21.06.2023
“100. “Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.” 101. Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik. 102. Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona🙂 “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu İsmail) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” 103. Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail’i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı. 104. Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik. 105. “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.” 106. Doğrusu bu, apaçık bir sınavdı. 107. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik. 108. Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. 109. İbrahim’e selâm olsun. 110. Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. 111. Şüphesiz o, bizim mü’min olan kullarımızdandır. 112. Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı da müjdeledik. 113. Ona ve İshak’a bereketler verdik. İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmeden de.” (37/Saaffat, 100-113.)
Bizim her sene Kurban Bayramı’nda bir ibadeti eda etmek üzere kestiğimiz kurbanın Hz. İbrahim’in hayli çalkantılı hayatı ve öğle vaktinin peygamberi olarak verdiği tevhid mücadelesiyle yakın ilgisi var. Nitekim biz kurban keserken Efendimiz’in ta’limatı ve tatbikatı olarak onun sünnetini ihya ediyoruz. Konuyu Kur’an ayetleri ışığında takip edelim:
“Rabbim, bana salihlerden(olan bir çocuk) armağan et.” Hz. İbrahim’in çocuğu olmuyor. Üç kişi (İbrahim, Sara ve Lut) kendi başlarına yolculuk yaparlar ve nihayet Kenan ilinde yerleşirler. İbrahim, soyunun ve soyu üzerinden davasının, tebliğinin devam etmesini istiyor, bunun için Allah’a kendisine, Tevhid dinini layıkıyla ve hakkıyla üstlenip devam ettirecek bir çocuk armağan etmesini diliyor.
Allah, duasını kabul eder ve ona “halim bir çocuk” armağan eder. Adını “İsmail” koyar. Çünkü Allah onun duasını işitmiş (İsmail’in kelime anlamı: “Allah duasını işitti/esma’a el ilah” demektir) ve ona “salih-halim” bir evlat nasip etmiştir. “Salih” olmasını kendisi dilemişti, “hilm” vasfını Allah veriyor. “Halim“dir yani yumuşak huylu, munis, anlayışlı, anında öfkelenip kızmayan, maruz kaldığı olumsuz bir davranış karşısında hemen ceza vermeye kalkışmayan, sabır ve kararlılık timsali bir kişilik profiline sahiptir.
Ahd-i Atik’e göre, Hz. İsmail doğduğunda Hz. İbrahim 86 yaşında idi (Tekvin, 16:16.) İkinci oğlu İshak doğduğunda ise 100 yaşına varmıştı (Tekvin, 21:5.) Demek ki, baba bir anne ayrı iki kardeş (İsmail ve İshak) arasında 14 yaş var. İsmail 14’ne girdiğinde Hz. İbrahim, rüyasını görür ve bunu oğluna açar. Bu demektir ki, kurban edilmek istenen çocuğun İshak olması mümkün değildir. Bu önemli konuya biraz sonra dönme fırsatımız olacak.
“Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek (yani iş güç tutabilecek) çağa erişince (İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda kesiyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”14 yaş çocuğun gençliğe adım attığı çağdır. İşte bu sırada Hz. İbrahim, gördüğü rüyayı oğluna açar. Bölgenin iklim şartları göz önüne alındığında, İsmail’in kendi hayatı üzerinde karar verebilecek çağda olduğunu, yani büluğ çağına erdiğini anlıyoruz. Babasının ona durumu açması, rızasını almak amaçlıdır. İbrahim, rüyasında “İsmail’i “kestiğini” değil, “kesiyorken” görmektedir.
Oğluna durumu bildirir. Oğlu ona “emrolunduğun şeyi yap” der. Müfessirler, bunun işle ilgili bir “istişare” olmadığına değinirler. Amaç, duasında istediği evladın “Salih vasfı”nın ayan beyan ortaya çıkması, çocuğun İlahi emre gönüllü olarak katılmasının sağlanmasıdır. Ancak müfessirlerin bu açıklaması makul görünmemektedir. Çünkü akil-baliğ bir genci, reddettiği halde bir rüya üzerine kesmeye kalkışmak bir babanın başvuracağı iş değildir. İbrahim’in duası kabul olunmuştur, İsmail, “salih bir evlat” olarak babasına Allah’ın emrine itaat etmesini söyler. İsmail’in babasına görevi yerine getirmesini söylemesi onun “salih” vasfını ortaya koymaktadır. Demek ki, İbrahim’in duası kabul olunmuş, yüce Allah ona salih bir evlat armağan etmiştir. İsmail sadece onun “nesep/soy” yönünden değil, “sebep/ahlaki” bakımdan da soyundan, yani sünnetini takip eden evladıdır.
Burada üzerinde durulması gereken bazı noktalar var: İbrahim, Ulu’l-azm peygamberlerdendir. Diğer peygamberler gibi onun rüyaları kendisine Allah’tan ulaşan bilgi ve haber kanallarıdır yani vahiydir. Peygamberlerin rüyaları sıradan insanlarınkinden farklıdır. Bu rüyalar vahiy kanallarından biri olduğu için Hz. İbrahim’e bir sorumluluk yüklemiştir.
Hz. İbrahim, İbn Arabi’nin iddia ettiğinin aksine, rüyayı tabir etmesi gerekirken zahiri şekliyle kabul etmiş değildir. Mesajı net ve doğru almıştır; çünkü bu olayda tabiri gerektirecek bir husus yoktur. İbn-i Abbas, “Peygamberlerin rüyası vahiydir” der ki, doğrudur. Peygamberler uyanıkken de uyurken de vahiy alırlar; çünkü onların kalpleri uyumaz. Hz. İbrahim, bu rüyayı Zilhicce ayının sekiz, dokuz ve onuncu günlerinde (Tevriye, Arefe ve Nahr günleri) üç gece üst üste gördü. Hz. İbrahim, yerine getirilmesi gereken vacip bir emir aldığını anladı. Nitekim tabire açık bir rüyadan hareketle Hz. İbrahim “yanlış” bir şey yapacak olsaydı, Allah onu yeni bir vahiyle uyarır, yanlışından vazgeçirirdi. Hz. İbrahim’in kalkıştı iş sıradan, tolere edilebilir bir yanılgı (zelle) değildi, oğlunu öldürmeye kalkışıyordu. Dolayısıyla Hz. Yusuf’un tabirini yaptığı rüyalarla aynı kategoride ele alınamaz.
Baba ve oğul, Allah’ın emrine ve takdirine boyun eğdiler. Ne İbrahim “Oğlumu nasıl keserim” diye emri uygulamaktan vazgeçti ne oğlu “Baba ne yapıyorsun?” diye herhangi bir tepki gösterdi. İnsan olmaları hasebiyle derin bir iç çatışma yaşadıklarını düşünebiliriz; bu onların takvasına ve Allah’a olan sarsılmaz bağlılıklarına halel düşürmez. Belki de bu ağır sınavın amacı da bu derin iç çatışmanın yaşanması ve fakat aşılmasıydı. İkisi de “başar“dı; bundan sonra iş emri uygulamaya kalmıştı. Hz. İbrahim, oğlunu “yüzükoyun/ alnı üzeri“ne yatırdı, bıçağı çekti. Bıçağı boynuna vurup vurmadığını bilmiyoruz ama her hâlükârda bıçak elindeydi. Boynuna çekti veya çekmedi, buraya kadar işleyen süreç yeterliydi: Sınav başarılmıştı. İkisi İlahi emre boyun eğmişti, baba biricik oğlunu yere yatırmış, her ihtimale karşı iç dünyasında herhangi bir tepki doğmaması için yüzünü görmemek istemiş, onu alnı üzerine yatırmıştı. İşte tam o sırada: “Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik. “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.“
Allah ona sınavı başardığını söylüyor. İbrahim’in ve İsmail’in, baba-oğul iki seçkin insanın sevincini kimse tarif edemez. Hem ilahi hem dünyevi iki sevinci bir arada yaşadılar. İşte bayram şöleni bu olay üzerine başlar. Bir yandan her ikisi Allah’a karşı sözlerini yerine getirdiler, emrine kayıtsız şartsız itaat ettiklerini ortaya koydular; diğer yandan birbirlerine kavuştular. Böylelikle Allah, İbrahim’e “rüyasını doğruladığı“nı yani gördüğü şeyin Rü’yay-ı sadıka olduğunu haber verdi.
Bunun yanında Allah, İbrahim ve oğlunu “İhsan’da bulunanlar (Muhsinin)” olarak isimlendirdi. Yani her ikisi de “Allah’ı görmedikleri halde, O’nu görüyormuş gibi hareket etmişler”, çünkü O’nun kendilerini gördüğünü yakinen bilmektedirler. Öyleyse ödüle hak kazanmışlardır. (Kurban için bkz. 22/Hac, 36-38 ve 108/Kevser, 1-3.)
“Doğrusu bu, apaçık bir sınavdı.” Evet, bu bir sınavdı. Hiçbir baba oğlunu kesmeyi göze alamaz. İnsan kimsenin kendisinden iyi olmasını istemez ama çocuğunun kendisinden iyi olmasına çalışır. Ve hiçbir çocuk babası tarafından, babası eliyle kurban edilmek istemez. Ama bu seçkin iki insan bu çetin sınavı başardılar.
Pekiyi, sınav neydi? Niçin böyle bir şeye gerek görülmüştü? Allah, neden İbrahim’i böylesine ağır bir sınava tabi tuttu? Allah neden İbrahim’i sınadı? Bu olay Tevfik Fikret’in “kurban isteyen göklerin” anlaşılmaz kaprisi” dediği şey mi?
“Din şehid ister, asman kurban/ Her zaman, her tarafta kan kan kan.”
Ya da Andrew Fınkel’in “Tanrı’nın insana blöfü” müydü? “(Kurban olayından) çıkaracağımız ders, topyekûn itaat isteyen, hikmetinden sual olunmaz bir yaratan değildi. Daha ziyade blöfünü görüp görmemeye kendilerinin karar verebilmesi için yaratılanlara meydan okuyan bir Tanrı’ydı” Kuşkusuz bu da değil.
İbrahim, Allah’ın dostuydu (Halilullah sıfatını almıştı). Onun kalbinde Allah’tan başka hiç kimsenin veya hiçbir şeyin sevgisi yoktu. Allah’a olan güveni, tevekkülü/itimadı sonsuzdu. Ateşe atılırken dahi görevini yerine getirmekten bir an olsun pişman olmamış, korku belirtisi göstermemişti. Rabbi onu kurtaracak veya hakkında hayırlı olan neyse onu nasip edecekti. Sonraları Kenan iline hicret ederken Rabbinden bir çocuk istedi. O da ona İsmail’i armağan etti.
İsmail, içten yaptığının duasının karşılığıydı. 13 sene boyunca belki onu çok az gördü, bu da ona olan sevgisinin şiddetini arttırıyordu, annesi Hacer’le onu çölün ortasında bırakmıştı (14/İbrahim, 52); bu onun ilk sınavıydı, içinde fırtınalar kopmuştu. Genç bir kadını küçük bir çocukla ıssız bir çöle terk etmek nasıl bir şeydi acaba? Kim bunu göze alabilir veya kendine yedirebilirdi? Genç eşi Hacer arkasından umutsuzca
“-Nereye bizi bırakıp gidiyorsun İbrahim?” diye yalvardığında ayağının altından yer çekiliyordu sanki. “Bunu Rabbin mi emretti?”
İbrahim büyük bir güven, sarsılmaz bir imanla “Evet” demişti, genç kadın
“-O halde git, O dilemişse bizi zayi etmez” demişti ki, bu tepki Hacer’in de sınavı kazandığının kanıtıydı. Ama bırakıp gitmek kolay mıydı? Ta bu olay dolayısıyla biraz da belki oğluna karşı mahcubiyet içindeydi. Onu görmeye geldiği sınırlı zamanlarda onunla neşeleniyor, mutlu oluyordu. Belki her hareketi, her gülüşü, her koşup kucağına gelişi, ilk konuşması, çağıldayarak sesler çıkarması içine tarifsiz sevinçler doğuruyordu. İsmail hayattı, dünyanın neşesi, zevki, mutluluğuydu. Belki de İbrahim’in ruhunda İsmail dünya sevgisine, dünya hayatının sevgisine (Hubbu hayat ed Dünya) dönüştü.
Hz. İbrahim hiçbir zaman Allah’ı unutmadı, oğlu İsmail’i sever veya onunla eğlenirken herhangi bir ibadetini ihmal etmedi. Şanına yakışır tanımlamayla “İbrahim tek başına bir ümmetti” (16/Nahl, 120), Ulu’l-azm peygamberlerden biriydi, Öğle Vakti’nin tebliğcisiydi. Tarih fecirle başlamıştı, Sabah Vakti’nin peygamberi Âdem aleyhisselam idi, insanlar -kesretten kinaye bir rakam olarak- bin sene beşeriyetin masumiyetini bozmadan yani Tevhid inancı üzerine yaşadılar. Sonra büyük bir günah işlediler ve yeryüzünü kirlettiler. O ilk küresel günahın karşılığı küresel ceza oldu. Ancak tufanla yeryüzü temizlendi. İkinci Âdem olan Nuh aleyhisselâm ile başka bir deyişle Kuşluk Vakti’yle tarih yeniden başladı. İbrahim, Hz. Nuh’u takip ederek, kendini ona nispet ederek yola çıktı. O da Öğle Vakti’nin peygamberiydi ve bütün yapacakları insan soyunu İkindi Vakti’ne (Asr’a) ve onun peygamberine, Hatemü’n-Nebiyyin’e (Nebiyyü’l-asr) hazırlamaktı. Böylelikle Gurub’a doğru yol alınacak ve Tarihin Gündönüm’ü tamamlanmış, beşeriyetin tarihi “Allah’a dönüşle (Rucû’ ilallah)” tamamlanmış olacaktı. Kısaca Âdem ve Nuh gibi o da insanlığın temsilcilerinden biriydi.
Âdem şeytana kanıp yasak meyveden yemişti, yasak bir zamanda ve yasak bir yerde Havva ile birlikte olmuş veya melekler gibi günahsız olmak, ebediyete ve sınırsız mülk ve saltanata sahip olup hükmetmek istemişti. Yeryüzüne indirildi. Âdem “yeryüzünün halifesi“ydi (fi’l-arzi halife) (2/Bakara, 30), insan Allah’a melekût âleminde değil, yeryüzünde halifelik yapacaktı ama yeryüzünün cazibesi onu asli amacından koparmaya devam ediyordu. Bu, Allah’ı unutan insanın aynı zamanda kendi asli özüne yabancılaşmasıydı. İlahi tabiatı ile dünyevi tabiatı çekişiyordu. Bu iki tabiat bazen iki olumlu, bazen iki olumsuz, bazen bir olumlu-bir olumsuz kuvvetlere ayrılıp onu çatışmaya itiyordu. Mal-mülk, servet; şehvet, güç ve iktidar, makam, hükmetme/emretme mertebesi ve statü, çocuk ve taraftarlar. Bunların hepsi insanın asıl amacı olan Allah’a bağlılığını gölgeleyen, insanı Allah’ı zikretmekten, kalbini tümüyle O’na vermekten alıkoyan faktörler olabiliyordu.
Bu olayda İbrahim ikinci defa “El İnsan”, İsmail “Ed-Dünya” rolünü oynuyordu. İbrahim âdemdi, İsmail dünyaydı. İbrahim tertemiz bir peygamberdi ama insanlığı temsil ediyorsa, onun da dünyaya ilişkin bir zaafı olmalıydı. Bu onun oğluna olan düşkünlüğüydü. Oğlu, en sevdiği varlık, bakınca gözleri aydınlanır (Kurratü’l ayn), içi sevinçle dolardı.
Ama yeryüzünün halifesinden beklenen her şeyini Allah’a adaması değil miydi? Her şeyini, bütün sevdiklerini yani gerekirse evladını bile!.. En sevdiğini feda edemeyen dünyaya yenilirdi. Haksızlıkları, eşitsizlikleri, zorbalıkları, yozlaşma, sömürü ve hukuk ihlallerini hangi gerekçeyle yapar ki insan? Kendisi, ailesi, çoluk çocuğu için değil mi? Acaba Karl Marx ve Engels, aileyi bencilliğin sembolü olarak gördüklerinde haksız mıydı? Sınandığı bilincini kaybeden aile bencilliğin tuzağına düşer; “aile” kelime manasıyla da fertleri bir diğerine muhtaç, bağlı ve bir yere kadar bağımlı en küçük beşeri topluluktur; ama her insan teki birey öncelikle Allah’a muhtaçtır ve ona bağlı ve bağımlı olmak durumundadır, aksi halde sınavı kaybeder. Allah el Ğaniy (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan), insan fakirdir (35/Fatır, 15). Kur’an da yakınların, eşlerin, çocukların birer “fitne” olduğunu söylemiyor muydu? Haksız kazanç ve suistimale sebep olduklarında “Mal ve çocuk insanın fitnesi” olur (8/Enfal, 28.) Kişi kendini kollamak durumundadır, öyle bir Gün (Yevmu’d-Din) gelir ki “Ne yakın akraba ne çocuklar ona herhangi bir fayda sağlar” (60/Mümtehine, 3). “Mal ve çocukları kendisini Allah’ı zikretmekten alıkoyan, kalbi tutkuya kapılan (kişi) ziyana uğrar” (63/Münafikun, 9).
Mü’min, yalnızca Allah’a tevekkül edecek, O’nu kalbinde taşıyacaktır. Böyle olmadığı takdirde, başkalarının değil, bizzat mü’minlerin “eşleri ve çocuklarının bir bölümü ona düşman kesilir, onlardan sakınmak lazım.” (64/Teğabun, 14-15.)
Bu bir insanlık durumudur. İbrahim, bu insanlık durumunu insanlık adına yaşamış, içinden geçmiştir. Salih olduğu halde, Allah ona oğlu İsmail’i bir sınav aracı (fitne) kıldı. Fitne, altının içinden süzüldüğü ateş potası. İsmail’i bıçağın altına yatırmak ateşin içinden geçmekten beterdir. İbrahim, daha önce Nemrud’un yaktığı ateşin içinden geçmişti, cürufattan kurtulmuş, arınmış altın olarak saflaşmıştı. Ama kabul etmek lazım ki, oğlunu kendi eliyle kesmesi çok daha dehşet verici bir olay, tarifsiz bir sınavdır. Biricik oğlunu nasıl kesecek, kanını akıtacaktı? Buna dayanabilecek bir baba yüreği var mı dünyada? Kenan ilinde insanlar kurban edilmişti, ama kendi oğlunu eliyle kesen baba görülmüş mü? Rabbi bunu İbrahim’den istiyordu.
İbrahim, beşeriyeti temsilen bir kere daha sınava tabi tutuldu ve örnek rol model olarak sınavı başardı (60/Mümtehine, 4). Yani en sevdiği oğlunu Allah’a kurban etme emrine boyun eğdi. Bir önder (imam) olarak İbrahim bu zorlu sınavı başardıysa, bu demektir ki onun yolunu takip eden mü’minler de zor sınavları kazanabilir. İbranim’in hayatında bizim için güzel örnekler vardır (60/Mümtehine, 4). Amaç, İsmail’in canını almak değildi, Allah’tan başka hiçbir şeyin daha sevgili, daha değerli, daha kabule şayan olmadığını ortaya çıkarmak, bunu fiilen kanıtlamaktı. Üstelik kurban edilecek oğul, kötü biri değil, bir peygamber veya peygamber adayıydı. Böylelikle “İbrahim’in Hanif dini (Millete İbrahime hanifen)” Peygamber Efendimiz (s.a.)’in dilinden kıyamete kadar şöyle formüle edildi: “De ki: benim namazım, ibadetlerim (kurban dâhil nüsuklarım), dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (6/En’am, 162.)
“Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.” Hz. İbrahim’e “fidye” olarak “büyük bir kurban” verildi. Bu, Hz. İbrahim’in önceden “Eğer oğlum olursa onu Allah’a kurban edeceğim” diye bir adakta bulunması dolayısıyla mıydı, yoksa zaten o zamanlarda “İlk doğan erkek çocuğun kurban edilmesini öngören adet” dolayısıyla mıydı?
İbrahim’e gelinceye kadar, putperestler ilk doğan erkek çocuklarını (bikrü’l ümm ve’l eb) tanrılara kurban ederlerdi. Bundan sonra hiçbir şekilde ne ilk doğan erkek çocuk ne başka çocuk –mesela her sene genç bir kızın Nil’e kurban edilmesi gibi- kurban edilmeyecekti. Bu açıdan söz konusu kurban olayında Hz. İbrahim’in, ilk erkek çocuğu olan İsmail’in olması anlamlıdır. “Millet-Şeriat sahibi hanif İbrahim”, bu cinayeti yasaklamış oluyor, yasaklarken oğlunu feda etmeyi göze aldığı halde hakiki ve tek ilah olan yüce Allah’ın bunu murad etmediğini bittecrübe herkese göstermiş oluyordu.
Molok kültünün hâkim olduğu Kenan ilinde bu gelenek vardı. Hindistan, Yunanistan, İtalya, Kelt, Töton, Slavlarda, Mısırlılarda, kadim Afrika ve bazı Amerikan kabilelerinde, Maya, Aztek ve Sami kavimlerinde de insanın tanrılara kurban edilmesine rastlamak mümkün. Samiler ve komşularıyla ilgili olarak Eski Ahid’te bilgiler verilir (ll. Krallar, 3: 27.) Öyle de olsa, Hz. İbrahim, böylesine saçma bir şeyi uygulayacak biri değildi, onun misyonu bu tür caniyane gelenekleri değiştirmek, her şeyi aslına uygun olarak yerli yerine koymaktı. Hz. İsmail yerine bir hayvanın “fidye” olarak verilmesi, bu caniyane geleneğin kökten kaldırılmasına dolaylı yoldan etki etmiştir ama asıl maksat bir geleneği yürürlükten kaldırmak yanında başka bir şeydir.
Hz. İbrahim’in oğlunu Allah’a adadığına dair elimizde bilgiler ikna edici görünmüyor. Bu durumda ona verilen koçun “fidye” olarak nitelendirilmesi, bir kere İsmail’i Allah için kesmek üzere yatırması dolayısıyladır. Başka bir ifade ile iş teşebbüs safhasında kalmadı, İbrahim yine de Allah’a bir kurban kesti ama bu oğlu İsmail değil, bir koç oldu. “Fidye“nin ikinci anlamı, Hz. İbrahim’in sünnetinin kıyamete kadar sürmesi ve onu takip eden mü’minlerin her sene onun sünnetini ihya etmek ve sürdürmek amacıyla şartlarına ve usulüne uygun bir hayvanı Allah için kurban etmesidir.
“Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. İbrahim’e selâm olsun.”İbrahim’in yaptıkları ve başardıkları onu kıyamete kadar hayırla ve şanını yücelterek anmamıza vesile teşkil etmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.) kurbanı “Hz. İbrahim’in sünneti” olarak tarif etmiştir, biz de bu sünneti yerine getirmek üzere her sene kurban keser, Hz. İbrahim’i hayırla yâd ederiz.
Anlatıma göre Adem’in iki oğlundan Habil hayvancılık, Kabil tarım ve bahçecilikle uğraşıyordu. Habil en kıymetli hayvanını Allah’a kurban olarak sunarken, Kabil gözden çıkardığı değersiz ürünü sunmuştu. Yüce Allah Habil’in kurbanını kabul etti. Arzusu yerine gelmeyen Kabil kardeşinin kanını dökerek ilk cinayeti işledi. (Bkz. 5/Maide, 27.) Kurban Ali Şeriati’nin lirik bir dille anlattığı gibi en sevdiğimiz şeyle sınanmamızdır, dünyaya ait her şeyden ne kadar uzaklaşırsak, o kadar Allah’a yaklaşır, yakınlaşırız. Bu kalple ilgilidir, yoksa eşyadan ve dünyadan kopmak demek değildir. Yani eşyanın ve dünyanın sevgisi kalbimizde olmamalı, onu kurban etmesini bilmeliyiz. Hz. İbrahim’in kurbanı, ne doğaüstü güçleri yatıştırmak ne onlara rüşvet takdim etmek ne de insanın şiddete yatkın saldırganlığını kontrol etmekle ilgilidir, bu açıklamalar antropologların ve psikologların hurafe cinsinden yakıştırmalarıdır. Yukarıda anlattığımız gibi kadim zamanlarda insanlar tapındıkları ilahları hoşnut etmek, gazaplarını teskin etmek, kan akıtma tutkularını karşılamak; aziz ve kutsal kişiliklerle manevi bağ kurmak, ölenlerin ruhlarını sevindirmek veya öfkelerini dindirmek veya meleklerle ilişki kurmak düşüncesiyle hayvan, insan veya başka nesneleri kurban olarak sunarlardı. Rene Girard, Hz. İbrahim olayı ile bilhassa insanın kurban edilmesi döneminin kapandığını söyler.
Tanrı-tanır varoluşçu olan Kıerkegaard, Hz. İbrahim’in oğlunu niçin kurban ettiğini sorar: Bu olayda rol oynayan ana faktör iman mı, teslimiyet mi, şükür mü, taatin sınanması mı? Bob Dylan’a göre, emri aldığında İbrahim’in verdiği tepki şu olmuştur: “-Aman Tanrım, bana büyük bir yük yüklüyorsun!” Erken dönem Hıristiyan inancında kurban iman ve taatin sınanması; Yahudi kültüründe Tanrı’nın merhametini isteme yoludur. Kıerkkegaard, İbrahim’in imanının sınanmasının temelinde ıstırap olduğunu söyler, İbrahim’i yücelten de bu ıstıraptır. Ama Allah’tan aldığı emri yerine getirmek üzere görevlendirilen bir elçi, işini yaparken ıstırap çeker mi, velev ki oğlunu feda etmek durumunda kalsa bile. Kıerkegaard, Hıristiyan teolojisinin tesis ettiği dini kültüre göre, imanın düşünce sistemi içinde yeri olmadığını söyler, iman tam olarak düşünmenin bittiği yerde başlar. İmanın ne olduğunu bilimsel veya sistematik bakış açısı söyleyemez. Bu durumda Tertullianus’un öne sürdüğü gibi iman ile absürt (saçma) tutum aynı çizgide buluşur.
Yine de Kıerkegaard, İbrahim ne yaparsa yapsın oğlunun geri geleceğine inandığını ima eder, oğlunu öldürse de Tanrı onu diriltip kendisine verecekti. Beklentisi çıkmayabilirdi, imanının yanlış olduğu ortaya çıkması halinde kaybının ne büyük olacağını bildiği halde yine de imanını korudu, işte İbrahim’i yüce kılan buydu. Burada teslimiyetin payını unutmamak lazım, zira ön teslimiyet olmadan iman olmaz. İbrahim açısından teslimiyet, oğlunu Tanrı’ya teslim etmekti. Teslim olmuş İbrahim, oğlunu geri getirmeyi bekleyemezdi. İbrahim Tanrı’nın varlığına iman ediyordu, burada sorun yoktu. Sorun, oğlunu öldürse bile, Tanrı’nın onu kendisine geri vereceğine inanmasıydı. Bu aslında absürt bir şeydir ama Kırekegaard’a göre İbrahim, oğluna “absürdün gücü”yle sahip olacağına, geri geleceğine inanıyordu: “İbrahim, oğlunu geri alacağına inanmakta ve geri almaktadır. Geri dönmemesi ihtimali İbrahim’in görmezden gelmeyi seçtiği bir ihtimaldir ve sonuç bu sanının doğru olduğu ortaya çıkmıştır.”
Bizim bakış açımızdan bu kurgu İbrahim’in kucağında tecrübe ettiği büyük hakikati ifade etmiyor. Oğlu yerine koçun fidye olarak verileceğini bilmiyordu, beklemiyordu. En sevdiği oğlunu imanının bir parçası olarak ve pazarlıksız teslimiyetle Allah’a sundu, onu boğazlayabilir, öldürebilirdi. Eğer ruhunun derinliklerinde oğlunu öldürse bile yine ona geri geleceğine ilişkin bir ümit, zayıf bir beklenti olsaydı ne görevini yerine getirmiş olurdu ne sahici/sahih bir sınavdan geçmiş sayılırdı. İbrahim’in sınavı büyüktü, Yakup aleyhisselâm da oğlu (Yusuf) ile sınandı ama onun Yusuf’tan başka dokuz oğlu daha vardı, tekrar Yusuf’a kavuşuncaya kadar hasreti ve acısı dinmedi. İbrahim’in İsmail’i ise “biricik”ti, tam bir teslimiyetle onu kurban etmekte tereddüt etmedi. Ayetin devamında anlatılacağı gibi, İsmail sınavını başarıyla geçtiği için şanı yüce Allah “Salihlerden bir elçi olarak İbrahim’e İshak müjdesini verdi” yani ikinci bir erkek çocukla ödüllendirdi.
Yukarıda değindiğimiz üzere Muhyiddin İbn-i Arabi’ye göre, İbrahim aleyhisselamın gördüğü rüya ile oğlunu kurban etmeye girişmesi hata idi, neredeyse katil olacaktı; rüyasını ta’bir etmeliydi, ta’bir özel bir ilimdir, bu ilmi ancak batınî isimler ile zahiri isimler arasındaki münasebeti mükaşefe ile bilen zatlar bilir. İbrahim gördüğü rüyayı yorumlamadı, gördüğü gibi uygulamaya kalkıştı. Oysa uyku hayaldir, rüyada gördüğü oğlu suretinde ona görünen (zahir olan) koç idi. Hz. İbrahim, rüyayı yorumlasaydı doğrudan bir koçu kurban edecek, oğlunu bıçakla boğazlama teşebbüsünde bulunmayacaktı. Hz. İbrahim’i bilgisizlikle itham eden İbn Arabi’nin bu değerlendirmesi şu açılardan hatalıdır:
1) Bu değerlendirmeye göre tevhid inancının sembolü Hz. İbrahim hata etmiştir. Bu hüküm cümlesi peygamberlerin “ismet” sıfatına aykırı düşer, hele tevhid konusunda! Peygamberler tasarlayarak ve taammüden insan öldürmez; Hz. Musa kazaen bir Kıpti’nin ölümüne sebep olmuştu. (28/Kasas, 14-17)
- Hz. İbrahim ya ta’bir ilmini bilmiyordu veya bildiği halde rüyasını ta’bir etmedi; bu ikisi de İbrahim gibi bir peygamber için nakısadır.
3) Peygamberlerin rüyası eğer vahiy ise, Hz. İbrahim rüya yoluyla aldığı vahyi yanlış anlamış, hatta korkunç bir cinayeti işlemenin eşiğinden dönmüştür; bu hata da peygambere izafe edilemez.
4) Ayet’ten açıkça Hz. İbrahim’in yanlış yaptığı değil, rüyayı doğruladığı yani doğru yaptığı ve bundan dolayı ödüllendirildiği belirtilmektedir.
5) Rüya ile gelen emir “apaçık imtihan”dır. Bir koçu Allah için kesmek zorlu bir imtihan değildir; imtihan olan yaşlılığında çok istediği çocuğunu kendi eliyle kurban etmek durumunda kalması ve onun tam bir teslimiyetle bu emri yerine getirmeye kalkışmasıdır;
6) Eğer peygamberler rüya yoluyla aldıkları vahiyleri, bilgi ve haberleri, emir ve nehyleri yorumlamaya kalkışsalardı bunu bize açıkça söyler, hangi bilgi ve haberi, hangi emir ve nehyi bize yorumlayarak tebliğ ettiklerini açıklarlardı. Rüyayı veya uyanık halde gelen vahiyleri peygamberlerin yorum süzgecinden geçirmek vahyi rüyaya indirmek olur ki, böyle bir şey vaki değildir. Peygamberler beşer olarak gördükleri rüyalarını yorumlamışlarsa eğer, aldıkları vahyi her nasıl almışlarsa olduğu gibi, tıpkı İbrahim aleyhisselamın yaptığı gibi muhataplara tebliğ etmiş ve öylece uygulamaya çalışmışlardır. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Vahiy nedir?, Ekin Yayınları, İstanbul-2020, s. 59-159.)
İbrahim, yakîn bilgiye sahipti, tam bir imanla kalbini Allah’a tahsis etmişti, içinde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi yoktu. İbrahim yaptıkları ve başardıkları dolayısıyla selamı hak ediyor. Kıyamete kadar ona selam olsun! Biz de namazda tahiyyatta okuduğumuz duada bu selamı tekrar ederiz. Sonraki nesiller Hz. İbrahim’in başardığı sınav dolayısıyla, onun güzel hatırasını yâd ederek ve sanki kendileri de ruhen buna iştirak ederek “bayram” yaparlar. Ramazan bayramından (İydu’l fıtr) sonra gelen bayrama Kurban Bayranı (İydu’l adhiya) deriz.
“Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü’min olan kullarımızdandır.“Hz. İbrahim kelimenin gerçek anlamında bir rol modeldir. Yaptıklarıyla örnek oldu. Başka hiçbir peygamberin tabi tutulmadığı bir sınava tabi tutuldu ve sınavı başardı. Oğlu İsmail ile ihsanda bulundu, Allah’ı görmediyse de, Allah’on onu gördüğü bilinciyle hareket etti, O’nun emrine itaat etti. Mü’min bir kuldu, mü’min kulların da yol göstericisidir. Mü’minler onun gibi en sevdiklerini Allah’a kurban edecekler, zor olsa da sınavdan başarıyla geçmeye çalışacaklardır. Kurban olayında, onu takip edenler de her tutum ve davranışında bu bilinçle hareket ederler; bu, Cibril hadisinde anlatıldığı üzere “İhsan derecesi”ne yükselme anlamına gelecektir. (Bkz. Müslim, İman, 1.)
“Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı da müjdeledik.”Allah, bu çetin sınavı başarması dolayısıyla İbrahim’e bir erkek çocuk daha verdi. Neredeyse biricik oğlu İsmail’i kaybedecekken, bıçak sırtı bir sınavdan geçip Allah’ın emrine boyun eğmişken, öyle ki çocuğunu kesmek üzere yüzünü yere doğru yatırmışken, Allah ona çocuğunu bağışladı, “fidye” olarak bir hayvanı gönderdi. Ve keremi, bağışı bol olan Allah arkasından ona bir çocuk daha müjdesini verdi (21/Enbiya, 72-73).
Yukarıda İshak’ın İsmail’den, 13 (veya)14 sene sonra doğduğunu söylemiştik. Dolayısıyla kurban edilmek istenen çocuğun İshak olması mümkün değildir. Tevrat’a göre Hz. İsmail doğduğunda İbrahim 86 yaşında idi. 99 yaşına geldiğinde “Rab ziyadesiyle çoğaltacağı, birçok kavmin babası olacağı müjdesini vererek onunla ahit yapar. Ahit yapıldığında İsmail 13 yaşındaydı “(Tekvin, 17/1-26). Daha açık bilgi Tevrat’ın şu kaydıdır: Hz. İbrahim 100, eşi Sara 90, İsmail 14 yaşında iken İshak, İbrahim’in ikinci oğlu olarak dünyaya gelir (Tekvin, 21/1-5.)
İkinci husus, ilk doğan çocuğun İsmail olması Tevrat’ta da yer alır. İbrahim’in oğlu doğduğunda ona “Allah duasını işitti” anlamında “İsmail” ismini koydu (Tekvin, 16/11, 15.)
Sara, Hacer’i ve İsmail’i kıskanır: “Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at. Çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlumla, İshak’la beraber mirasçı olmayacaktır” der. Hz. İbrahim, Sara’nın kıskançlığı ve istememesi ile Tanrı’nın da emrine uyarak Hacer ve oğlu İsmail’i gönderir (Tekvin, 21/8-14). Onlar da Beer-Şeba çölüne giderler ve orada yaşarlar (Tekvin, 21/14-20.)
Bu olayla ilgili Tevrat’ta şöyle denir: “Allah, çocukla beraberdi, o büyüdü ve okçu oldu” (Tekvin, 21/10-20.) Hz. İbrahim, Beer-Şeba’da kuyu açmış, ılgın ağacı dikmiş ve buraya Beer-Şeba ismini koymuştur, yani yedi kuyu veya yemin kuyusu (Tekvin, 21/22-33.) Özetlemek icap ederse:
a) 100. ayette Hz. İbrahim, keremi ve bağışı bol olan Allah’tan bir evlat dilemektedir;
b) Ona evlat verilir, bu sırada 86 yaşındadır;
c) 100-105. ayetlerde kurban edilmek istenen evladın ilk erkek çocuk olduğu belirtilmektedir;
d) 113. ayette Hz. İbrahim’e İshak’ın verildiği belirtilmektedir. İbrahim suresinin 39. ayetinde de Hz. İbrahim sıra ile kendisine “İsmail’in ve İshak’ın” armağan edildiğini belirtmektedir (14/39). Bütün bunlar kurban adayının İsmail aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.
Mamafih, en doğrusunu Allah bilir, İsmail ve İshak, her ikisi de bizim derin saygı duyduğumuz peygamberlerdir. Bütün bunlar, kurban edilen çocuğun İsmail olduğunu, kurban yerinin Kenan ilinden uzakta bulunduğunu ve bu olayın Mina’da cereyan ettiğini gösteriyor. Allah, duası üzerine İbrahim’e oğlu İsmail’i verdi, İshak ona fazladan verilendir (21/Enbiya, 72.) (Hz. İbrahim kıssasıyla ilgili ayrıca bkz. 6/En’am, 75-79; 14/İbrahim, 35-41; 21/Enbiya, 51-70; 51/Zariyat, 28-29.)
Bütün bunlara karşılık olarak Allah İbrahim’e İshak’ı armağan eder, ikisine bereketler verir. Her ikisinin soyundan güzellik yapan olduğu gibi zulmeden de vardır. Yani atalarının İbrahim, İsmail veya İshak olması, insanların kurtuluşunun garantisi değildir.
(Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, V, 625-635.)