlar laiklik adına yapılıyordu.

Lenin’in İncil’e açıktan küfretmedikleri için kaç kadını ölüme gönderdiğini bilen var mı? 1970’lerde Konfüçyüs’e karşı buyük bir kampanya başlatan Mao da Konfüçyüs’ü zararlı görmeyenleri, muhaliflerini nasıl tasfiye ettiklerini kim inkâr edebilir? Enver Hoca hala hatırlayanların uykusunu kaçırmaya devam ediyor. Stalin tarihin gelip geçmiş en radikal, merhametsiz ateistiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda 1937’deki Sovyet anayasasında yer alan “kolera, veba ve dinle mücadele” hükmüne rağmen, yıllarca baskı altında tuttuğu Ortodox Kilisesi’yle diyalog kurup, Sovyet askerlerinin savaşta dini-manevi motivasyon kazanmalarını sağladı.

Kurucu ideolojisi Siyonizm olan İsrail’in kurucuları dindar kimseler değildi, dini sadece araçsallaştırıyorlardı.

Türköne, ana sorunun temel hak ve özgürlüklerin korunması olduğunu söylüyor, yerden göğe kadar haklıdır. Onun dine olan hürmetine şahidim. İddiası şu ki, Şeriat temel hak ve özgürlükleri koruyamaz. Üç argümanı şu:

  1. a) Din siyasilerin istismarına açıktır
  2. b) Bir zümre din yorumunu mutlaklaştırıp diğerlerini baskı altına alıyor. İslam tarihi bu örneklerle doludur. Bugün de dindar kimlikleriyle iktidar olanlar başkalarının hak ve özgürlüklerini kısıtlıyorlar. İki somut örnek: İŞİD, Taliban!
  3. c) Şeriat’e göre dinden dönenler (mürtedler) öldürülür. Bu hüküm kitaplarda yerini muhafaza ettikçe din ve vicdan özgürlüğü nasıl korunabilir?

Her üç argüman da yerli yerinde. En son Faysal Mahmutoğlu, Ebussud Efendi’nin fetvalarından hareketle  Şeriat’ın Osmanlı’daki trajik tatbikatını yazdı (1) Bu yazıda din adına olan pratikler için başvurduğumuz “Su-i misal emsâl olmaz” kaidesini laiklik için de söz konusu edip ilk ikisini ele alacağım, üçüncüsü vd. ni de yazacağım inşallah.

İslam adına kurulan yönetimlerde temel hak ve özgürlükler korunmadıysa, laiklik adına kurulan yönetimlerde de korunduğu söylenemez. Bunun da çok sayıda örneğini verdik. Söz konusu örneklerden, sadece Şeriat değil, temel tezlerine ve ideallerine rağmen başka siyasi doktrinler de hak ve özgürlükleri koruyamayabiliyorlar? Demokrasi bu konuda acze düşebilenler içinde yer almaktadır. 

Şu halde soralım: Hak ve hukuk ihlalleri neden sadece Müslümanlara ve Şeriat’e hasrediliyor?

Uygun toplumsal ve hukuki enstrümanlar ihdas edilir de, bunlar hukukun, ahlakın, eğitimin, kültürün ve kamusal hayatın besleyici ilkeleri mertebesinde ele alınırsa, Şeriat temel hak ve özgürlükleri korur, laiklik de korur.

Yakınlarda Amerika’da önemli bir deneye tanık olduk. Trump tam bir musibet olarak demokrasinin üstüne çökmüştü. Eğer Trump ikinci kez kazansaydı, Amerika demokrasiye veda edecek, arkasından Avrupa’daki demokrasiler yerlerini sağcı-ırkçı, yabancı düşmanı, otoriter partilere, sonra da seçimle işbaşına gelen Hitler tipi yöneticilere bırakacaklardı.  Nitekim iki dönemle sınırlı seçim mevzuatını değiştirmeyi düşündüğünü dile getirmişti. Amerika’da demokrasi büyük bir sınavdan geçti, sınavı kazanan kurumlar oldu; yargı, medya ve sivil toplum kuruluşları… Bunların içinde dindarlar olduğu gibi seküler/laik unsurlar da vardı.

2.

Genelde İslam dünyası ve özelde Türkiye açısından laikliğin istismarının, dine karşı bir mücadele hattı olarak tasarlanıp kullanılmasının nelere mal olduğuna biraz daha yakından bakalım:

28 Şubat ve öncesinde yıllar yılı laiklik adına, değil sadece memur adayları, aileleri ve yakınları dahi sıkı bir araştırmadan geçiriliyorlardı. Din ve dindarlıkla şu veya bu düzeyde irtibatları tespit edilenler memur olamazlardı.

Bu işlemde temel varsayım şuydu: “dindarlık kamusal hayata zarar vericidir.  Din öyle kötü bir öze sahip ki, dinle ilişkili insan bu kötülüğü kamuya yansıtır: Görevi kötüye kullanır, tarafsız davranmaz, dindar olmayanlara haksızlık yapar, devlete dini renk katar vs.”

İstismarcı dindar bakkal örneği üzerinden, dindarın ticaretle ve genel olarak ekonomik hayatla ilişkisi üzerinden yürümeye devam edelim: 28 Şubat sürecinde sokak başındaki köfteciye, esnafa, holdinglere varıncaya kadar, dindarlar “yeşil sermaye, irticai sermaye”  “mürteci” adı altında ticari ve ekonomik hayattan, kamusal alanlardan arındırılmak istendi. Bu işlemler laiklik adına yapılıyordu, peki, elimizde bu haksızlığın önüne geçecek bir enstrüman var mıydı? Yoktu!

Böyle bir resmi iklimde, kişiler mahiyetini bilmedikleri halde laik görünüp statü kapmaları, kamunun imkanlarından yararlanmaları “laikliğin istismarı” değil miydi? Olan oldu. Mağdurlar mağduriyetleriyle kaldı.

80 yaşını aşkın birkaç generali hapse atmak yaşanan acıları, ıstırapları, hasarları telafi eder mi? Etmez!

Şimdi eğer dinin siyasette istismarının önüne geçmek için, çare dinin siyasi ve hatta ekonomik alanın dışına çıkarılması ise, laikliğin istismarının önüne geçmek için de aynı şeyi yapmak gerekmez mi? Laiklik istismar edildiğinde hangi somut ve etkili kuruma müracaat edeceğiz? Bağımsız ve tarafsız yargı derseniz, 28 Şubat’ta en yetkili bir yargı mensubu dindarları “habis ur” görüyor, diğeri elinde balta seçilmiş bir vekilin hanesinin kapısına dayanıyordu.

“Laiklik korur, din korumaz” önermesini biraz daha serin kanlı düşünelim:

Başörtülü bir yargıcın, sanık karşısında tarafsız olamayacağı öne sürülüp onun yargıda görev almasına engel konuluyorsa, başı açık bir yargıcın tarafsız hüküm vereceğinin teminatı nedir? Taraflılık veya tarafsızlık saçla ilgili olabilir mi? Saçı açık yargıç adil oluyor da, saçı kapalı yargıç neden adaletsiz olsun? Eğer yargı sırasında başı kapalı yargıç başı açık sanığa bakarken, başına-saçına takılıp içten içe önyargı sahibi oluyorsa, başı açık bir yargıç da, sanığı başı kapalı bir sanığa karşı aynı duyguları hissedir ve hisleri kararlarına etki edebilir.

3.

Din ve laiklik ilişkisine biraz da tarihsel ve toplumsal bir perspektiften bakalım:

Laik 28 Şubatçıların düşündüklerinin tam aksine, 20. Yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere  Anadolu’da ve büyük kentlerde merkez-kaç güçler (çevre) öylesine büyük bir enerji biriktirmişti ki, dünyanın içine girdiği yeni duruma uygun, küresel performans gösteriyordu, püritendi ve dindar-muhafazkar karakteri küçük ve orta ölçekli sanayi ve ekonomik hayatı sürekli yeni yatırımlarla büyütmeye endeksliydi. Max Weber’in neredeyse dediği oluyordu: Dini hayat, dini hissiyat ekonominin çarkının dönüşünü hızlandırıyor, Türkiye tipi kapitalizmi işler kılıyordu. (Bu İslam’ın sosyo-ekonomik tasavvurları açısından iyi miydi, kötü müydü ayrı bir konu.)

Bakış açımızı genişletip biraz daha ilerisine geçebiliriz:

Benim okumalarıma göre, geçen yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı’nın kuruluşundan önceki dönemde Anadolu’nun belli beşeri havzasında (Kayseri, Konya, Nazilli, Malatya, Sivas, Diyarbakır vs.) neşvünema bulan dini-iktisadi canlanmanın bir benzeri yaşanıyordu. Anadolu ve büyük kentlerde bu canlanmayı sağlayan beşeri unsur bir yanıyla bedevi karakterdeydi, eğer haderileri salt taklit etmeyi değil, Hz. Peygamber (s.a.)’in yaptığı gibi medeni bir karakter kazansaydı modern çağa uygun ve bölge Müslümanlarının tamamını ayağa kaldıracak muazzam bir değişimi sağlayabilirdi. Fatih Sultan Mehmed’in “başarısı”, çağının ve çevresinin tecrübelerinden yararlanarak söz konusu bedevi karakteri bir imparatorluğa dönüştürme becerisini göstermesinde yatıyordu. Fatih’in hakkını verelim ama yüceltmeyelim, onun kaygısı Peygamber medinesi kurmak değil, son durağı Roma olan bir hükümranlıktı; bu yüzden kolayca kiliseleri katedral modelindeki camilere çeviriyor, çocukları merhametsizce boğdurabiliyordu. (2) Fatih, devlet için dini araçsallaştırıyordu.

Eğer geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan bu büyük beşeri, dini ve maddi uyanışı Ömer bin Abdulaziz gibi yönlendirebilseydik, İslam alemi bu trajik durumda olmayacaktı.

4.

Yukarıda işaret ettiğimiz üzere demokrasiler tehdit altında. Tehdit de dinlerden değil, Trump gibi popülist-demogog siyaset şarlatanlarından, faşist partilerden, komünizm özlemi çeken gruplardan, yabancı düşmanı ırkçı parti ve hareketlerden gelmektedir.

Halen demokrasiye yönelen Trump tehlikesi geçmiş değil, Avrupa demokrasileri de tehdit altında. Ama hiç değilse hem dindarlar hem seküler/laikler, şimdilik otoriter-popülist yönetime karşı rahat nefes almış oldular. Belki bu olay, temel hak ve özgürlükler, kamusal hayatın tanzimi ve siyasetin çoğulcu, müzakereci ve katılımcı karakter kazanması konularında selim akıl ve vicdan sahibi dindarlar ile laiklerin işbirliği yapabilecekleri fikrini bize ilham eder. Bu yüzden etnik grupları ve mezhep mensuplarını birbirleriyle çatıştırmaktan vazgeçmemiz gerektiği gibi, dindarları ve laikleri de çatıştırmaktan vazgeçelim.

Herkes özel/mahrem ve sivil/medeni alanda dilediği dine, mezhebe, inanca, felsefi kanaate göre yaşasın, kamusal hayat da bütün sosyolojileri içine alacak şekilde bir “toplum sözleşmesi” temelinde oluşsun.

Hepimizin bilmesi gereken gerçek şudur: Bir toplumda birden fazla farklı sosyolojiler varsa, bir sosyoloji diğerlerini ortadan kaldırmak veya diğerlerini hegemonyası altına alarak sosyal barışı ve siyasi birliği koruyamaz. Aksine gerilimi, kutuplaştırmayı ve çatışmayı derinleştirir. Yegane çare sosyolojilerin tümünün karşılıklı tearuf ve müzakere ile aralarında bir toplum sözleşmesi imzalamaları ve yaşadıkları ülkeyi ortaklaşa yönetmeleridir.

Bu benim ana çerçevesini Medine Sözleşmesi kitabımda anlatmaya çalıştığım çözümdür (3). Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a)’in Kur’an’ın ışığı altında hayata geçirdiği bu model, “Ne olsa gider!” diyen postmodernistlerden veya ahlaki bir değer olan özgürlüğü ‘bırakın yapsınlar-bırakın geçsinler’ deyip timsahlarla ördekleri aynı serbest sularda yüzdüren liberallerin serbestiyesinden apayrı bir şeydir.

Hak ve özgürlükler herkesin sorunudur.

Notlar

1) Faysal Mahmutoğlu, Osmanlı’da şeriathttps://farklibakis.net/yazarlar/faysal-mahmutoglu-yazdi-osmanlida-seriat/

2) Hapislikten sonra, kitap bakmaya gittiğim Cağaloğlu’nda sakallı bir kitapçı yüzüme bakıp şunu söyledi:

-Fatih’ten bize güzel iki miras kaldı, biri İstanbul, diğeri kardeş katline çıkardığı fetva.

3) Bir keresinde Silivri’de yargılanırken Mümtaz’er Türköne, hakimler heyetine mealen şöyle demişti: “Şimdi, bu salonda yargılanan Ali Bulaç’ın ortaya attığı Medine Sözleşmesi’ne kulak verilseydi, bunların hiçbiri olmazdı.” Vesika’nın güncellik kazanmasında kendisinin de değerli katkıları (Mümtaz’er Türköne, Müslümanlar ve çoğulcu toplum tasarımı, Birikim, Sayı: 43, Kasım-1992. )olan Türköne’nin, neredeyse tek çıkış yolu laikliği gösterirken kastının ne olduğunu anlıyorum; bu ülkenin siyasi birliğini, sosyal barışını önemseyen bir fikir ve bilim insanıdır. Laikliğe yaptığı kuvvetli vurgu, bu hayati konunun daha derin ve şümullu müzakere edilmesini, İslami hayat ve pratikleri önemseyenlerin kendi geçmişleri ve bugünkü gerçekleriyle yüzleşmelerini sağlayabilir. “Bârika-i hakikat, müsademi efkârdan çıkar.”

Bu yüzleşmeye ihtiyacımız var, laik kesimlerin de.. Samimi, kendi hatırına iki kesim yüzleşme yaparsa umulur ki, yepyeni ufuklara kanat açabiliriz.

Ali Bulaç’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.