Mümtaz’er Türköne: Kavramların Masumiyeti: Laiklik ve Şeriat

19.10.2021

Yıllarca kavramlarla ve teorilerle uğraştım. Aydın’ın Didim ilçesine yakın Milet’te M.Ö. 6. Yüzyıl civarında yaşayan filozoflar (Herakleitos, Anaksagaros, Anaksimandros, Anaksimenes, Thales gibi) kavramları başımıza bela etmeden önce ne güzel birbirimize, yüreklerimize dokunan hikâyeler anlatıyorduk. Benim niyetim de sonu gelmez kavram tartışmaları yerine somut gerçeklikler -bir laboratuvar gibi bu gerçekleri barındıran tarihte yaşananlar- üzerinden ele aldığımız mevzuyu ete-kemiğe büründürüp dallandırıp budaklandırmak, sonra da bir neticeye bağlamaktı. Kadir Canatan’ın laiklik kavramının “masum olmadığı” iddiası (üstelik benim bu kavramın masum olduğunu öne sürdüğümü söylüyor) çok doğru; aslına bakarsanız insanlığın ortak malı haline gelmiş masum tek bir kavram, tek bir soyutlama bulamazsınız. Bütün kavramlar -hele ideolojiler çağında- kan dökmüş, adam öldürmüş, büyük katliamlar yapmıştır. Silah olmuş, cephane olmuş, mermi olmuş hedef aldığı kitleleri yok etmişlerdir. Peki ya kavramların temsil ettiği gerçeklikler?

Üniversitede doktora düzeyinde “Laiklik” adıyla yıllarca ders vermiş eski bir hoca olarak, önce bana bıkkınlık veren üstelik anlamsız gelen bir görevi yerine getireyim.

“Laiklik” latin dillerinin ve Katolik inancın hakim olduğu coğrafyada, ilk defa Fransa’da icat edilmiş ve hâlâ genel kural olarak aynı coğrafyada tedavülde olan bir kavramdır. Yunanca “laikos” yani “halk” kelimesinden türemiştir. Bütün kavramlar gibi bir kavram çiftinin parçasıdır; tam karşısında “klerikos” yani din adamları yer alır. Avrupa nüfusunun üçte birinin yok olduğu uzun din savaşlarını bitiren ve 1648 Westfhalia ile ortaya çıkan ulus devlet düzeni kendini temellendirmek için bu kavramın peşine düşmüştür. Dreyfus olayının tetiklemesi ile Fransa 1905 yılında, bugün emsal gösterilen laik düzenlemeleri gerçekleştirmiştir. Anglo-Sakson dünyada (İngiltere, Kanada, ABD, Commonwealth ülkeleri) laiklik kelimesi bilinmez ve kullanılmaz. Bu kültüre mensup entelektüel biri ise Yunanca kelime bilgisinden sizin “halk”tan bahsettiğinizi düşünür. Laiklik ilkesinin anayasada yer almadığı bir çok ülke olduğu doğrudur, ama bu sözün hiçbir anlamı yoktur. Anglo-Sakson kültürü “laicite” yerine “secularism” kavramını kullanırlar. Bizdeki “çağdaşlık” kelimesi de buradan gelir. Laiklik ve sekülarizm kavramları  aynı amacı gözetseler de  aynı içeriğe ve yöntemlere sahip değildir. Laiklik, -katolik kilisesinin sembolize ettiği- kurumlaşmış dini (dinleri) devletin dışında tutarak, dini siyasetin dışına yerleştirir. Sekülarizm ise kurumsal bir düzenleme getirmez, sadece birey özgürlüklerini, bireylerin inanç farkı gözetmeden eşitliğini vazgeçilmez bir prensip olarak benimser ve uygular. Bu yüzden Katolik dünyada devlet laiklik ilkesi gereği her din grubuyla (özellikle en tartışmalı din eğitimi mevzuunda) konkordatlar (anlaşmalar) imzalar, bu anlaşmalara göre “kilise vergisi” toplar. Anglo-Sakson dünyada ise her şey sınırsız şekilde bireyin özgür tercihine bırakılır. ABD Federal Mahkemesi bizim laiklik adını verdiğimiz ilkeyi birey üzerinden şu çok basit formüle bağlamıştır: “Kamu hizmetine girerken, kamu hizmeti alırken kimsenin dini inancı soruşturulamaz.”

Kadir Canatan iki yazımda Türkiye’deki laik düzenle ilgili çelişkili ifadeleri çok doğru biçimde yakalamış. Bu çelişki biraz laiklik kavramına yüklenen farklı anlamları gözetmekten, biraz da mevzuya nereden baktığınızla alâkalı. Ancak Anayasa’da laiklik kavramının yer alıp almamasının hiçbir anlamı ve değeri yok. Bizdeki anayasa hep fiili durumun zorunluluklarını göstermek için kullanılan göstermelik bir metin oldu. Bizim anayasamızda laiklik için vazgeçilmez olan, bu kavrama yer verilip verilmemesi değil 10. Maddenin tam olarak uygulanmasından ibaret. Eşitliği düzenleyen bu madde aslında tam olarak Anglo-sakson geleneğine uygun bir sekülarizm tanımıdır.

Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir…. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür”

Bütün kanunların, idari tasarrufların bu eşitlik tanımına göre yapıldığı durumda hiçbir şekilde ayrıca laiklik prensibini vazetmenize gerek kalmaz. Ayrıca, devlet içinde Diyanet başta olmak üzere bir çok kurum ve kanun bu eşitlik prensibine aykırı durumdadır. Dikkat ederseniz bu madde eşitlik için “din ve mezhep” yanına “siyasi düşünce ve felsefi inancı” da yerleştirmektedir. Şayet siz materyalist, pozitivist felsefeyi, veya laikliği bir ideolojiye çeviren laisizmi savunmaya kalkarsanız bunlar da eşitliğe dolayısıyla laikliğe aykırı olacaktır. “Bilimin rehber olması”, “dinlerin modası geçmiş birer dünyayı kavrama biçimi olarak mahkum edilmesi, yani pozitivizm”, “dinlere düşmanca tavır sergileyen laisizm” de bu anayasa maddesinin somutlaştırdığı ve korumaya aldığı laik düzene aykırı olacaktır. Kısaca laikliği devlet karşısında vatandaşların eşitliği olarak alırsanız, veya her ikisini birbirinin yerine kullanabilirseniz, daha ötesi doğru ve gerçek laiklik kavramını kullanıp kullanmadığınızı bu eşitlik tanımıyla test ederseniz hata yapmamış olursunuz. Özetle laiklik, bireylerin devlet karşısında eşitliğidir.

“Dindar Anayasa” lafı, dindarlar için de tam bir palavra olarak anlaşılmalı. Hangi dindarlık? Kimin hangi din yorumuna dayanan dindarlığını koruyacaksınız? Siyasetçi elindeki gücü arttırmak için siyasetin alanını genişletmeye çalışır. Şu dindar ile bu dindar (somut olarak farklı cemaat ve tarikat mensupları)  farklı din-şeriat yorumlarında birbirinin boğazına yapıştığı zaman “dindar anayasa” hangi tarafı koruyacak?   “Dindar anayasa” siyasetçinin oy almak için fütursuzca giriştiği dini istismar eylemine anayasal koruma sağlamaktan başka hiçbir işe yaramaz.  Siyasetçi iş yapmak için değil dini istismar ederek dindarlığı arkasına almak istediği zaman böyle laflar eder. Anayasa’nın onuncu maddesine olduğu gibi riayet edin, anayasaya ne koyarsanız koyun hangi kavramla adam kandıracak, hangi kavramları fetişleştirerek kitleleri iğva edecekseniz edin. Sonuç hiçbir şekilde değişmez.

Ali Bulaç benim tartışma diye başladığım faslı, nezih bir müzakere düzeyine yükseltti. Ben kendi adıma vardığımız yerden çok memnunum. Öyle ki, Kadir Canatan’ın son yazısının altına (bana yönelttiği eleştiriler de dahil) olduğu gibi imzamı koyabilirim. Zira Canatan, Anayasa tartışmaları için  formüle ettiği üç prensipten ikisi (birincisi yönteme dair) tam ve eksiksiz ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir laiklik tanımı içeriyor:

  • “Devlet, hiçbir din ve ideoloji temelinde kurgulanmamalıdır. Ne kemalizm, liberalizm veya sosyalizm gibi ideolojiler ne de İslam, Hristiyanlık ve Budizm gibi dinler resmi ideoloji olamazlar. Devletin dayandığı temeller, anayasayla kendisine verilen misyon ve görevlerden ibaret olmalıdır.”
  • “Devlet, toplumda varolan ve yaşayan tüm dinler, cemaatler ve tarikatlar karşısında nötral/tarafsız olmalıdır. Onların ne kurumlarına ne de öğretilerine müdahale etmemelidir. Toplumun çoğul bir yapıya sahip olduğu gerçeğini kabul etmelidir.”

Bu formülasyon, hukuk tekniği ile anayasa diline çevrilirse Kara Avrupa geleneğine uygun bir “laiklik” tanımı ortaya çıkar. Dikkat edilirse burada din ve inanç konusunda devletin uyacağı prensipler formüle ediliyor. Merkeze devlet yerine bireyi yerleştirip, 10. Maddedeki eşitlik prensibine ulaşır, devleti de bireyler arasında bu şekilde tesis edilecek eşitliğe kefil kılarsanız bu sefer “sekülarizm” ile baş başa kalmış oluyoruz.

Mesele aslında çok zor değil. Çok kısa zamanda Canatan’la aynı noktaya gelmemiz bu durumu göstermiyor mu?

Yine çelişkili bir laf edelim. Gördüğünüz gibi adam öldüren, cinayet işleyenler silahlar değil, o silahları kullanan insanlar.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir