Ali Bulaç Yazdı: Üç umde açısından tasavvufun kritiği(1)

07.08.2021

1. Tevhid

Genel olarak tasavvuf doktrinleri ve özel olarak Vahdet-i vücud hakkında doğru, adil ve yol gösterici bir yargıya varmak için elimizde güvenilir kriterlerin olması lazım. Bir sufi doktrini diğer sufi doktrinle veya genel tasavvuf olgusunu fıkıh, kelam veya başka bir disiplinin temel varsayımlarıyla kritik etmek mümkün, lakin bu bizi sağlıklı bir sonuca götürmeyebilir.

Ben müslümanların tümünün üzerinde ittifak ettiği üç iman umdesinden hareketle diğer bilgi ve düşünce ekollerini kritik edebileceğimiz gibi tasavvuf ve Vahdet-i vücudçuluğu da kritik edebileceğimizi düşünüyorum. Söz konusu üç kriter tevhid, nübuvvet ve ahirettir. Bir düşünce veya düşüncenin kendi içinde belli bir tutarlılığa, sisteme kavuştuğu doktrin bu üç umdeyi teyid ediyorsa, uc görüş ve iddiaları ne olursa olsun İslam içi kabul edilir; üçünü veya birini reddediyorsa İslam dairesinin dışında mütalaa edilir. Kritik sorumluluk gerektiren bir iştir; bilhassa şu prensibi elden bırakmamak lazım: Te’vile açık görüş ve konularda tekfir yoktur.

Şimdi bu zaviyeden konumuz olan ahlak meselesini merkeze alarak, İslam imanının temelini teşkil eden tevhid ilkesi açısından tasavvuf doktrinlerini, özellikle Vahdet-i vücudçuluğu kritik etmeye çalışalım. Kritiğimizde başvuracağımız iki başlık olacaktır: İttihad/ittisal ve fenafillah. Bu yazıda ittihad/ittisal’ı ele almaya çalışacağız.

a. İttihad

İttihad kelimesi birliği, birleşmeyi ifade eder. Kâşâni, sufi literatüründe kelimenin yedi ayrı anlamını verir: Mesela bir zatın diğer zata dönüşmesi ittihattır, ama bu mümkün değildir. İkinci anlamı el Vahid (Bir)’in sayı mertebesinde gözükmesidir, bu Bir’in çok olarak gözükmesi haline denir. Üçüncüsü bütün varlıkların tek bir varlıkta birleşmesi. Dördüncüsü sufilerin eşyaya birlik gözüyle bakması. Beşinci anlamı kulun Hak karşısında edilgen pozisyonda olup Hak’ka özgü bir sıfatla gözükmesidir ki en muhataralı tarif budur. Bu halde Hak kulun, kul da Hak’kın suretinde zuhur (etmesi) sebebiyle ittihad sağlanır. Altıncısı nafile ibadetleri teşvik eden hadiste ortaya çıkacak durumdur. (“Kulum bana en çok farz ibadetlerle yaklaşır. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder. O kadar yaklaşır ki onun gören gözü ben olurum benimle görür, işiten kulağı ben olurum benimle işitir, tutan eli ben olurum benimle tutar, yürüyen ayağı ben olurum benimle yürür” (Buhari, Rikak: 38.) Sonuncusu da kulun yaratılmış olmaklığının Hak yönünden ortadan kalktığı halin vukuudur. (Abdurrezzak Kâşâni, Tasavvuf Sözlüğü, Çev. Ekrem Demir, İz y., 2004-İstanbul, s. 32-33.)

Konumuzla ilgisi bakımından ittihadın bize çağrıştırdığı şey, insanın Allah’la birleşmesi, bir olmasıdır. Arada bazı nüanslar olsa da, aynı gayeyi ittisal ile de ifade etmek mümkün. Kâşâni, vuslat, kavuşmak demek olan ittisali, kerim ve cömert olan Hakkın mertebesinden yardım getiren makam olarak tarif eder ve dört ayrı ittisal sayar: Hakkın katına ulaşmak (İttisal’l i’tisam), müşahede ittisalı (İttisalü’ş şuhud), vecd halinden doğan ittisal (İttisalu’l vücud) ve ayrılık halinin sona erdiği (İttisalu’l infisal). (Kâşâni, Age., s. 34-35.) Tasavvuf edebiyatında merkezi tema olan aşk, aşık-maşuk ilişkisi vuslatı anlatır. Aslında Tanrı’nın üç durumu kendi zatında toplaması Aristo’nun Tanrı tasavvuruna dayanır. İster buna akıl, akleden ve akledilen deyin ister düşünce, düşünen ve düşünülen ya da bilgi, bilen ve bilinen deyin aynı kapıya çıkar. Sufiler bu üçlemeyi aşk, aşık, maşuk şeklinde ifade ederler.

Bu çerçevede sufinin Tanrı’ya yönelimini belirleyen iki ana yaklaşımdan biri vuslatı/kavuşmayı esas alırken, diğeri firkatı/ayrılığı esas alır. Ancak sufi şair ve dervişlerin kavuşmadan kastettikleri Kur’an-ı Kerim’de sözü geçen “lika/karşılaşma-kavuşma” olmayıp birleşme, bütünleşme yani bir olmayı amaçlar. En’am (6), 30’da, “insanın Allah’a kavuşması, kıyametin kopmasından ve haşrdan sonra dünyada yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekilmesi” manasında kullanılır. 130. ayette ise inkarcıların ve suçluların “karşı karşıya gelecekleri gün” yine lika ile ifade edilmiştir. Bu çerçevede başka ayetler de vardır.

İttihadta söz konusu olan kendi başlarına varlıkları olmayanların, her şeyin ve varlıklarını kendisine borçlu oldukları mutlak varlıkla birleşmeleridir. Vahdet-i vücud bunu antik Yunanlılardan aldığı temaşa/teori kavramıyla dile getirir. Kendileri bizatihi varolmayanlar varlığı kendinden olan mutlak varlığı temaşa eder ve O’nunla birleşip bir olurlar. Kullanım yerine göre ittisal de bundan farklı değildir. Bu halde kul kendi varlığını görmez, Allah’la bitişik görür, kendi varlığını dikkate almaz. Kusudi, şuhudi ve vücudi olmak üzere üç ittisalden söz edilmişse de, sonuç itibariyle ittisal ittihattır, ittihat da Allah’la bir olma, bütünleşmedir.

Zahiri iddiaya rağmen her ne kadar kişi kendi varlığından fani olmak suretiyle Allah’ta yok oluyorsa da, bu kendini tümüyle yok etmesi, yokluğa katması değil, Allah’ta baki olmasını sağlar. Böylelikle Allah nasıl ezeli ve ebedi, her tür noksanlıktan münezzeh ve mutlak varlık ise, insan da ittihad veya ittisal sayesinde O’nun gibi, O’nunla beraber ve O’nda bekâya ulaşır; artık bu mertebede ebediyet ve mutlaklık kazanmış olur. O’nun el Bâki ismine iştirak eder. Yani aslında sufi yok olma cehdi ve mücahedesi içinde olduğunu söylüyorsa da, nihayetteki hedefi yok olmak değil ebediyet kazanmaktır. Bunu da –haşa- Allah’ın zatına katılarak elde edeceğini düşünmektedir. “O’nun zatından başka herşey yok olucudur” (28/Kasas, 88.)

Bu gerçekten büyük cür’et gerektiren bir iddiadır. Molla Cami, bu yolda olanların kendilerini kendi nazarlarından kaldırmaları gerektiğini söyler: “Varlığın bütün kademeleri, cemalinin tecelligahları ve kainatın bütün mertebeleri, kemalinin aynaları olan o Zat’a yönelmeli ve bu hakikatle iştigal etmelisin. Bu nisbet üzere o kadar devamlılık göstermelisin ki bu hakikat ruhuna işlemeli ve kendi varlığın gözünden kalkmalıdır. Böylece kendine baktığında, O’na bakmış ve kendine dair bir şey söylediğinde, O’nun hakkında söylemiş olursun. Böylece mukayyet Mutlak olur ve ‘O Hak’tır’ da ‘Ben Hakk’ım’ olur”:

Gönlünde gül geçerse gül olursun

Ve kararsız bülbül geçerse bülbül olursun

Sen cüz’sün ve Hak külldür, olur da birgün

Küll’ü düşünürsen küll olursun. (Molla Cami, Vahdet-i vücuda dair, s. 60-61.)

Bu söylemden ittihad düşüncesinin çıkmadığını, çıkamayacağını söylemek zordur. Te’vilde tekfir yoktur, amenna, lakin her zaman hüküm makamında olanlar bu hassasiyeti göstermeyebilir. Nitekim Kanuni’nin Şeyhülislam’ı Ebussud Efendi, Yunus’un bu minval üzere şiirleri için ağır hükümler vermiştir:

Ete kemiğe büründüm …. Yunus diye göründüm.
Sıyırın eti kemiği, işte onun sesi, işte onun kendisi.
Ol kadiri kün feye kün, lutfedici sübhan benem.
Kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.
Nutfeden Adem yaradan, yumurtadan kuş türeten.
Kudret dilini söyleten, zikreyleten sübhan benem.

Hem batinem hem zahirem, hem evvelem hem ahirem.
Bu cümlesini yaratıp tertib eden Yezdan benem.
Yoktur anda tercüman, andaki iş bana ayan..
Bin bir adı vardır bir adı da Yunus, ol sahibi Kur’an benem
.

(Yunus Emre; Kültür Bakanlığı, 1275 Kültür Eserleri 161, s. 361)

Seçilecek yorum yöntemine göre Yunus’un bu söylemi hululiye ve ittihadiye fırkalarının inancı şeklinde anlaşılabilir.

Zaman içinde Yunus’un sadece bu şiiri değil, neredeyse bütün şiirleri yasaklandı. Ebussud’a göre batınî inanç ve tutumların yanı sıra Vahdet-i vücuda dayalı tasavvuf anlayışı zındıklıktır, bu tür tasavvuf ilhad dinindendir, bu inanca sahip olanların katline cevaz vermiştir. Tercümanü’l eşvak’ta yer alan bir şiir şöyle:

O beni över ben O’nu

O bana tapar, ben O’na

O nasıl bağımsız olabilir ki

O’na yardım edip el uzattığımda

Bilmekle yaratıyorum O’nu. (Afifi’den nkl. Marie Schimmel, Age., s. 283.)

Gerek Yunus’un şiiri gerekse Afifi’nin aktardıkları sufilerin ittihadı ima ettikleri açıktır. Ancak İbn Arabi, bu türden itham ve suçlamalara karşı Allah’ın bütün nitelemelerin üstünde ve ötesinde olduğunu söyler. Bu nitelikler ne O’dur ne O’ndan gayrıdır. Allah zatıyla değil, isim ve sıfatlarıyla tecelli eder, Zati düzeyde kavranması mümkün değildir, O’nu kavramak aklın işi değildir. Yaratılmış her ne varsa fiili varoluşlarında Allah’la özdeş değildirler, ancak sıfatlarının yansımalarından ibarettirler. İşte bu paratöner cümleler, İbn Arabi ve diğer sufileri düşüncelerinin sonuç itibariyle te’vile açık olduğunu gösterir. Bundan dolayı Ebussud gibi ölüm cezası vermek mümkün değildir, lakin şiddetli bir eleştiriye tabi tutulması zarureti vardır. (Afifi, bazan İbn Arabi’nin söyledikleri ile söylemek istediklerini ayrıdetmenin mümkün olmadığını söyler, sanki yazıları kontrolden çıkmış gibidir. O, İslam’ın tevhide dayalı tektanrıcılığını panteizmle uzlaştırma gibi imkansız bir problemle karşı karşıyadır… Kendisine ait belirli bir ifadenin anlamına itiraz edildiğinde veya itiraz edileceğini düşündüğünde, hemen itirazı ikna edecek bir başka anlam yükler. Mesela:

Sen beni görürsün, fakat ben seni göremem

Fakat zaman gelir ben O’nu görürüm,

O beni görmez.

O hemen orijinal anlamını tamamen değiştirip aşağıdaki ekleri yaparak şöyle cevap verdi:

Sen ki beni daima günaha meylederken görürüm

Fakat ben senin (günahımı) yüzüme vurmak istemediğini görürüm

Zaman gelir ben O’nun nimetimi ve yardımını görürüm

Fakat O benim nankörlüğümü görmez (görmezlikten gelir). (A.E Afifi, İbn Arabi (M.M. Şerif, İslam düşüncesi tarihi, Türkçe Baskının Editörü, Mustafa Armağan, İnsan Y., İstanbul-1990 içinde) II, 11.)

Netice itibariyle İbn Arabi’nin hangi görüşte karar kıldığını tespit etmek zordur. Bir yerde ittihadı çağrıştıran şeyler söylerken, başka yerde de “Halık mahluktur, mahluk halıktır, hepsi tek bir kaynaktandırlar” söyler. İbn Arabi uzmanı Afifi’ye bakılırsa İbn Arabi tam bir panteisttir. Çünkü ona göre aşıkın nihai hedefi aşkın hakikatidir, bu hakikat de Allah’la özdeş olmaktır. Doktrine göre, mahlukat Allah’ın zahiri suretidir, bizler O’nun tecelligahı olduğumuz için biz O’yuz. Halk haktır, Hak da halktır, Halık da mahluk da aynı şeydir. An gelir kul Rab olur, an gelir abd abd olur, O bana tapar, ben de O’na. (İbn Arabi, Fususu’l hikem(Ekrem Demir çevirisi), s. 83 vd.)

Diğer sufilerde de bize bu düşünceyi çağrıştıracak çok sayıda örnek bulmak mümkün. Mesela Hallac-ı Mansur şöyle der:

Ben beni sevenim, beni seven de benim

Bir tek bedende bulunan iki ruhuz biz

Beni gördüğünde O’nu.

O’nu gördüğünde her ikimizi görürsün. (Hallac’ın bu yöndeki şiirleri için bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Enel Hak isyanı Hallac-ı Mansur, II, 164-171.)

İmanın diğer bir umdesi olan “meleklerin varlığı”da Halık ile mahlukun birliği doktrininde anlamını kaybeder. Nitekim Şibli Mikail ve Cebrail’i  düşünenleri müşrik sayardı. Ona göre en yakına gelindiğinde, saf ruh (olan) Cebrail’e de yer yoktur. Çünkü artık aşık ile maşuk birdir, ikilik, ayrılık diye bir şey kalmamıştır. (Marie Schimmel, Age., s. 96.)

Konu entelektüel-felsefi müzakere ve tartışma zemininde kaldığı sürece belki zihne bir derinlik ve dinamizm de katar. Lakin biz ahlak açısından baktığımızda bu düşüncelerin yazıldığı kitap sahifelerinde kalmadığını, bireyin ve toplumsal hayatın ahlaki tutum ve davranışlarını belirlediğini tespit ediyoruz.

Temel varsayımları itibariyle de bu düşünceler ahlaki hayatın geliştirilmesinde herhangi olumlu bir katkısı olmadığı gibi belki zararı da olmuştur. Çünkü marifetünnefs ile marifetüllah arasında köprü kurup marifetülhalk’ı hesaba katmayan bir doktrin tabiatı gereği bireyin, toplumun veya kamusal otoritenin ahlaki sorunlarıyla ilgilenmez.

Kendine, canlı hayata ve öteki insanlara karşı ahlaki sorumlulukları olan “mü’min” profilinin yerini vuslat arzusu veya firkat acısını dile getiren Allah sevgisi ya da “aşk” alınca, Şeriat’ın hükümlerini  (Ahlaki normlar ve hukuk kuralları) yerine getirmek önemini kaybeder. Tusteri (283/896) açıkça şöyle diyordu: “Ben Muhammed ümmetinden günahkarları, kötülük yapanları, adam öldürenleri, zina edenleri ve hırsızları değil, Allah’a tevekkül edenlerini, O’ndan hoşnut olduklarını ve O’nu sevip arzuladıklarını iddia edenleri kabul etmiyorum.” 

Sufiliğin teşekkülünde Haricilerin imanı zahir kriterlere bağlayıp kolayca insanları yargılarken, sufiler soyut iman veya aşk kavramıyla her türden kritiğin imkanını zayıflattı, zamanla sufilerin kültüre kattıkları bu telakki müslüman toplumun hukuk ve ahlaka karşı lakayt tutum takınmalarına yol açtı. Sonraki yazıda “Fenafillah”ı ele almaya çalışacağız.

 

Ali Bulaç’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir