Ali Bulaç Yazdı: Ahlaki Krizimizin Sebepleri-6

22.02.2021

Kelam’ın payı-1

“Tarihte Müslümanlar niçin kamusal ahlak üretemediler ve bugün niçin üretemiyorlar” sorusunun cevabını ararken, Kelam menziline uğramadan öbür menzillere geçemeyiz. Kelam bahsinde iki noktanın altını çizmek gerekir: İlki Kelam, İslami inançların akli temelde açıklanması, diğer din ve kültürlere karşı savunulması işlevini gören bir disiplin olduğundan zorunlu olarak “akaid”i veya akaid olarak ele alınan konuları gündemine almaktadır. Bu da bize ahlaki krizimizin temellerinde yatan sebeplerden birinin akaidimiz veya daha acıklı ifadesiyle akidemiz (inanç umdelerimiz) olduğunu göstermektedir.

İkincisi konumuz kamusal ahlak krizi olduğundan zorunlu olarak siyasetle, siyasetin düzenlemeyi üstlendiği iktidar ilişkileriyle yakından ilgilidir. Esasında dikkatlice bakıldığında itikadi mezheplerin neredeyse tamamı gerek çıkış noktalarında gerekse gelişme ve kurumsallaşma süreçlerinde siyasetle iç içe olmuşlardır. Mezhepler ile siyasetin birbirinden ayrı düşünülmeyeceğinin açıktır. Siyaseti ve iktidar algısını “din”den ayırmaya kalkıştığınızda mezheplerin tamamını iptal etmiş, Müslümanların düşünce ve bilgi üretme tarihlerini yokluk vadisine sürmüş olursunuz.

Yine de kelam ile akaidi aynileştirmek doğru olmaz, doğru olmadığı gibi sakıncalı, hatta tehlikelidir. Zira kelam fikir ve inançların açık tartışma (müzakere-münakaşa) alanı olup sonsuz sayıda konuyu sahasına alır, tartışmaya açar; tartıştığı konuları sonuçlandırır veya sonuçlandırmayıp ucunu açık bırakır. Akaid ise artık inançların veya fikirlerin sabit umdelerle tesis edilmiş halidir.

Konumuzla ilgisi bakımdan siyaset ve iktidarın kelamın ilgi alanı içine girmesi ile akaidin tesis edilmiş inanç umdesi haline gelmesi arasında önemli fark var. Konu kelam çerçevesinde kaldığı sürece tartışmaya açıktır, yeni fikirler, eleştiriler, karşı argümanlar, deliller, burhanlar çıkabilir; ama bir fikir veya görüş akaid formuna bürünmüşse artık tartışacak şey kalmaz; inanılması, olduğu gibi kabul edilmesi gereken dogmaya bürünür. Şunu da belirtmek lazım ki kelam ve fıkha ait içtihadi bir konu akaid meselesi haline getirildiğinde farklı okuma ve içtihatlara mesnet teşkil eden “nass” olmaktan çıkar, Hıristiyani mahiyette “dogma”ya dönüşür. Bu çerçevede siyasi konular kelamın ilgi alanına girdiği gibi fıkhın da ilgi alanına girer, fakat akaidin mutlak konuları haline geldiğinde siyaset ve iktidar dinin usullerinden olur. Bu ise tarihi Sünni öğretiye aykırıdır, zımnen Şii siyaset öğretisini kabullenmektir.

İşte tarihte olan ve bugün olmakta olan budur. YaniDün olduğu gibi bugün de tartışmaya, kritiğe, müzakereye, yani farklı görüş ve alternatif fikir ve muhalefete açık siyasi konuların kelam ve fıkıh çerçevesinden çıkarılıp birer akaid/akide (temel inanç umdesi, amentünün neredeyse bir parçası) haline getirilmiştir. Emevilerden başlamak üzere, Abbasiler, Safeviler ve Osmanlılar,  siyaseti kelam ve fıkıhtan çıkarıp akide haline getirmek suretiyle hem siyasete hem İslam dinine büyük zararlar verdiler. Bugün insanlar farklı siyasi görüş ve duruşlarından dolayı rahatça öldürülebiliyor, tekfir veya “seküler tekfir olan vatan ihanet”iyle suçlanabiliyorlarsa, siyaseti bir akaid meselesi haline getiren tarihimizden devralınan mirastır. “Benim gibi siyasi görüşe sahip olmayan kafirdir, haindir” dendiğinde, artık onu nefyetmek, sürmek, malını mülkünü müsadere etmek veya öldürmek caiz olmaktadır. Aşırılaştırılmış Selefi örgütler kolayca muhaliflerini tekfir edip öldürdüklerinde cevazını bu telakkiden almaktadırlar.

Çözüm, işi asli zeminine oturtmak olup dini siyasetten ayırmak veya “din-siyaset” ikilemini kabul edip seküler/laik çözümler önermek değil, siyaseti ve iktidar ilişkilerini akaidin dışına çıkarıp kelami ve fıkhi zemine çekmekte yatmaktadır. Siyaset ve yönetimle ilgili konular beşerî içtihat alanına girer, mahiyetleri itibariyle fıkhidirler; dinin asıllarından değil füruundandırlar.

Tunus’ta Raşid Gannuşi, bu temel farkı yeterince kaale almadığından, laik bakış açısından “din ile siyaset”i birbirinden ayırıp dini konuların camilerde ve toplumun ıslahı alanlarında kullanılabileceğini, buna mukabil iktidar ilişkilerinin ve siyasetin siyasilere ait bir fiil olduğu fikrini ortaya attı ki, bu şeker hastasına yasak olan pirinç pilavının bibere dolması olarak önüne konulmasıdır. Hasta pirinci ister pilav ister dolma olarak yesin, bundan zarar görmeye devam edecektir.

Kelam ve fıkıh tartışmaya, müzakereye ve farklı içtihatlara açık olduğundan farklı siyasi görüş ve siyasi örgütlenmelere de açık olurlar. Nasıl ki fıkıhta usulüne uygun yapıldığında içtihat hiçbir şekilde engellenmeyecekse, farklı siyasi görüşlerin iktidar karşısında ve iktidara talip olmak üzere örgütlenmeleri de engellenemez. Şu halde İslami temelde muhalefetin meşruiyetini, akaidde değil, kelam ve fıkıh zemininde aranmalıdır ve bu açıdan bakıldığında siyasi muhalefet, muhalefetin ifade, örgütlenme ve iktidar için meşru çerçevede rekabet özgürlüğü kelami ve fıkhı olarak temel bir haktır; bu hak insanların elinden alındığında iktidar kendini kelam ve fıkıh zemininden akaid/akide zeminine çekip kendini kutsal, aşkın malzemeyle mutlaklaştırır; sultanlar, halifeler, şahlar ve padişahlar kendilerini bir iman umdesinin desteğinde “Allah’ın halifeleri, Allah’ın kaderi veya Allah’ın gölgeleri” olarak konumlandırırlar. 

  1. A) Emevi ilahiyatı: Cebriye ve Mürcie

Muaviye’nin başardığı ihtilal ile Emeviler (Beni Ümeyye), diğerlerine göre hilafete kendilerinin daha layık ve hak sahibi olduklarını düşünüyorlardı. Bu aşamadan sonra artık Beni Ümeyye, Kureyş içinde sözü geçen, itibarlı bir aile olmaktan çıkıp yönetimi temellük eden bir hanedan olmak istiyorlardı. Bunu da inandırıcı-makul (?) bir zemine oturtma arayışına giriştiler.

 İnsanın fiillerinin kendisine ait olmayıp tamamen Allah’a ait olduğunu iddia eden Cebriye bu siyasi hercümerç atmosferinde ortaya çıktı. Onlara göre insanda irade ve yapabilirlik kabiliyetinden (istita’a) bahsedilemez. Tabii ki insan birtakım eylemlerde bulunur ama yapıp ettiklerinin sahibi, maliki değildir, gerçek fail Allah’tır, insanın yapıyor gibi görünmesi veya ona “yapıyor” denmesi mecazidir. Gerçekte insan sonbahar rüzgarının önündeki kuru yaprak gibidir. İnsan yapıyorsa da mecburi yapar, yapmıyorsa da mecburen yapmaz. Bir cinayeti düşünelim: Ortada katil ve maktul var. Katil de maktul de kendi fiillerinin sahibi değildir, Allah katil için bir fiil yarattığı gibi maktul için de başka bir fiil yaratmıştır; katilin fiili öldürmek, maktulün fiili öldürülmektir. Cinayet fiilinde sebep ve müsebbeb için takdir ve tayin edilmiş ayrı ayrı kader vardır. Her ikisi de kendi kaderlerini yaşarlar ve kaderlerini yaşamaktan başka da yapabilecekleri şey yoktur.

Burada imanı nereye yerleştirmeli sorusuna Cebriyecilerin verdiği cevap basittir: İman Allah’ı bilmektir.

Bu inancın Emeviler için ne bulunmaz bir nimet olduğunu tahmin etmek güç değildir. Onlar da sistemli bir çalışma ile şu inancı yaymaya giriştiler: “Olan-olmakta olan şey Allah tarafından dilenmiş yani murad edilmiştir.” Özellikle babası Yezid ve dedesi Muaviye’nin hem siyasi görüşlerini hem iktidarda yaptıklarını tasvip etmeyen Muaviye bin Yezid’den (öl. 683) sonra iktidarı ele geçiren Mervaniler (684) bir yandan kendilerini Hz. Osman’a dayandırırlarken, diğer yandan iktidarı kutsal bir akideye dayandırmak üzere yaygın bir faaliyete geçtiler. Yaydıkları inanca göre yeryüzü Allah’ındır, Allah yeryüzünü halifesine devretmiş bulunmaktadır. Allah ümmetini yeryüzünün çelengi hükmündeki halifeyle süslemektedir. Emevilerin halifeliği Allah’ın fiilidir, Allah’ın yapıp ettikleri (kaza) değişmez, değiştirilemez. Nasıl yeryüzünü dağlar sabit tutuyorsa, Allah’ın halifeleri de dini ayakta tutarlar. Halife ve Kur’an olmasaydı ne yeryüzünde hükümler (kanunlar) olurdu, ne cemaatle ibadet edilirdi. Öyle ki okuduğu bir hutbe sırasında “Omuzlar üzerinde kesilmeyi bekleyen olgunlaşmış kelleler görüyorum” deyip Cuma namazından sonra 10 bin kişinin kellesini uçuran Haccac şöyle diyecektir: “Allah’ın halifesi meleklerden ve peygamberlerden üstündür.” Melekler gelip de kimsenin imdadına yetişemez, peygamberler de ölüp gitmişlerdir. Hükmü geçerli olan yegâne kişi Allah’ın halifesidir. (12 Eylül 1980’de bize işkence yapan bazı polisler “Allah yok, peygamber de tatilde” diyordu.)

Bu inancın halka telkin ettiği iktidar algısı mutlak monarşi ve fakat kutsal bir kuruma veya kutsal ruhban sınıfına sahip olmayan bir tür teokrasiydi. Muaviye’nin ifade ettiği üzere eğer halifeler Allah’ın ümmet üzerindeki takdiri/kaderi ise, bu kadere razı olmaktan başka yol yoktur. Bu demektir ki halifenin yani kamu otoritesinin karar ve icraatlarına karşı çıkmak Allah’ın takdirine, kendileri için biçtiği kadere karşı çıkmak anlamına gelir.

Hiç şüphesiz kelam düzeyinde bu inanca karşı tepkiler çıkmakta gecikmedi. Belki de ilk tepki haksız yere bu ismi alan “Kaderiye” fırkasından geldi. Onlar kulun eylemlerinin sahibi olduğunu, Allah’ın böyle bir kader tayin etmediğini, bu yüzden insanın kendi eylemlerinden sorumlu olduğunu söylediler; Mutezile’nin çıkışına entelektüel zemin hazırladılar. Bu konuda hem fakih hem kelamcı ve aynı zamanda zühd ve takvasıyla ün salan Hasan el Basri’nin tutumu önemlidir:

Ata bin Yesar ve Ma’bed el Cüheni, Hasan el Basri’ye şöyle sorarlar:

-Bu emirler Müslümanların kanını akıtıyor, mallarını müsadere ediyor ve “Fiillerimiz Allah’ın kaderine göre cereyan ediyor” diyorlar. Hasan el Basri şöyle der:

-Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar!

Hasan el Basri, imamın (devlet başkanı) cumayı kıldırması (hükümranlığı temsil), feyi toplaması (ortak ve bölünemez hizmetler için vergi), hadleri uygulaması (adalet, iç güvenlik) ve cihad ilan etmesi (dış savunma) haricinde bir görevi ve misyonunun olmadığı görüşündeydi.

Cebriye’nin telkin edip arkadan siyasi iktidarın teşvik ettiği kaderciliği bir başka açıdan besleyecek olan inanç Mürcie olacaktı.

Mürcie’nin siyasi kavga ve iktidarlara karşı tutumu değişkendi. Hz. Ali-Hz. Osman veya Muaviye çekişmesinde olduğu gibi Haşimi-Emevi rekabetinde çekimserdi, bir tür üçüncü taraftı. Temel görüşleri şuydu: Büyük günah, işlenen cürümlerle ilgili hükümleri burada konuşup tartışmanın, kritik etmenin manası yok. Bunları ertelemek, bazılarına göre ise iyiye gider diye ümid etmek lazım. İnsan büyük günahlar, feci cürümler işleyebilir, onun işi Allah’a kalmıştır; önemli olan iman sahibi olmasıdır. Çünkü amel ile iman birbirinden ayrı kategorilerdir. Kişi ne büyük cürümler, günahlar işlerse işlesin ameli/eylemi onun imanına zarar vermez. İman ise dil ile ikrar veya dil ile ikrar yanında kalb ile tasdik etmektir, amelin iman doğrultusunda oluşması şart değildir. Bu inanç aynı zamanda iyilik yapanın da iyiliğinin kurtuluşuna fayda sağlamayacağı fikrini öngörür.

Mürcie’ye göre büyük suç (günah) “fasıklık”tır ama bu suçları işleyene “fasık” denmez.

Bu bizi pratikte Hıristiyani bir zihni tutuma götürür: Kefaretin İsa (oğul) ile ödenmesinden sonra şeriat ortadan kalktığından, kişinin rehberliği şu cümlede toplanmıştır: Tanrı’yı sev ve dilediğini yap! Tanrı’yı sevmeye devam ettikçe işlediğin suçlar senin kurtuluşuna engel olmaz. Mürcie’ye göre de “Kalbinde imanını koru” yeter; işlediğin suçlar imanına zarar veremez.

Mürcie’nin akide olarak pekiştirdiği bu inanca göre a) Tövbe kapısı açıktır, tövbe kul hakkını ihlali de içine alır. Zımnen denen şu: Kul hakkını ihlal etmişsen tövbe ettiğin takdirde suç ve günah affolunur, b) Şefaat bütün suç ve günahları kapsar, buna kul hakkı da dahildir.

Bu durumda Emeviler döneminde kamusal ahlakın yozlaşması veya ahlakın işlevsiz hale gelip toplumsal hayatta herhangi bir etkiye sahip olmamasının iki kaynağı ortaya çıkmış oluyor:

  1. Kader inancı: Halifeler Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri ve gölgeleridir. Yapıp ettiklerinden sorumlu tutulamazlar, icraatları eleştirilemez aksi halde Allah’ın takdirine ve kaderine karşı çıkılmış olur.
  2. İman ile amel birbirinden ayrıdır, iki ayrı kategoridir. İnanıyorsan, hangi suç ve günahı işlemiş olursan ol, suç ve günah imanına zarar vermez. Bizim yaygın kültürümüzdeki tercümesi şudur: “Evet bu günahları işledim ama kalbim temizdir.” Tövbe ve ahirette şefaate mazhar olmak suretiyle bütün suç ve günahların cezasından kurtulmak mümkündür.

Şimdi bu açıdan baktığımızda toplumun kamu otoritesini şeffaf olmaya çağırması, topladığı vergileri nerelerde harcadığı sualini sorması, niçin israf ve debdebe içinde yaşadığı sorulabilir mi?

  1. a) Sorulamaz çünkü iktidar Allah’ın takdiridir ve Allah’ın takdirinde hata ve yanlışlık aranmaz
  2. b) Peki ”Halk padişahın dinindendir” fehvasınca eğer suç ve günahlar, kul hakkının ihlali, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, zina, içki, kumar vs. her türlü cürüm imana zarar vermiyorsa, bütün bu suç ve günahlar tövbe ve şefaatle silinecekse, Müslüman toplumun hukuk bilincine sahip olması, ahlaki normlara göre yaşaması mümkün mü? Gelecek yazımızın konusu “Abbasilerin kelamı ve Mutezile” olacaktır.

Ali Bulaç’ın Tüm Yazıları

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.