18.01.2021
1.Demokrasi ve Müzakere
Demokrasinin tarihte bir kereliğine tanımlandığını; evrensel ve ebedi bir çerçevede şekillendiğini; ilk, nerede ve nasıl ortaya çıkmışsa bugün de aynı tarihsel özelliklerini koruduğunu ve sonsuza kadar hep böyle devam edeceğini söylemek mümkün mü? “Mümkün” diyenler, demokrasiyi “endüstri toplumunun siyasi rejimi” olarak gören klasik siyaset bilimcileridir; ama 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Sanayi Devrimi 1950’de sona erdi.
Sanayi Devrimi’nin şekillendirdiği toplumsal yapı değiştikçe demokrasi de değişiyor. Bunun yanında demokrasi, kendisi dışındakilerle ilişkilendirilemez; ne cumhuriyet ne laiklik, demokrasinin gerekli şartıdır. Batılı demokratik çerçeve cumhuriyet ve laikliği içerir ama bunlar, ikincil faktörlerdir ve demokrasi bunlarla ilişkilendirildiğinde sonuçta demokrasinin kendi varoluş amacı dışındaki faktörler tarafından belirlendiği, bunların tarihsel ve felsefi öncüllerine göre kendini düzenlemeye ve değişime tabi tuttuğu bir rejim olur. İngiltere ne laiktir ne de cumhuriyettir ama demokrasinin işlediği bir ülkedir.
Demokrasiyi “işleyen bir süreç” olarak tanımlamak mümkünse, bu sürecin bugün en büyük eksiği veya zaafı, kültürel ve kurumsal müzakereden yoksunluğudur. Müzakere, kesintisi olmayan süreç şeklinde işlerse, sadece karar mekanizmaları değil, karar süreçleri de “müzakere”ye konu olur ve hatta temel yasalar da işlevlerini eskittikçe müzakereye açılır.
Bu açıdan “müzakere”nin anahtar rol oynadığını ve bu olmazsa, demokrasinin de belli çıkar grupları ve lobiler tarafından manipüle edilebileceğini söyleyebiliriz. Her ne kadar tarihteki monarşiler veya cumhuriyetler, demokratik müzakere sonucu ortaya çıkmamışlarsa da bunlarla ilişkili söylenecek tek şey, her ikisinin de “fiili durum” teşkil etmesidir. Sorun, cumhuriyetin ve monarşinin demokratik süreçle ne ölçülerde uyum içinde olduğu sorunudur. Bu yüzden demokrasinin geçerli olduğu ülkelerde, monarşinin cumhuriyete veya cumhuriyetin monarşiye dönüşmesini gerektiren zorlayıcı sebepler yoktur.
Eğer “müzakere” siyasetin ruhu ise, müzakerenin sürecin hiçbir aşamasında kesintiye uğramaması lazım. Açık müzakere sürecinde farklı toplumsal kesimlerin talepleri dile gelir, tartışmaya konu olur ve bunlardan bir kısmı anlaşma ile sonuçlanır. Müzakere zemininde üzerinde anlaşmaya varılan her konu, temel yasanın bir maddesini teşkil eder. Her müzakerenin anlaşmayla sonuçlanması mümkün olmadığından, üzerinde konsensüse varılmayan ihtilaf noktaları bir sonraki müzakere konusu olmaya devam eder.
Müzakerenin iki şartı vardır: a) Söz ve ifade özgürlüğü, b) Hiçbir toplumsal grubun müzakere dışında tutulmaması.
Özgür bireylerin ve kendini kamusal alanın kuruluşunda taraf gören sivil-sosyal grupların kendi aralarında serbestçe tartışabildiği, anlama süreci içinde birbirlerini etkilediği, karşılıklı alış veriş içinde olduğu bir durumdan elde edebileceğimiz ilk kazanç “toplumsal sözleşme (muahede)” olmalıdır. Bir kere sözleşme çıktı mı, diğer sorunların aynı yöntemle çözümü kolaylaşır; bunun da yolu muarefe ve müzakereden geçer. Sürecin sağlıklı ve iyi niyet zemininde yürümesinin önşartı “ihtiram”dır.
2.İhtiram
İhtiram zemininde yürütülen muarefe ve müzakere, hem keyifli hem öğreticidir. Bizi muahedeye götürecek olan “tartışma” değil, “müzakere”dir. Müzakerede taraflar birbirlerine karşılıklı hatırlatmalarda bulunur, yol gösterirler. Bundan dolayı müzakere öğretici, yol gösterici ve ufuk açıcıdır. Eflatun, “öğrenme hatırlamadır” demişti. Yani insanın doğasında varolan evrensel ve ebedi bilgi ve hakikatler, dışarıdan hatırlatma (zikr) yoluyla uyandırılır, bilinç seviyesine çıkarılır. Dışarıdakinin içeride karşılığı vardır. Afakta olan enfüsi olanın zahiri, enfüsi olan afakta olanın bâtınıdır.
Kur’an’ın bir ismi “zikr”dir, yani hatırlatıcı ve uyarıcıdır. Vahiy alan Peygamber’in bir misyonu da “müzekkir”dir, yani hatırlatan, yol gösteren ve uyarandır. Vahiyler ve vahyi alan peygamberler insana dışarıdan, onun büsbütün yabancısı olduğu şeyleri getirmezler, aksine özünde ve doğasında zaten varolan, ancak bir şekilde bastırılmış, unutturulmuş, özvarlığın derin tabakaları altına sürülmüş bilgi ve değerlerin bilinç düzeyine çıkarılmasına yardım eder, bunun yol ve yöntemlerini gösterirler.
Muarefe ve müzakere süreçlerinde çaba göstermek ve başarmak insanın görevidir. İnsanın farkında ve bilincinde olduğu hiçbir değer insana yabancı değildir. İnsan kendisi de iyi, güzel ve doğruyu bulabilir. Ama bunların sahiden doğru değerler olduğundan tam olarak nasıl emin olacağız? Bunları bir başka şeyle test etmemiz gerekmez mi? İkincisi, değerleri vaz’den insan bunları “keyfi olarak” ve başkalarının aleyhinde değiştirmeye kalkıştığında ne yapacağız? Değerleri ne adına ve nasıl koruyacağız?
Tabii ki zamanın ve sosyal-maddi şartların değişmesiyle değişen değerler vardır ama değişmeyen, her zaman ve her durumda geçerli değerler de var. Bundan dolayı, insanla ilişkili olsa da bu kategorideki değerler insandan bağımsızdır. İnsana güven esas ise de, Hakikat’le bağını kopardığı her durumda güvensizlik başlar. İnsan şaşırır. İnsan zulmeder.
Yine müzakereye katılanlar birbirlerine azami derecede “saygı” gösterirler. Saygı, karşı tarafı saygın kabul etmek ve onun temel haklarını beyan etmektir. “Saygı” kelimesinin Arapçası “hürmet”tir. Hürmet, muhterem, ihtiram ve mahrem kelimeleri “haram”la aynı köktendirler. Haram “yasak” demektir. “Mescid-i Haram” insanların ve hayvanların her türlü tecavüzden korunduğu, otlarının dahi yolunmadığı yasak, korunmuş ve kutsal bölgeyi ifade eder. Bireye ve aileye ait “mahremiyet”, başkalarına yasak (haram) özel alandır. Peygamber Efendimiz, “İnsanların kanları, malları ve namusları birbirine haramdır.” buyurur. (Buhari, Hac, 132; Müslim, Kasame, 29.) Ayrıca din (din ve vicdan özgürlüğü), can (yaşama ve kendini geliştirme), mal (emek ve meşru mülkiyeti koruma), akıl (düşünceyi ifade etme) ve nesil (insanın bedeni ve manevi kişiliğini her türlü saldırıdan koruma, türümüzün gezegendeki varlığını devam ettirme) hakkı ve güvenliği hukukun koruması altındadır.
Aynı ilkeden hareketle, dinler arası ilişkinin temeli “ihtiram” olarak kabul edilmiş ve öyle tesis edilmiştir. Bu sayede Avrupa’nın Ortaçağı’ndan farklı olarak üzerinde yaşadığımız topraklarda Hıristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler (ateşetapar), Sabiiler (yıldızatapar), Ezidiler vd. inançlara mensup topluluklar; hem varlıklarını devam ettirebilmiş hem din ve vicdan özgürlükleri, dinlerini öğrenme, grup halinde yaşama ve pratiklerini (ibadet) yerine getirme hak ve özgürlükleri hukuki teminat altına alınmıştır.
Bugün –formlar, bağlamlar, argümanlar ve gerekçeler farklı olsa da- İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı veya Kopenhag Kriterleri’nin işaret ettiği değerlerin büyük bir bölümünün ve temel hak ve özgürlükler ile hukukun üstünlüğü ilkesi gibi ideallerin kaynağı dindir. İnsanların kanları, malları ve namusları birbirine yasaktır; insanlar özgür doğar; insan ilke olarak suçsuz ve masumdur; temel haklar kamu otoritesinin güvencesi altındadır gibi formülasyonlar, tam 1400 sene önce bir Peygamber ve onu takip eden hukukçular diliyle aynen böyle ifade edilmişlerdir. İslamiyet’ten önce İncil ve Tevrat’ta 10 Emir, Nuh’un Yedi Kanunu bunların daha eski kaynaklarıdır. Haklar, Adem’in altı kanunuyla belirlenmiştir, Adem ilk peygamberdir. Demek oluyor ki daha kadim zamanlara gidilecek olursa, karşımıza bütün ahlaki değerlerin, “doğru, güzel ve iyi”nin öğretici paradigması olarak deformasyona uğramış din(ler) değil, “ed-Din” çıkar. İnsanın herhangi bir dini kaynaktan hareket etmeden de elde edebileceği üstün ahlaki değerler, sonuçta dinin ahlaki değerleriyle buluşabiliyor. Ed-Din, insanın üzerinde yaratıldığı fıtrattır (30/Rum, 30). O halde bu değerler aynı zamanda insanidir, insanın ebedi özünde içkindir. Yani insanın ebedi özü ile dinin aşkın kaynağı bir ve aynıdır.
Bir başka tarihsel gelişmede ve başka toplumsal kavgaların sonucunda bu değerler “insan” tarafından, insanın önyargıları ve nefs-i emarenin denetiminde olmayan aklı, insan deneyimi ve insanın doğruyu bulma yeteneği sayesinde bulunmuş, yeniden formüle edilmiş, yazılı metinlere geçmiş ve savunulur hale gelmişlerse, bu da insanın zaten doğası ve sahip olduğu ebedi öz sayesinde doğru, güzel ve iyi kavramlarına ulaşabileceğini gösterir. Bunu genlerimize değil, Yaratıcı Güç’ün bize armağan ettiği şeye ve bizi bu yönümüzle bütün varlıklara üstün kıldığı ebedi özümüze borçluyuz. Mutezile, iyi ve kötünün akıl tarafından bilinebileceğini haklı olarak savunuyordu; Mutezile’nin hesaba katmadığı, önyargılar ve tutkular tarafından denetlenebilecek aklın, hakikati ve doğruyu manipüle edebileceği, bu yüzden yine de üst kriter olarak vahye ihtiyaç hissedildiği gerçeğidir. Mutezile, bu konuda bize hiçbir kontra teminat vermiyordu.
İnsan tür olarak, diğer varlıklara göre bizatihi ve kendisi dolayısıyla değil, bu öz (dünyevi tabiatında içkin ilahi tabiatı/Nefha-i ruh) dolayısıyla “yüce”dir. Varlık ağacının en olgun meyvesi olduğundan saygıdeğerdir, saygı gösterilmeye layıktır. Burada insanın “iyi insan olma ve iyi insan kalma” kaydı esastır. Yücelik; bir bağış, potansiyel bir imkandır. İnsanlık ise “bir oluş ve olmaklık”tır. Bunu kısmen veya büsbütün kaybetmek de var. İnsan, “beşer” konumuna düşerse, onu hayvanla ortaklaşa paylaştığı dürtüleri harekete geçirir. Aristo yanılıyordu, “insan farklı bir hayvan türü” değildir; politika yapar olsa da eğer hayvani özelliklerine indirgenmişse, “insan altı (belhum adall)” konumda ve salt bir beşer, yani her birinde 3 milyar genin bulunduğu 100 trilyon hücreden ibaret biyo-kimyasal bir yaratık olarak davranış gösteriyor demektir. İnsanı “salt beşer” olmaktan kurtaran onun ebedi özüdür. İlahi öz’e yabancılaşma, ilkelleşmeye yol açar. Temel davranışları “yalan, başkasına kötülük ve egoizm” olan İk kabilesinden söz edilir. Kabile bu şekilde “insan olmak”tan çıkmış, salt beşeri bir “yaratıklar topluluğu”na dönüşmüştür. Daha yakın örnekler var: İkinci Büyük Savaş’ta 50 milyondan fazla insanı öldürenler, 6 milyon Yahudi’yi ve Hiroşima ile Nagazaki’de 210 bin Japon’u yakıp yok edenler İk kabilesinden çok mu farklıydı?
İnsanların doğru ve kabul edilebilir değerlere sahip olmaları iki şekilde olur: Biri, şu veya bu “dünya görüşü”nden hareketle, aşkın bir kaynağa başvurmaksızın, salt kendi akıl ve deneyimlerinin sonucu üzerinde karar kıldığı değerler; öbürü, insanın akıl, doğa (vicdan/fıtrat) ve deneyimlerinin de yardımıyla, aşkın bir kaynaktan hareketle sahip olduğu değerler. Yukarıda, aşkın olanın aynı zamanda insanın doğasında içkin olduğuna değinmiştik. Yani söz konusu değerler, insana yabancı ve ona dışarıdan empoze edilmiş değildir. Aşkın bir kaynaktan neşet eden değerler, insan ruhunun derin tabakalarında ve özünde içkin olarak bulunmaktadır. Bu değerlerini akıl, fıtrat ve deney olmadan anlaması, geliştirmesi ve yaşaması mümkün değildir. Değerlerin kaynağı gibi insanın ruhu ve özü de ebedi ve evrenseldir. Bu iki ebedi ve evrensel hakikat üst üste gelir, örtüşür ve bundan ebedi ve evrensel değerler çıkar. Toplum, tarih ve çevre belirleyici değil, etkileyicidir sadece.
3.Müzakere ve Adabı
Kur’an-ı Kerim, Müslümanların “işlerinin kendi aralarında şura” ile olduğunu, yani Müslümanların bir iş veya eyleme niyetlenirlerken, kararlarını istişare ile aldıklarını belirtir (42/Şura, 18). Şura ve istişare, 19. yüzyıldan beri İslamcıların anahtar terimlerinden biridir. İstişarenin müzakereyle ilişkisi vardır.
Müzakere; karşılıklı istişareyi ihtiva ettiği gibi, karşılıklı tedaileri (çağrışımlar), birbirini anlamayı, fikir ve görüşlerin kritiğini, test edilmesini de ihtiva etmektedir. Bu yüzden ben, İslam’ın öngördüğü siyasetin “müzakereci siyaset” olduğunu düşünüyorum.
Bugün Müslümanlar, ne aralarında istişare ederler ne müzakerede bulunurlar. Bu mübarek iki kavrama başvurmadıkları için muarefe ve muahedenin nimetlerinden de mahrum kalırlar. Yazık ki Müslümanların en çok kullandıkları yöntem “tartışma ve cedel”, iktidar olduklarında ise “yasaklamak” ve “susturmak”tır. Tartmak, ölçmek, belli bir kritere vurmak demek olan tartışmanın bir biçiminin müzakere olduğu iddia edilse de, diğer biçiminin mücadele (cedel) olması, söz konusu kavramın pek de kullanışlı ve yarayışlı olmadığı fikrini veriyor. İslam tarihinde Ehl i Cedel kimselerden bahsedilir, ister Mutezile ister Kelamcılar, bunun muarızlarının yakıştırması olduğunu söylerler. Daha çok akli ve soyut kavramlardan hareketle varlığın ve dinin anlaşılmasını savunanlar, aklı ve nakli eşit düzeyde referans aldıklarından bu suçlamaya maruz kalmışlardır.
Ama tarihteki telakki ve tecrübeler her nasıl cereyan etmişse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslam-içi tartışma müzakeredir, mücadele değildir Çünkü esas itibarıyla kullanılan zihni ve fikri malzeme her ne kadar akli ve soyut olsa da, akli olan nakli olana sadece öncelikli kabul edilmiş, nihayetinde her akli olanın nakli olana ne kadar uygun olduğunu ispatlama gayretine düşülmüştür Akletme, tefekkür, tedebbür, teemmül, tafakkuh, şuurunda olma, va’yetme vb. terimler iki farklı zihin arasında süren bir tartışmaya işaret etmezler. Bunların hepsi şahsidir ve bir insanın enfüsi ve zihni dünyasında cereyan ederler. Tartışma veya mücadele şahsın nefsine hitap eder, egonun şişmesini ve mücadelenin kazanılmasını telkin eder. İki farklı zihnin mücadele etmeyip, karşılıklı diyalog ve interaktif ilişki ve alışverişe geçtiği platform, müzakere zeminidir.
Yukarıda değindiğimiz üzere müzakerede iki unsur önemlidir: biri hatırlatma ve öğütte bulunma, diğeri karşılıklı alış veriş dolayısıyla etkileşim. Bu açıdan Kur’an, insanları ve özellikle mü’minleri tezekküre çağırır; kendini de “Ez-zikr” olarak isimlendirir. Mücadele (içi boş spekülasyon ve polemik-muğalata) ise Müslüman zihin ile İslam vahyini referans almayan zihin arasındaki tartışma biçimidir. Bu zemin, zannedildiğinden de çok geniş olabilir. Çünkü karşı zihin; sizin temel inançlarınız başta olmak üzere, vahyin kendisini, Kur’an’ın doğruluğunu dahi tartışma konusu yapmak isteyecektir. Önünüzde iki seçenek var: ya kesinlikle böyle bir tartışmaya girmezsiniz, bu durumda karşıtlarınız yani sizin gibi inanmayan ve düşünmeyenler üzerinde baskı kurarsınız ya da referanslarınıza ve kendinize güvenip tartışmaya girersiniz. Kur’an-ı Kerim’in muarızlarını davalarını ispatlamaya çağırması, hakikatle sıkı bağdan neş’et eden bir özgüvenin meydan okumasıdır.
“Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’an)’dan şüphe içindeyseniz bu durumda siz de bunun benzeri bir sure getirin Ve eğer doğru sözlü iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın” (2/Bakara, 23; 10/Yunus 38. Ayrıca bkz. 17/İsra, 88-89. )
Ayette ispata açık davet var. Kur’an; söylem, retorik ve edebi üstünlük yanında, varlık, hayat, insan ve Hakikat’le ilgili çözümlemelerin de en üst anlatımıdır. Bir ayet veya sure getirmek demek, Kur’an’ın bu konulardaki iddialarını “bir tür tartışma”ya açmak demektir, ancak bu kendi doğrularından veya ifade ettiği hakikatlerden kuşkuya düşmek değildir. Kur’an açısından, karşı zihinlerin böyle bir özgürlüğü vardır.
Hak batıldan, doğruluk yanlıştan, iyilik kötülükten, güzellik çirkinlikten korkmaz. İktisatta sözü edilen “kötü para iyi parayı piyasadan kovar” önermesi, “hak” ortaya çıkmadıkça geçerlidir. “Hak gelince batıl zail olur” (17/İsra, 81.) Hak, doğruluk, iyilik ve güzellik, ancak kendi karşıtlarıyla adil, özgür ve karşılıklı diyalogun mümkün olduğu bir müzakere ortamında kendilerini açığa çıkarırlar. “En güzel sözün ortaya çıkabilmesi için bütün sözlerin özgürce söylenmesi” lazım (39/Zümer, 18). Bütün bu meydan okumanın, adil, özgür ve diyalektiği geliştirici bir tartışmaya, müzakere ve anlama sürecine çağrı yapmanın esas sebebi Kur’an’ın kendisine duyduğu özgüvendir. İyi bir müzakere zihinleri uyandırır, aklı harekete geçirir ve vicdanın da desteğiyle Hakikat arayışında güç ve destek sağlar. Kur’an kendine bu güveni duyuyorsa, onun Allah’tan bir vahiy olduğuna inanan mü’minler niçin aynı özgüven içinde olmasınlar, siyasetlerini müzakere zemininde yürütmesinler!
Birileri yasak koyuyorsa, ya fikrinden emin değildir ya da birtakım hukuk ve ahlak dışı işlerinin açığa çıkmasından korkuyordur.
Durum bu merkezdeyken; Müslümanlar niçin İslam’ın çizdiği çerçevede önce kendi aralarında müzakerede bulunamıyor, tartışmanın usul ve adabına riayet edemiyor ve başkalarıyla “mücadelenin en güzeli”ni yürütemiyorlar? Müslümanlar neden kendi dillerini kuramayıp, başkalarının dilini, başkalarının jargonlarını -örneğin sol, marxist, milliyetçi, liberal, feminist vs.- kullanıyorlar ve başkalarının saldırgan tutumunu benimsiyorlar?