Ali Bulaç Yazdı: Hayvanseverlik Üzerine

23.06.2024

1.

Varlıkta insan ve hayvan

İnsanın genel varlık ve varlıkla yakın hatta doğrudan kucağında yaşadığı taibatla ilişkisinin en önemli düzeyi hayvanlar alemidir. Hayvanla ilişkinin mahiyeti varlıkla kurduğumuz ilişki hakkında iyi bir fikir verebilir. Hayvanla ilişkimizi belirleyen iki öge var, biri hayvana bakış açımız (perspektif), diğeri pratik tutumlarımız. Pratik tutumumuzun iki şeklinden biri hüsn-ü muamele, diğeri su-i muameledir.

İnsan ve hayvanın ortak yanı, iki türün de “canlı” olmasıdır. Canlı olmaklık canı korumayı, hayatı idame ettirmenin amacı da hayatta kalmayı zorunlu kılar. İnsan nasıl hayatiyetini korumak için druma ve yerine göre sahip olduğu yetilerinin tamamını kullanma lüzumunu hissediyorsa –ki bazı zamanlarda söz konusu yetiler dehşet verici derecede tahripkâr olabiliyor- hayvanlar da benzer refleksleri gösterirler.

İbn Sina, Aristo’yu takip ederek insanı yerleştirdiği “konuşan hayvan (Nefs-i nâtık)” mertebesinden önce konuşmayan hayvanlardan ve onların altındaki bitkilerden (nebatat) bahseder. Her üç türün kendilerine özgü ve fakat benzer hasletleri vardır ki, bu ortak haslet “nefs”tir. Ontolojik özleri ortak olan canlılar arasındaki farklılık, onların varoluş mertebelerini tayin eder. Buna göre bitkilerde gözlenen hareket beslenme, büyüme ve üremeden ibaret iken, hayvanlarda bu üç haslete duyusal idrak ve (basit düzeyde) irade eklenmiştir. İnsanın ise bitkilerde ve hayvanlarda varolan haslete ilave sayılabilecek hasleti akıl veya akletme yetisine sahip olmasıdır. İnsan hayatını idame ettirebilmek için gıda alır beslenir, beslendikçe gelişir-büyür ve üremek üzere çeşitli pozisyonlara girer; hayvanlardaki gibi duyusal idrake sahip olup iradi seçimlerde bulunabilmektedir. (Bkz. Marc Bekof. Düşünen hayvanlar, Çev. Serpil Çağlayan, Kitapyayınevi, İstanbul-2002.)

Hayvanların idraki ve seçimi basit düzeyde ve güdülerinin doğrultusunda iken, insanın seçimi son derece karışık-kompleks ve sonuç itibariyle aklidir. Akli irade ahlakiliği zorunlu kılar. Hayvanda kendini koruma ve hayatiyetini devam ettirme iradesinin kullanımı ahlaki seçimden yoksundur; hayvan başka varlıklara zarar verdiğinde ahlaki bir eylemde bulunduğu bilincinde değildir, bundan dolayı sorumlu da değildir. Aslan ava çıktığında amacı geyik avlamaktır, refleksif olarak yapabileceği iradi seçim geyik sürüsünün içinden en hasta olanı seçim parçalamaktır. Aslan ve diğer hayvanlar yapıp ettiklerinden sorumlu değildirler. Hz. Peygamber (s.a.)’den gelen rivayetlerde yer alan “Hesap Günü boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan” veya  “Karınca karıncadan hakkını alacak” yönnüdeki ifadeleri (Tirmizi, Kıyamet, 2) insanın, sorumluluk gerektiren ahlaki davranışlarına birer gönderme şeklinde anlamak gerekir.

Varlıkta belli yasalara bağlı olmayan cisim veya hayat sahibi tür yoktur; bize vahyin verdiği sınırlı bilgi dışında melekler ve cinler hakkında geniş bilgilere sahip değiliz şu var ki bu ike türün de hareket alanları sınırlıdır. Gözlemlenebilir olmaları hasebiyle belki insanları tabi oldukları fıtri ve şer’i, bitki ve hayvanları sadece tabi oldukları fıtri yasaları göz önüne alarak ikiye ayırmak mümkün. Binaealeyh her üç tür de (bitki, hayvan ve insan) belli yasalara bağlı ve bağımlıdırlar. İnsanın farkı sahip olduğu özgürlüğü “takva veya fücur” yönünde kullanabilmesidir.

Meşşai filozoflar hayvanlara basit akli hasletler hamlediyorlarsa da bu yanlış bir yakıştırmadır, hayvanlarda hareketi motive veya mobilize eden faktör “akıl” değil “zeka”dır. Başka bir deyişle hayvani nefsin tezahürü zeka, insani nefsin tezahürü zeka ve akıldır. Hayvanlarda olabildiğince basit zeka olabileceği gibi insan bakış açısından şaşırtıcı derecede kompleks bir zeka da gözlemlenebilir ama yine söz konusu şaşırtıcı zeka akıl değildir.

Hayvanlar bilincinde olmadan, bilimin bütün imkanlarını kullanabilirler. Mesela eşek, en sarp yokuşları yüzde 7 eğim ve kısa mesafeli adımlarla kavisler, zikzaklar çizerek alır. Eşeğin yokuş çıkarken takip ettiği güzergah tam bir mühendislik harikasıdır.

1950’lerden sonra Amerikalıların birtakım imar faaliyetlerine katkıda bulunmak üzere Anadolu’nun bazı kırsal bölgelerine geldiklerinde karşılaştıkları ilginç bir durum anlatılır. O zamanlar ölçüm yapacak alet olmadığından köylüler en yüksek tepeye eşeklerini sürerer ve yüzyıllarca atalarının yaptığı gibi onları takip ederlermiş. Doğrudan yol açmak hayli zor ve maliyetli olduğundan Amerikalı mühendisler yaptıkları hesapların sonuçlarına bakarak, eşeklerin çizdiği güzergahın makul olduğunu kabul edip yol yapımına bu hesaba göre yapma kararı almışlardır. Ölçümlerde çıkan sonuç şaşırtıcıdır: Eşeklerin güzergahı yüzde 7 eğimlidir ve eşek yüzde 7 eğimin dışına çıkamaz.

Hayvanlarda çeşitli düzeylerde var olan idrâke ilaveten insana (fazladan) verilen akıldır ki, insanın fazilet –yüksek ahlaki erdem-sahibi olmasını sağlayan işte bu ilahi yetidir. İlahi bağış olan söz konusu yeti (tafdil) insanı diğer canlılara göre ayrıcalıklı kılar. İşte bu tafdil (fazlalıkla ayrılma) bir ikram ve ilahi keremdir: “Biz Adeoğullarını mükerrem kıldık” (17/İsra, 70). İnsan nâtıktır, nutku arasında tutarlılık (mantık) vardır, bütün bunlar onun belli bir düzen ve disiplin içinde süren zihinsel faaliyetlerini ve sosyo politik eylemlerini şekillendirir lakin zihinsel ve sosyo politik eylemlerinin ahlaki mahiyetini tayin eden şey takva veya fücur yönünde insanın yaptığı iradi seçimdir. Hayvanlara ilkel, meleklere en yüksek düzeyde zeka –buna akıl da diyebiliriz- verilmişken, insana zeka ve akıl yanında irade –özgür seçim- yetileri verilmiştir.

Tam bu noktada önemli bir soru ortaya çıkıyor:

Eğer zeka, hayvanların ve insanların ortaklaşa kullandıkları bir yeti ise, insana özgü bağışlanmış aklın mahiyeti –belki de ontolojik cevheri- nedir ve hangi maksatla insana bağışlanmıştır?

Sadece insan ile hayvan arasında değil, hayvan yanında insan ile bitkiler arasında ortak vasıf vardır ki, bu, her üç türün “can”lı olmasını ifade eder. Peki can nedir?

Genellikle müslüman filozoflar ve bilginler çok yönlü anlamları olmakla beraber can için “nefs” kelimesini kullanmışlardır. Bu yerinde bir kullanımdır. Hatta geleneksel/kadim düşünme tarzlarında bugün paradigması ve kullandığı bilimsel yöntem dolayısıyla eksik ve yanlış olarak insani tutum ve davranışları araştıran “psikoloji”in yerine “İlmü’n nefs” denirdi. İlmü’n nefsi, insanın zati kişiliği olan nefsinin çeşitli hallerini araştırır, anlamaya çalışırdı. Modern psikolojinin literatüründe “nefs” kavramı yer almaz bu yüzden insanın en temel hakikati bilim tarafından ıskalanmış bulunmaktadır. Bu bilim eksiktir, yanlıdır ve kuramlarında yanlış yargılara dayanmaktadır.

İnsan, hayvan ve bitki arasında ortak payda nefs ise, nefsin ontolojik kaynağının ne olduğunun bilinmesi gerekir. Aslına bakarsak canlı dediğimiz üç türün dışında cansız (tamamen fiziksel) addediğimiz varlıklar (cemaadat) da belli bir nefse sahiptirler. Bunların sahip olduğu nefs, kendilerinde mündemiç ve harici tezahürleri, dışa vurumu olmayan bilinçtir ki, manevi bakış açısından “taşlara dahi” bir bilinci atfetmek mümkündür (2/Bakara, 74). Kur’an’ın şiirsel anlatımına göre, yer çekiminin karşı konulamaz gücüne bağlı yüksekten yuvarlanan taş, fizik alan açısından çekim yasasına uyarken aynı zamanda “Allah korkusu” dolayısıyla haşyet ve huşu ile varoluşunu sürdürmektedir. Bundan anlamamız gereken ilk ders şu ki, ey kalbi taşlaşmış suçlu günahkar, asi ve nankör insan, hiç değilse taştan da ibret almaz mısın? Fakat ibret almıyorsa, zaten taşlaşmış kalbinin akletmesi yani ahlaki faziletler yönünde eylemler koyması artık mümkün değildir.

O halde şöyle bir muhakeme yapabiliriz: Dört varlık mertebesinin (cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar) aktörlerinin ortak vasıfları nefs ise, nefsin menşei kendisi olamaz, çünkü mevcud vücudu gerektirdiğinden onu vücuda getiren bir Vücuda muhtaçtır. İslam bakış açısından bu bir Emr-i ilahi olan “Kün (Ol) sözüdür; bu söz sarfedildiği andan itibaren mevcudatın nefsi, mahiyeti, cevheri olmuştur. Biz bu ilk emrin gelmesiyle ortaya çıkan varlık aleminin tamamına Nefesü’r Rahman (Rahman’ın nefesi) deriz. Cisimler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, söz konus Emr-i ilahi’den farklı paylar almışlardır. Hepsinin ilk özü tektir ve ortaktır; bütün varlıklar bu özün açılımı, zuhuratı ve Sahibu’l emrin mazharıdırlar.

Özümüz bir olması yanında türlerin veya varlık mertebelerinin yönelimi, hareketlerinin hedefi de bir ve aynıdır. İnsan dışı cansızlar (Güneş Ay, yıldızlar, ağaçlar) bir tabii inisiyak ve aşkla hareket ederler (550Rahman, 5-6), Onların dışarıdan bir itme ile fiziki hareket etmeleri bir gerçektir ama hareketin bundan ibaret sayılması yanıltıcıdır. Bunu böyle kabul edecek olursak, hareketi bir sebebe bağlar ve her hareketin bir sebebi var iken, geriye doğru sonsuza kadar sebep aramak sacma olacağından bir İlk Sebep veya bir İlk Hareket ettiren (el muharrikü’l evvel) e götürür bizi. Bu ise Tanrı’y sebebe indirgemek anlamına gelir.

Bitkiler ve hayvanlar lisan-ı halleriyle ilahi nefesi tecelli ettirip dururlarken, bundan sadece insan gafil olabiliyor; oysa ona ilave verilen yetiler (akıl/nutk ve irade) dolayısıyla, ondan diğer varlıkların tümünden önce ve ötesinde ahlaki eylemlerinin Rahman’ın muradına doğru gerçekleşmesi beklenirdi.

Can Nefesü’r Rahman’ın varlıktaki özüdür, canımız sayılı nefeslerle sınırlıdır ve bize ilahi bağışlarla donatılmış nefsimizin çeşitli türevlerinin gelip dayandığı tohum Nefha-i ruh’tur. Bu tohum bizde enva-i türlü yeti ve kuvvetlere bürünerek tezahür eder, başlangıcı tek bir nefha iken koskoca bir ağaca dönüşür, dallanır budaklanır, çeşitlenir, serpilin gelişir.

Buradan konumuza dönecek olursak, hayvanlarla ve diğer canlılarla ortak bir öze (nefs) sahip olduğumuza göre, biz onlar üzerinde “efendi” konumda değiliz. Belki, mevcudatın tümünün kendisine muhtaç ve arzulu olduğu Vacibü’l Vücud, bize verdiği fazlalıklar (akıl/nutk ve irade) ile bize yüklediği misyon (tahakkuku’l emanât) dolayısıyla onları istifademize teshir etmiştir. Bunda şaşılacak şey de yoktur, çünkü emaneti bizler üstlendik (33/Ahzab, 72).

İşte bu noktadn insan-hayvan ilişkisine bakabiliriz. Hayvan yasasının gündemde olması dolayısıyla gelecek yazımızın konusu bu olsun.

2.

Hayvanseverliğin modern arazları

Belli bir bakış açısından Müslümanların resim sanatına pek de itibar etmemelerinin sebebi, ressamın kendince tabiata perspektif verme çabasına karşılık, zaten ilahi vahyin müslümana perspektif kazandırmasıdır. Müslüman, zihnini ilahi vahyin perspektifinden varlığa bakmak üzere eğitir, öyle bir meleke/yeti kazanır ki, bunu başarması halinde artık her şeye ilahi isim ve sıfatlar perspektifinden bakar.

Hayvanlara bakış da söz konusu perspektiften ayrı düşünülemez.

Yeryüzü gezegeninde hayatı mümkün kılan unsurlardan biri hayvanlardır. Hava, su ve bitkilerle birlikte hayvanlar tabiattaki canlı hayatın bir parçası ve devam ettiricisidirler. Allah, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü, kucağında yaşadığımız tabiatı, tabiattaki bitkileri ve hayvanları başka hikmetler yanında insanın yararına yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim, bunu “teshir” kelimesiyle ifade etmektedir. (Bkz. 14/İbrahim, 33; 45-Casiye, 13.  16/Nahl, 5, 66)

Açıkça gözlemlenebileceği üzere hayvanların bir bölümü yaratılışları itibariyle evcil, bir bölümü yabanidir. Yabani olanları ya zararlarından korunmak veya onlardan yararlanmak üzere evcilleştiririz. (Evcilleştirme için bkz. Jared Dıamond, Tüfek, mikrop ve çelik, Çev. Ülker İnce, Pegasus y. İstanbul-2018.)  Böylece biz insanlar hayvanların etinden, sütünden, yumurtasından, derisinden, boynuzundan, tüyünden-yününden, gücünden yararlanarak dünyadaki varlığımızı devam ettiririz.

Evcilleştirme veya daha yerinde deyimiyle ehlileştirme bilgi, maharet ve hikmet gerektirir. “Siyaset” kelimesinin “seyis”ten geliyor olması tesadüfi değildir. Seyis, yabani bir atı kırbaçla, işkence ile ehlileştirmez, çünkü bu yöntem atı daha vahşileştirir ve itaat eder gibi görünse de, gerçekte ona bu zorba yöntemi kullanana sevgi duymaz, kritik bir zamanda ona yardım etmez. “Uysal atın çiftesi pektir” sözü bunu ifade eder. Seyisin malzemesi bilgi, maharet, estetik ve sabırdır.

Böyle olmakla beraber insan hayvan ilişkisi modern toplumda gözlendiğinin aksine fıtri sapma demek olan insan-hayvan özdeşliğine dayanmaz. İnsan insandır, hayvan hayvandır. Hayvana dair aşırı duygusallığın bir sebebi nahif ruh hali –ki bu pek sıkça rastlanan bir zaafiyet değldir-, diğer ve hayli yaygın sebebi piyasa kapitalizminin diğer canlılar yanında hayvanın da ontolojik yapısını metaa dönüştürmesidir. Tabii sınırların ötesine geçen hayvan sevgisi öyle bir noktaya geldi ki, sokakta çocuklara saldıran köpeklere karşı tedbir almayı neredeyse suç kapsamına sokmak isteyen güçlü bir lobi var.

Demek istediğim, normal çerçevede insan hayvan belli bir mesafeye dayanır. İç içe geçmiş bir ilişkinin her iki türe bazı zararlar getirdiğini deneysel olarak anlıyoruz. İnsanın tarih içinde gelişen kültüründe hayvan bakımı, barınması ve ondan yararlanma biçimi önemli bir yer tutar. İnsanlar hayvanlardan ya açıkta veya ahırda, kümeste, ağılda yararlanırlar. Geleneksel toplumlarda hayvan bahçede, avluda veya korunaklı sokakta beslenir; hayvanın apartman dairesinde dört duvar arasına hapsedilmesine modern toplumda rastlıyoruz.

Kuşkusuz son tahlilde, hayvanın fıtratı –üzerinde yaratıldığı temel yasa- tabiatın kucağında yaşamaya dayanır. Tabiat hayvanın ana vatanıdır. Hayvan varoluşunu kendi asli vatanında gerçekleştirir. Hayvanı tabii ortamından ayırmak yaratılışına aykırıdır. Bülbül altın kafese konsa kendini hapiste hisseder. Villalarda tutulan hayvanlar için de durum aynıdır.

Modern hayvan sevgisi kedi veya köpeğe, hayvanın dayanma gücünü aşan bir eziyettir; hayvan müebbet cezaya çarptırılmış olarak dört duvar arasına hapsedilir, ana vatanı tabiatın kucağından mahrum bırakılır ve tabiatta canlı hayatın sürmesinin şartı olan üremesine engel olunur.

Hayvanı tabiatın kucağından ayırmak onun melekelerini, yetenek ve reflekslerini zayıflatmaya, fonksiyonlarını azaltmaya, belki zamanla köreltmeye yol açar. Dilediğince serazat dolaşmaya kodlanmış bir hayvanı 100 metrekarelik eve hapsetmek ona verilecek en büyük cezadır. Seveyim derken başka canlıya eziyet vermek insana has bir garipliktir.

Kapalı mekanda insan-hayvan arasında kurulan daimi ilişki sonucunda hem insanın hem hayvanın bazı güdüsel davranışlarında birtakım değişiklikler ortaya çıkar. İnsan evde beslediği hayvanların bazı hasletlerinden etkilendiği gibi, hayvan da onun bazı hasletlerinden etkilenir. Bu her ikisinin fıtratlarının değişmesine yol açar. Mesela normalde köpek insanı korur, ama bu köpek bahçede beslendiği sürece öyledir, yıllarca evde beslenen köpek, hastalanıp da veterinere götürüldüğünde, veterinerden korktuğu için sahibinin arkasına gizlenir, sahibinin onu korumasını bekler. Burada insan köpek ilişkisi tersine dönmüştür.

Modern dünyada her geçen gün biraz daha evlerde hayvan beslenmeye başlanması salt hayvan sevgisine bağlanamaz. 1990’larda Hollanda’nın nüfusu 15 milyondu, evde 23 milyon hayvan besleniyordu, şimdi bu rakamlar değişmiştir. Hayvan merkezli muazzam bir sektör kurulmuştur. “Piyasa” hayvanı da sömürü ve suistimal dolaşımının içine katmış bulunmaktadır. Hayvan gıdası, aksesuarları, psikologları, dişçisi, fizyolojik hastalıklarını tedavi eden veterinerleri ve hatta hayvan eğitim kuruluşları. Mesela bir apartman dairesinde yaşamaya mahkum edilen köpek, havlamasın diye “dört aylık köpek okulları”nda eğitime tabi tutulmaktadır. Vatandaşlarını sivil veya resmi okullarda  mecburi eğitime tâbi tutan devlet nasıl insanı belli bir işleme tabi tutup eğip-büküyorsa yani eğitiyorsa, aynı kurumlar köpekleri de eğitime tabi tutmaktadırlar. Dört aylık eğitimden sonra artık köpek havlamayı unutmaktadır.Tarihte hayvanların ehlileştirilmesini okulların insanları ve hayvanları tabi tuttuğu eğitiminden ayrı düşünmek lazım.

Sadece piyasa değil, kalabalıklar içinde yalnız yaşayan birey de hayvana sarar, çocuk sahibi olmakla yaşayacağı, tadacağı sevgiyi hayvan sevgisiyle ikame etmek ister. Bu düzeyde insanı hayvana iten yegane faktör, ikisinin ortak paydası “nefes”tir ama insan insandır, hayvan hayvandır. Ortak ontolojik haslatleri nefes insanda, hayvanda başka forma bürünmüştür.

Yalnızlıkla daha da kendini aşikâr eden koruma-şefkat duygusunun tatmini; maliyeti olmayan bir canlıya hükmetme, dilediği zaman azarlama, keyfi bir şeyi empoze etme hissi hayvanı çocuğa tercih ettirir.  Diğer insanlarla iletişim bağı kopanlar, bir canlı ile iletişim ihtiyacını hayvan üzerinden kurma isteyebilirler. Ancak bu insanlarla muhtemel iletişimi zayıflatır, iletişimin kendisini güdüsel düzeye indirir.

Onbinlerce yoksul, kimsesiz veya mülteci çocuğu dururken, hayvanseverler çocukları evlat edinmezler, hayvanlara oluk oluk para harcarlar. “Bunca yoksul, yetim ve muhtaç dururken bu kadar para hayvana harcanır mı?” diye sorduğunuzda alacağınız cevap şudur: “Ama o da candır.” Ya da “bıraksam dışarıda yaşayamaz, ölür.” Hayvanın evlerde konfor içinde yaşaması, insanın sokaklarda sürünmesine yeğdir.

Modern özentiyle hayvan besleyenlerin de sayısı az değil. Kitle iletişim araçları, sektörün devasa şirketleri, reklam veya hayvansever lobiler bu özentiyi sürekli tahrik etmektedirler.

Sorun bununla bitmez. Gelişen yeni işlem biçimleri, ev hayvanının fıtratını değişikliğe uğrattığı gibi fizyonomisini de değiştirir. İlk bakışta ev hayvanı ile sokak hayvanını ayırt etmek mümkündür. Öyle ev hayvanları türer ki, bunlar bildiğimiz “hayvan türleri”nden çıkmış, ucube mahlukata dönüşmüşlerdir.

Hayvan beslerken aşırı nahiflik göstermenin vicdanı rahatlatan bir yanı da yok değildir. Vicdan eğer kararmamışsa insanı infiale sevkeder. İsrail onbinlerce masum insanı, çocukları ve kadınları katleder, sığındıkları çadırları dahi cehenneme çevirirken, bu vahşi soykırıma gerektiği kadar ses çıkarmayanlar, hayvanlar için verdikleri mücadele ile canlılara karşı görevlerini yerine getirdiklerini düşünüyor olabilirler.

Kısaca insan, hayvanı eve hapsettiğinin farkında değil, ona iyilik yapayım derken, hakikatte ona ve kendine zulmediyor; hayvanı biçimlendiriyor, özgürlüğünden yoksun bırakıyor. Bunun sonucunda insan ve hayvan karşılıklı olarak birbirlerinin fıtratlarını değiştiriyorlar. Bana göre, insanın seyirlik zevki için “hayvanat bahçeleri” de aynı zulmün ürünü açık hapishaneleridir. Hiç kimsenin bir hayvanı doğal ortamından koparıp seyirlik malzeme olarak kullanmaya hakkı yoktur.

Hayvanların üzerimizdeki hakları, onları “ilahi nimet” görmek; tabiatın kucağında yaşamalarını sağlamak,  zalimane muamelelerden korumak ve onlardan hüsn-ü muameleyle yararlanırken Allah’a şükretmektir. Atlara pek düşkün olan Hz. Süleyman’ın duası bu şükürdür (38/Sad, 31-33. 16/Nahl, 5-8). Gayrımeşru amaçta kullanılan her hayvan, hakkını zalimden alacaktır. Ve eğer Allah’ın Resulü (s.a.)’nün haber verdiği üzere “boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alacaksa” belki de en başta atlar, meşru olmayan savaşlarda kullanıldıkları için krallardan, sultanlardan, padişahlardan, savaş çıkaran siyasi liderlerden ve komutanlardan haklarını alacaklardır.

Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın Resulü (s.a.) hayvanlarla ilişkimizin hüsn-ü muamele esasına dayanması gerektiğini bildirmektedirler. Modern hayvan telakkisi ve pratiği su-i muameleye dayanmaktadır ki, buna yol açan üç faktör:

a) Bireye dönüşmüş insanın varlıkta ve toplumsal hayatta maruz kaldığı yalnızlık

b) Piyasa kapitalizminin hayvan merkezli muazzam bir sektör olarak insan hayvan ilişkisini daimi olarak manipüle etmesi

c) Sekiz milyara baliğ olan gezegenin nüfusunu azaltma amaçlı hayvan beslemenin insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan üremeyi durduracak fonksiyon olarak görülmesi.

3.

Hangi hayvansverlik?

Hayvanlara bakış da söz konusu perspektifinden ayrı düşünülemez.

Yüce Allah varlık alemini mükerrem kıldığı insanın yararına/meşru kullanımına musahhar kılmıştır. Kur’an-ı Kerim, bu teshirin insanın yararına ilahi bir bağış olduğunu hatırlatır:

 “Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır?” (16/Nahl, 5-8.)

Tabiatın sakinleri hayvanlardan bazılarının ismi surelere verilmiştir: Bakara (İnek), En’am (keçi, koyun, sığır, deve vs.), Nahl (Arı), Neml (Karınca), Ankebut (Örümcek), Fil.

Hayvanlar insan altı varlıklar ise de Allah’ın mahlukatı (yaratması)dır. Yaratıcıları, sahipleri O’dur, istifademize sunulmak üzere  bize tevdi edilmiş birer emanettir. Her birinin canı (nefs) vardır, külli nefsten kendi kapasiteleri oranında pay almışlardır. Biz tabiatta hayvanları tesadüfen bulmuş değiliz, bizim varlıktaki hayatımızın bir parçasıdırlar, yüce Allah bize, hayvanlara ilişkin bir perspektif, bir bakış açısı vermekte, buna bağlı bir sorumluluk yüklemektedir. Onlar sadece bize fayda sağlamakla kalmazlar, Allah’ın birliğini, kerem ve rahmetini hatırlatmaktadırlar. Manevi bakış açısından hayvana bakan mü’min Allah’ı hatırlar, hamd ve şükrün sadece O’na mahsus olduğunu bilincine varır.

Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı severiz, Yaradandan ötürü.”

Eğer yüce Allah, rahmet ve cömertliğinin eseri olarak bize hayvanlar teshir etmişse, bizim de onlara merhamet ve şefkatle bakıp onlarla hüsn- muamelede bulunması mecburiyeti söz konusudur. Tam bu çerçevede Hz. Peygamber (s.a.) “Merhamet edene Allah da merhamet eder; yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin” (Ebû Dâvûd, Edeb: 58) buyurmuştur.

Tbiata ve canlı hayata üsn-ü muamelenin nasıl yapılması gerektiğini, Kur’ani hükümlerin tatbikatı olan Sünnet’ten öğrenmek mümkün:

Hayvanın hayatını idame ettirmesi için neler gerekli ise insan da bu gerekleri yerine getirmekle yükümlüdür: İslam Şeriatı’nın vaz’ettiği ilkelere göre hayvana eziyet edilmez, aç ve susuz bırakılmaz, gücünün ve yeteneklerinin üstünde istihdam edilmez. Hayvanın birçok hasletinden istifade etmek caiz ise de, onu bazı hasletlerini kullanarak suistimale edilmez. Hayvanı suistimal etmek su-i muameledir.

Bu bağlamda deve, horoz gibi hayvanların dövüştürülmesi, boğaların kızdırılıp arenalarda koşturulması haramdır. Hadis mecmualarında yer alan kayda göre Allah’ın Resulü (s.a.), “Hayvanları birbirine dövüştürmeyi yasaklamıştır.” (Ebû Dâvûd, Cihad: 51).

Maalesef bazı Müslümanların pek dikkat etmediği şeylerden biri hayvanı dövmek, eziyet etmek, özellikle kafasına vurmak, damgalamak olmaktadır ki, bunlar mü’minlerin güzel amelleri değildir. (Bkz. Müslim, Libas, 106-112.)

Yüksek bir medeniyetin yol haritası olarak İslam bakış açısından durup dururken sözle dahi olsa hayvanı tahkir etmek yasaktır. Buna da dikkat çeken Hz. Peygamber’dir:

“Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun” (Ebû Dâvûd, Cihâd: 44) buyuran Resûlullah aleyhissalâtü vesselam, bindiği deveye beddua eden bir kadının hayvandan aşağı indirilmesini istemiştir. (Müslim, Birr: 80)

Bir keresinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:

“Bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu ve oraya indi. Suyunu içtikten sonra kuyudan çıktı. Bir de baktı ki, susuzluktan dilini çıkarmış soluyan bir köpek, ıslak toprak yiyor. Bunu gören adam (kendi kendine) dedi ki: ’Bana gelen susuzluğun aynısı bu köpeğe de gelmiştir.’ Sonra kuyuya indi, ayakkabısına su doldurdu. Sonra ayakkabısını ağzıyla tuttu (elleriyle kuyunun duvarına tutunarak yukarı çıktı) da köpeğe su verdi. Bundan dolayı Allah, onun amelini kabul etti ve günahlarını bağışladı.”

Sahabiler, “Ey Allah’ın Resulü! Hayvanlara iyi davranmada bize de mükâfaat var mı?” diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Canlı her hayvan için (yapılacak iyilikte) bir mükâfaat vardır.” (Buhâri, Müsakat: 9; Müslim, Selâm: 53)

Hz. Peygamber’in eğitiminden geçen sahabe –bir kısmı Cahiliye döneminde kız çocuğunu hurma ağacına asıp ok talimi yaparken- hayvana fazla yük yüklemeyi hayvan hakkının ihlali saymaya başladı. Hz. Ömer zamanında yaşına ve gücüne göre hayvanlara yük yüklenilmesi yönünde ta’limatlar çıkarılmış, bu ta’limatlar Osmanlılar zamanında merkeplerle ilgili düzenlenen Nizamnamelerde “Tulu’u’ş şems’ten şemsin gurubuna kadar (Güneşin doğuşundan batışına kadar)” merkep kullanımnda hangi ilke ve kurallara göre riayet edileceğine dair nizamnameler düzenlenmiş, bunlar muhtesipler tarafından takip edilmiştir.

Bir devenin yükten veya yanlış palan sürtmesinden yaralandığını gören Hz. Ömer: “Sana olup bitenden sorguya çekilmekten korkarım” demiştir. “Dicle kenarındaki bir keçiden” sorumlu olduğunu söyleyen yine Hz. Ömer’dir.

Abdullah bin Ömer, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Bir kedi yüzünden bir kadına azap edildi. Kadın, kediyi açlıktan ölünceye kadar hapsetmişti. Bu yüzden Cehenneme girdi. Ona şöyle denildi:

“Sen o kediyi hapsettiğin zaman ona yiyecek vermedin, su içirmedin, bir de yeryüzünün haşaratından yesin diye onu salıvermedin.” (Buhârî, Müsakat: 9;  Müslim, Selâm: 151)

Maalesef Müslümanlar modern zamanlarda pusulalarını kaybetmiş bulunmaktadır. Hayvana ilişkin algılarını kendi dini kaynakları ve tarihteki güzel pratikleri değil, hayvan-insan ilişkini geometrik artış gösteren yeryüzü nüfusunu azaltmak ve piyasa kapitalizminin tahrik ettiği piyasaya hizmet etmek üzere “sentetik hayvanseverlik” oluşturmaktadır.

 

Ali Bulaç’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir