28.02.2021
Abbasi İlahiyatı: Mutezile’nin Yanılgısı ve Günahları
Abbasilere geldiğimizde ahlaki yozlaşma Halku’l Kur’an ve hüsn-kubh konuları etrafında cereyan etti.
Kamusal ahlak ve Kur’an ahlakının neden toplumsal hayatiyet bulmadığı sorusunun cevabını aradığımızdan Kelam disiplini çerçevesinde Abbasiler’deki tartışma ve bunun kültüre yansımalarının üzerinde yoğunlaştığı iki konu (Halk-ı Kur’an ve İyilik-kötülük) üzerinde duracağız:
- a) Kur’an ezeli mi, yaratılmış mı? (Halk-ı Kur’an): Bu konu Allah’ın kelamının yani Kur’an’ın ezeli olup olmadığı hususuyla ilgili bir tartışmadır. Bu konuyu ortaya atan Şamlı Hıristiyan teologlar özellikle kendi alanında güçlü donanıma sahip Yuhanna ed Dımaşki’dir. Müslümanlara yönelttiği soruda şu iddiayı ortaya atmıştır: Eğer Kur’an’da” İsa Allah’ın kelimesi” (4/Nisa, 171) ise, peki Allah’ın kelimesinin –sonra kelamı olacak- ezeli olması gerekmez mi? Bu, İsa’nın tanrısal vasfına işaret değil mi?
Bidayette bu soru kelami bir tartışma idi. Fakat Abbasi halifeleri, bunu siyasi konuya çevirmekte gecikmediler. Onların açıkça ifade etmeseler de tartışma eğer Kur’an’ın ezeli olmayıp sonradan yaratıldığı hükümler mecmuası olduğu fikrini kabul ettirecek olurlarsa, bu demektir ki, ilahi hükümler tarihte ve sonradan ortaya çıkmıştır; ebedi ve ezeli hakikatlerden neş’et etmediklerinden, değişmez hükümler değildirler. Şu halde halifeler olarak kendilerinin de karar ve icraatları tarihin akışı ve beşeri ihtiyaç ve telakkilere göre meşrudur, Kur’an’la çelişebilirler, bu mümkündür ama bu iktidarlarına halel getirmez çünkü nasıl ki Kur’an tarihsel sorulara cevap vermişse, temel vasfı değişme olan tarihe göre ortaya çıkan yeni durumda halifeler de yeni ve Kur’an’a aykırı hükümler vaz’edebilir, tatbikatlar yapabilirler. Eğer halifeler iktidarı korumak üzere bilinen hak ve hukuk kurallarını çiğniyorlarsa bu iktidarın devamı, istikrar ve güvenliğin tesisi için gereklidir.
Mutezile bilginleri başlangıçta salt kelami bir mesele olarak bu konuyla ilgilendiler, onlar kelamın ezeliliğini kabul ettikleri takdirde diğer sıfatları da kadim kabul etmek gerekeceğini, bununda çok sayıda ilah fikrine götüreceğini söylüyorlardı. Yani Me’mun’un kastı ile Mutezile bilginlerinin kastı aynı değildi ama aynı fikirde birleştiler: O da Kur’an sonradan yaratılmıştır fikri.
Tartışmanın arkafonda inşa etmeye çalıştığı bu fikir, Müslümanları özellikle kamusal alanda ahlaki norm ve kuralların değişebileceği, sabitelerinin olmadığı, yeni normların iktidarlara göre şekillenebileceği, şu veya bu şekil alan iktidar ahlakının tolere edilebilir olduğu sonucuna götürdü. Kamusal ahlak yoksunluğunun olduğu her yerde toplumsal ahlaki yoksunluk onu takip eder. Ancak ahlak fikrinin kendisi ortadan kalkmadığından ahlak bireylere ait yüksek manevi form durumuna düşer; toplumsal boyutu da kadının giyimi, namus, içki, kumar vb. konularla sınırlı kalır.
Abbasi halifeleri, Halk-ı Kur’an fikrini kabul ettirmekle aklı vahiyle eşitleştirmek, aklı sürekli işleyen ve isabet eden bir melekeymiş gibi gösterip Kur’an’ı bugünkü tarihselciler gibi belli geçmiş bir zamana, tarihin kilerine havale etmek istiyorlardı.
Me’mun Mutezile’nin desteğine ihtiyacı olduğunu bildiğinden görüşlerini resmi mezhep ilan etti, Mutezile de iktidarın cazibesine kapıldı, onun tuzağına düştü. Mutezile’nin iktidarla ittifaka girmesiyle “mihne dönemi” başladı, bu fikre karşı çıkanlara olmadık işkence ve baskılar uygulandı. Meşru yollarla başa gelmemiş ve Kur’an’i hükümleri tatbik etmeyen her gayrimeşru iktidar gibi Abbasi iktidarı da cürüm üzere iş yaptığından Mutezile’nin konuyu kökten alıp ideal olanın mücadelesini vereceğine, iktidarla birlikte cürümlere ortak oldu. Bu konuda Ahmed ibn Hanbel, İmam Malik ve özellikle Ebu Hanife sınavı başarıyla verdiler. Abbasi iktidarının zamirdeki niyetini iyi bilen Ahmed ibn Hanbel, zindandan öğrencilerine şöyle sesleniyordu: “Benim Kur’an’ın yaratıldığını söylemem, onu yaratılmış kılmayacağını biliyorum, lakin ben bu cümleyi söylersem bu zalimler kıyamete kadar bunun arkasına saklanıp zulümlerine devam edeceklerdir, Allah’a and olsun bu cümleyi söylemeyeceğim.”
Salt akılcılığın ne türden zulümlere ve utanç verici muamelelere mesnet teşkil edebileceğinin en somut örneği “mihne”dir. Dini bir kenara iten Batı Aydınlanması da akla sarıldı ama akıl Kıta içi ve Kıta dışı mihnelere engel olamadı. Kimse Faşizm veya Komünizmin “dini motivasyonlar”la milyonların hayatını zehirlediğini iddia edemez; iki savaşın, totaliter rejimlerin, Hiroşima üzerine atılan atom bombalarının ve yüz kızartıcı sömürgeciliğin arkasında “Aydınlanmanın aklı” vardı. Mutezile’nin akılcılığı da mihne’nin önüne geçmeye yetmedi. Demek ki tek başına akıl kurtarıcı, doğru ve ahlaki yol gösterici olamıyor.
Şu hususun altını çizmek lazım: Mutezile İslam düşünce tarihinde büyük imkândı. Tezleri tartışılabilir, ama neredeyse her ortaya attığı tez zihinleri tahrik eder, fikir hayatını zenginleştirir. Mutezile’yi tarihte zayıflatan en büyük faktör, iktidarla kurduğu ilişki, mihneye ses çıkarmaması, hatta desteklemesidir. Hatta şunu dahi söylemek mümkün: Eğer Mutezile sivil akılcı karakterini koruyabilseydi, Gazali’nin felsefi düşünce tarzını ölüme mahkûm eden saldırısının etkilerini kırabilir; bu sayede felsefe ve kelamın her bir aşamada güçlenerek varlıklarını devam ettirmelerine yardım edebilirdi.
- b) İyilik ve kötülüğün kaynağı (Hüsn ve kubh): Mutezile gayet tutarlı argümanlarla iyiliği ve kötülüğü aklın bilebileceğini söylüyordu. Onlara göre iyilik ve kötülük evrensel değerlerdir, akıl neyin iyi neyin kötü olduğunu bilebilir. İnsan Kaderiyecilerin savunduğu gibi özgür iradeye sahiptir, kendi eylemlerinden sorumludur ve neyin iyi (hüsn) neyin kötü(kubh) olduğunu bilebilecek formasyondadır.
Mutezile konuyu bu çerçevede tutmakla iki büyük yanılgıya düşüyordu: Biri, eğer akıl iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu biliyorsa, ilahi vahye lüzum kalmayabilirdi. Vahiy ile bildirilen emirler ve nehiyler akılla kritik edilebilir, gerektiğinde akıl-dışı addedilip yürürlükten kaldırılabilirdi. Diğeri, akıl tabii ki iyi ve kötüyü bilebilir. Ama Mutezile sonraları Kant gibi, aklın her zaman doğru istikamette işleyebileceğini iddia edebilir, her istidlal ve istihracında iyi ve kötüyü bulabileceğinin garantisini verebilir miydi? Hayır! Ne Mutezile bu güvenceyi verebilirdi, ne Kant veya bir başkası. Peki, bu durumda aklın iyi ve kötüyü bilmesinin değeri neydi: Bunun üç kontra teminatı olmalıydı:
- aa) Akıl “selim”. Aklın selimliği nefsin denetiminden uzak işler halde olmasını
- bb) Verdiği hükümlerin, vardığı kararların “temiz fıtrat (vicdan)”la kritik edilmesini
- cc) Akıl ve fıtratın ilahi vahiyle denetlenebilir olmasını zorunlu kılar.
Ben bunlara birbirini denetleyen “üç kuvvet” diyorum. Her üçü birbirini denetleyebilmeli. Yani din aklı ve fıtratı, fıtrat din ve aklı, akıl din ve fıtratı kritik edebilmeli, denetleyebilmeli. Hiç kuşkusuz aklın ve fıtratın denetleyebileceği din Kur’an vahyi veya sahih Peygamber sünneti değil, fakat Kur’an adına yapılan yorumlar, içtihatlar, tefsirler, teviller; Sünnet diye piyasada tedavül halindeki uydurma (mevzu) rivayetler veya din adına insanların ruhlarını ve imanlarını sömüren şeyhler, hocaefendiler, üstadlar vs.kültürün bir parçası olmuş bid’at ve hurafeler, temelsiz/batıl inançlar, sahtekârlıklar, mitolojik hikâye ve yakıştırmalardır. Mesela, varlık âleminin yegâne yaratıcısının, müdebbirinin ve malikinin Allah olduğunu vahiy bildirir. Fakat akıl, bir beşer olan bir velinin sonraları gavs ve kutp mertebesine yükselip kâinatı yönetemeyeceğini, böyle bir şeye çocukların dahi inanmayacağını bilmesi lazım. Düşünün ki yıllardır alzheimer olan ve altından alınan bir şeyhin cemaati okuttuğu hutbede, şeyhlerinin sadece ülkeyi değil, dünyayı ve kâinatı yönettiğini söylüyor, cemaat engin vecd halinde bunları dinliyor.
Mutezile, akla büyük bir değer verirken –ki doğrusu da buydu- ahlaki hayatın oluşumunda din ve fıtrata yeterince önem atfedemeyince iktidarlar kendi akıllarını tek referans alarak zorbalıklarına, israflarına, hak ve hukuk ihlallerine meşruiyet çerçevesi bulmaya çalıştılar.
Oryantalistler ve ilahiyatçıların çoğu İslam tefekkür ve ahlaki hayatındaki zaafı Sünni itikadi mezheplere yüklemekten pek hoşlanırlar. Türkiye’de ise suçun tamamı Eş’ariliğe mal edilmekte, “Ah, Maturidi’nin görüşü ve Meşşailerin determinizmi kabul görseydi, bu durumda olmazdık” demektedirler. Her iki argümanın ciddi bir kritiğe ihtiyacı var. Fakat konumuzla ilgili olarak şu hususun altını çizelim: Kamusal ahlak teşekkül etmediyse ve İslami ahlak toplumsal bir teamüle referans olmadıysa, bunun sorumlusu ne Eş’ari ve Maturidi, ne Meşşai filozoflardır. Keşke kelam mezhepleri veya filozoflar tarihte bir ahlak öğretisi inşa edebilselerdi. Asıl verili ahlakın teşekkülünde rol oynayan etkileyici faktörü, Emevi, Abbasi ve Osmanlı itikadında arayabiliriz. İnsanın özgür iradesi, kader telakkisi, iman ile amelin birbirinden kopuk iki kategori addedilmesi, kötü fiillerin imana zarar vermeyeceği anlayışı; tövbe ve şefaatin kul hakkını da içine alması Müslüman kültürün tarihi kodlarını oluşturdu. Abbasilerin başlangıç yıllarında Halk-ı Kur’an’la baş gösteren tarihselcilik ve ahlaki denetimde akıl yanında vicdan ve dine fonksiyon tanınmaması ile bütün bunların sonucunda arkadan gelen siyasi iktidarların kendilerini Şeriat’ın denetiminden uzak görüp diledikleri gibi Müslümanları sürü gibi yönetme imkânını bulmaları meşruiyetlerini bu “dini/itikadi” telakkilerden aldılar.
Bu telakkilerin sahih dinle, dinin fazla yorum yapmayı gerektirmeyen apaçık hükümleriyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde, kamu idaresinin ismi konulmamış resmî ideolojisi ve halka yaydığı ahlak telakkisi olduğundan, tarihte kamusal ahlakımız gelişmedi, İslam ahlakı da Müslüman toplumda herhangi bir yankı bulmadı. Ümmet kamusal ve toplumsal alanda ahlaksızlığı dinen tecviz etti, bu da Müslümanların her türden kamusal ve toplumsal düzeyde hem hukuk ihlallerinin hem de ahlaksızlıklarının itikadi zemini oldu. Sonraki yazımızın konusu “filozofların zaafı” olacaktır. İnşaallah!