29.07.2024
Hülasa-i kelam Türkiye’de Gayrımüslimlerin sembolik rakamlarla ifade edilir hale gelmesinin sebebi İslam dininden, Müslümanlardan, İslam hakimiyetinden kaynaklanmıyor. Devletin dini kontrol ve manipüle etmek amacıya ihdas ettiği Diyanet’in Sünni-Hanefi karaktere sahip kılınmasının da kurucu imamların din anlayışıyla ilgisi yoktur. Burada başka bir konu var.
Türkiye gibi bir ulus devlet olarak kurulan Yunanistan’ın devlet başkanı Venizelos mübadele fikrini ilk kendisi ortaya attı, çünkü Yunanistan’ın yüz ölçümü küçüktü, Türklerin sahip olduğu araziler ise hayli genişti, Venizelos hem yeni inşa edeceği Yunan ulusunda Müslümanları sorun yaratacak bir “öteki” görüyordu, hem de onların topraklarına göz dikmişti. Venizelos’un bu fikri Mustafa Kemal’e de cazip geldi.
Gayrımüslimlerin dini ve etnik arındırmaya tabi tutulması tamamen “modern bir durum”dur ve “ulus devlet”in inşaıyla ilgilidir. Kısaca mübadele modern ulus devletin cürmüdür. Bundan açıkça anlaşılıyor ki Ermeni ve Rumların dini/etnik arındırmaya tabi tutulması, öyle iddia edildiği gibi askeri sebeplerle, yani “işbirliği suçu”yla değil, ulus devlet projesiyle ilgilidir. Erkeklerin savaştaki ihanetinin cezası çocuklara, kadın ve yaşlılara ödetilemez.
Pekiyi, bu mübadele İslam’ın ve Müslümanların yararına mı oldu? Hayır!
Mübadelenin hedefi, İslam’a ve Müslümanlara fayda sağlamak değildi. Mübadelede Gayrımüslimler Türkiye’nin dışına çıkarıldı, Balkanlardan ne kadar Müslüman kökenli halk ve kavim varsa buraya getirildi. Şifahi rivayetlere göre Makedon ve Selaniklilere öncelik tanındı, “çok dindarlar” ihmal edildi.
İşlemin tabiatı dolayısıyla mübadele nüfus arındırmanın bir yoludur. Daha önce İttihatçılar, Anadolu’yu Gayrımüslimlerden arındırmayı planlamışlardı. Ermenilerin, İngiliz ve Rusların iğvasına kapılıp Müslüman ahaliye karşı acımasız saldırı ve katliama girişmesini fırsat bilip, arındırmayı “tenkil ve tehcir”le gerçekleştirmek istediler. Gerçekten de hem Balkanlarda hem Kafkaslarda müslüman ahali büyük katliamlara ve zulümlere maruz kaldılar, yerinden yurdundan olmak durumunda olanların sayısı milyonlarla ifade edilir. İttihatçıların aldığı tehcir ve tenkil kararından önce İngiliz ve Rusların kışkırtmalarına kapılan Ermeni çeteler yaklaşık 50 bin müslümanı katletti. Belki İttihatçıların projelerinde saf ulus inşa etme hedefi vardı ve belki de Ermeni çetelerin Doğu’da ve Güneydoğu’da giriştikleri vahşi katliamlar, İttihatçılara ulus projelerini tahakkuk etme fırsatını vermişti.
Ama yine de sormak lazım: İttihatçıların amacı soykırım yapmak mıydı?
Bu sorunun cevabı üzerinde bir asırdan fazla zaman geçtiği halde Türk ve Ermeni tarafı bir anlaşmaya varamadı. Bir hadisenin soykırım sayılabilmesi için, bir dini veya etnik grubun sadece bu özelliği dolayısıyla katliama tabi tutulması; siyasi coğrafyada her ferdinin katliama maruz kalması; soykırım yapan ile soykırıma uğrayan taraflar arasında bir mukatele (karşılıklı savaş veya çatışma halinin) olmaması ve soykırım amaçlandığına dair hükümet yetkililerin hazırladığı kanunun bunu açıkça veya anlaşılabilecek açıklıkta yazılı olarak düzenlenmesi gerekir. Dikkatle okunduğunda tehcirle ilgili kanun soykırımı hedeflemiyordu:
Tehcir kanununu veya resmi adıyla ‘Sevk ve İskan Kanunu’, 27 Mayıs 1915’te Osmanlı Hükumeti tarafından I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu ile karşı karşıya gelebilecek iç unsurların savaş bölgelerinden uzak yerlere devlet eliyle gönderilmesi için çıkarılmıştı.
Ancak şüphesiz kanun metninde yazıldığı gibi tehcir gerçekleşmedi, İttihatçılar bilerek veya acizliklerinden duruma hakim olmadılar. Kanunun icraatında bölgenin Kürt unsurları birinci derecede rol oynadı.
Batı bölgelerindeki Ermeniler kısmen korundu, en önemlisi Osmanlı devleti ile Ermeniler arasında fiili çatışma söz konusuydu (mukatele). Buna rağmen İttahatçıların yaşanan felaketteki rolleri herkesten çoktu; çünkü fikriyatlarında temel bir bozukluk söz konusuydu. Fuat Dündar, “Modern Türkiye’nin Şifresi” kitabında, İttihatçıların 1913-1918 yılları arasında bir mühendislik çalışması yaparak Anadolu’yu Gayrımüslimlerden arındırmak, yerine özellikle Balkanlardan ve Kafkaslardan nüfus ikame etmek istediklerini belirtmektedir. Bu düşünceyle az da olsa bir Gayrımüslim nüfusu tutmayı gerekli görmüşlerdir. Azıcık bir nüfus, modern devletin vitrininde tutulması icap eden dekoratif özelliği olan bir “azınlık” ihtiyacını karşılayacaktı. Hiç kuşkusuz Gayrımüslimler bundan hoşnut değildi, zira azınlık-ekalliyet, onların İslam tarihinde sahip oldukları Zımmi veya Millet Sistemi statüsünün sağladığı avantajları ellerinden alıyordu; İttihatçılara karşı İstanbul’da yapılan kitlesel gösterilerde Gayrımüslim unsurların da katılıp Müslüman ahali gibi “Şeriat isteruz” diye slogan atmaları bunun göstermektedir. Şeriat, batılı azınlık statüsüne göre Gayrımüslimlere muazzam avantajlar sağlıyordu ve bu da İslam’ın tarihte büyük bir başarıyla –muasırlarına kıyasla- her dinden olana azami rahatlık sağlıyordu. (14 Zihn-i müşevveş İlahiyatçı’nın “Şeriat İslam değildir” diye Kemalizm’den mülehm Martin Lutervari bildiri yayınlamaları bunların İslam’dan da, Şeriat’tan da ne kadar habersiz olduklarını gösteriyor. )
“Azınlık” olmadıkça, Cumhuriyetçilerin, Osmanlı’dan radikal kopuşları sağlanmış olamazdı. Cumhuriyet dönemi Gayrımüslim nüfus politikası İttihatçıların temel esaslarını çizdiği mühendisliğe dayanıyordu, aradaki fark bu sefer diplomasinin işin içine karışmış olmasıdır.
Tehcir gibi mübadele de trajiktir. Yüzbinlerce insan yurtlarını terketmeye zorlanıyor, köklerinden koparılıp bilmedikleri diyarlara sürülüyor. Ermeni tehcirini çığırından çıkaran bir faktör de, kimi Çerkez ve Kürt aşiretlerinin Ermenileri öldürerek mal ve mülklerine el koyma iştahlarının fazlasıyla kabarmasıydı. Mevzuat Ermenilerle ilgili idiyse de, fırsattan istifade yer yer Süryaniler de işin içine katıldı, mallarına-mülklerine el konuldu, bir kısmı katledildi, önemli kısmı tehcire zorlandı. Mübadeleye tabi tutulan Rumların da malları mülkleri ellerinden gitti. Balkanlardan getirilenler de tabii ki büyük sıkıntılar yaşadılar, ama hiç değilse onlara her muhacerette Türkiye’nin en güzel, verimli bölgelerinde araziler, evler, krediler verildi. Bir anda sistem içinde yükseldiler, Anadolu’nun kadim halklarıyla aralarındaki mesafeyi açtılar. Anadolu Osmanlılar döneminde de asker ve erzak deposuydu, Cumhuriyet döneminde de bu özelliğini korudu.
Tehcir veya mübadele olsun, amaç Türkleştirme politikasını tahakkuk ettirmekti. Anadolu’da olan Müslüman halklar bildiğimiz yöntemlerle Türkleştirilmek istendi. Balkanlardan gelenler Mehmet Y. Yılmaz’ın deyimiyle “kendileriyle beraber bir bilinç de getirmişlerdi.” Bu “bilinç” sayesinde Balkan kökenliler –elbette hepsi değil, ama iktidar seçkinleri- Türk olsun olmasın ilk geldiklerinde, hemen kültürel olarak ta Orta Asya derinliklerine gidip kendilerine bir Türk damarı aradılar, kolayca Türk kimliğini benimsediler. Zahiri gerekçede “Müslüman oldukları için zulme maruz” kalıyorlardı, Türkiye’ye gelip de inisiyatif sahibi olduklarında İslam’ın baskı altına alınması için her acımasız tutumu sürdürmekten çekinmediler. Bu hakikaten trajik bir kimlik inşaıydı, bugüne kadar da değişmedi.
Kurucu Kadro’nun selefi İttihatçılar, Rumeli olmaları onlarda değişik bir ruh hali (psikoloji) yaratıyordu: İlkin elden gittiği için bir daha yurtlarına yani Balkanlara veya Kafkasya’ya dönemeyeceklerini biliyorlardı; ikincisi 600 yıllık koca bir imparatorluk kısacık süre içinde, 10 senede ellerinde iken çökmüş, dağılmıştı, iç zaaf ne olursa olsun, güncel suçlu kendileriydi; üçüncüsü halka rağmen, halkın tarihsel mirasına, temel inançlarına aykırı, tarihi mirası ve inancın temellerini tasfiye edici Fransız Üçüncü Cumhuriyetinden mülhem bir sosyo politik-jakoben fikriyata sahiptiler. İstibdat diye Abdülhamid’i devirdiler ama onun istibdadına rahmet okuttular. Cumhuriyetçiler, İttihatçıların halefiydi ve halen bu kadro, “karşı devrim 1950’de başladı” diye, ağır aksak yürüse de demokrasiye hınç ve husumet beslemektedirler.
Gayrımüslimler Türkleşemezdi, Müslüman kökenli etnik grupların Türkleştirelebileceği düşünüldü. Bu yüzden Müslümanlığın kimlik, kamusal-toplumsal hayat ve kültürel tezahürlerine karşı mücadele edildi, din baskı altına alındı. El’an de öyledir.
Gayrımüslimler kalsaydı Müslümanların dini bilinci diri olurdu. İslam tarihinin en zengin kelam tartışması (Halku’l-Kur’an meselesi) Dımaşkli bir rahibin Müslümanlara yönelttiği bir soru ile başladı. Gayrımüslimler gittikten sonra kültür yoksullaştı; mutfak, mimari, müzik, bahçe, sanat-zenaat vs. Türk ulusçuluğunu dizayn edenler hem Gayrımüslimlere husumet besliyorlar hem Müslümanlığı projelerinin önünde engel görüyorlar. Felsefi olarak pozitivist, inanç olarak deist olan Mustafa Kemal’in Gayrımüslimlerden hiç hazzetmediği sır değil.
Aradan bir asır geçti, nüfusumuzun “yüzde 99’u Müslüman.” Fakat ne tarihsel reflekslerimiz kaldı, ne Gayrımüslimlere ve kendimize tahammülümüz var, ne de İslamiyet hakkında doğru dürüst bilgimiz ve hassasiyetimizden bahsetmek mümkün. Garımüslimleri Türkleştirmenin neredeyse imkansız olduğu bilindiği için “azınlık” statüsüne alındılar. Türk olmayan diğer Müslüman kavimlerin Türkleştirilmesi o kadar kolay olmayacaktı. Ama ferman açıktı:
“Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Başvekil İsmet İnönü, Milliyet, 31. 08. 1930). “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.” (Adliye Vekili. Mahmut Esat Bozkurt, Milliyet, 19. 09. 1930.
Sonuç
1. Mübadele veya tehcir bir arındırma biçimidir. Modern zamanlarda yeni bir devlet kurmak üzere kurgulanmıştır.
2. Modern devletin ideal yurttaş kodu saf kimliktir. Hegelyen bakış açısından kimlik üç yolla inşa edilir: “Öteki”nin asimilasyonu, etnik arındırma veya jenosit
3. Söz konusu Hegelyen bakış, ezen veya ezilen milliyetçiliğin ortak değeridir. Ezilen kavimler kurtulup da kendilerine özgü bir millet inşa ettikerinde bu sefer kendileri “öteki”ne aynı muameleyi reva görürler. Her ezilen milliyetçilik ilk kuruluş yıllarında kendi ötekisini gaddarca ezmeyebilir ama
a. Herkesin üzerine açtıkları şemsiye onların en azından kimliklerinin nominal ifadesidir
b. “Öteki” bazı temel haklara sahip olsa da asli kurucu grup kadar eşit değildir.
Mesela, Ermeniler 1915 tehcir kanunuyla büyük mağduriyetlere uğradılar, peki bugün milli devletleri olan Ermenistan’da durum nedir? 1994 yılında 45 bin Azeri’yi tehcir ettiler, işgal ettikleri Azeri topraklarında müslüman bırakmadılar, tabii ke Azeriler de Ermenilere aynı şeyi yaptılar.
Ezilen, aynı formu kullandığında ezen oluyor.
4. Bu konuları tarihi, şahısları veya kavimleri yargılamak, yaraları deşmek üzere gündeme getirmenin faydası yok, bugün aynı trajediler yaşanmasın diye ele alınmalı. Benim bu konuları ele almamın sebebi İslam dünyasının tamamını içine alan “Sosyo politik kriz”e bir çözüm arayışıdır.
5. Türkiye’den verdiğimiz örneklerin tamamı diğer İslam ülkelerinde veya başka yerlerde yaşanmıştır, yaşanmaya devam etmektedir. Bugün Filistin’de tarihin en gaddar etnik-dini arındırma ve soykırım olayı yaşanmaktadır. Dolayısıyla bütün bu cürümler sadece Türkiye’de yaşandı gibi bir hükme varılamaz.
6. Yeni bir dünya sistemine şiddetli ihtiyaç duyulan bir tarihi kesitten geçiyoruz. Verili doktrinler bize yeni bir şey söylemiyor, Müslümanlar yeni bir dünya tasavvuru geliştirmek durumundadırlar. Müslümanların dini kaynakları ve tarihi tecrübesi buna geniş imkan vermektedir.
7. Benim idealim Daru’s Selam’dır: Her din, mezhep veya etnik grubun ortak iyi ve ortak yarar temelinde güvenliğinin sağlandığı, sosyal barışın birlikte tesis edildiği ve ahlaki normlara- Hukuk’a teslimiyetin olduğu siyasi birlik.