Altan Tan Yazdı: Din, İnsan, Toplum ve Devlet

19.01.2021

Oldum olası konuşurken de, yazarken de başı sonu belli olmayan, muğlak ve ağdalı bir üsluptan kaçınırım.

Meramımı elimden geldiği kadar herkesin anlayabileceği kadar basit, sade ve öz bir şekilde anlatmaya çalışır, çoğu kez de daha da anlaşılabilir olması için bir, iki, üç…diye maddeler halinde sıralayarak özetlerim.

1993 başında çıkarmaya başladığımız Yeni Zemin Dergisi’nde de bu şekilde yazmaya başladım.

Türk Solundan tevarüs ettikleri, her cümlesi yarım sayfa tutan, uzun, “yapısal araçsallığın işlevselliği” benzeri anlaşılmaz ve içinde çok sayıda İngilizce, Fransızca, Latince kelimeler olan yazılar kaleme almayı bir marifet sanan ve bunu da entel olmanın şartı zanneden bazı arkadaşlar bu yazı tarzımla dalga geçerek, “Melikahmed üslubuyla yazıyorsun” diyorlardı.

Çocukluğumun ve hayatımın en güzel ilk 9 yılını geçirdiğim Melikahmed (Kürtlerin telaffuzu ile ‘Mérıgahmed), kadim Diyarbekir’in (Sur içinin)  çok meşhur bir mahallesi.

Melikahmed’i sadece kabadayıları (pexvazları, kırıxları) ve berduşları ile tanıyan bizim “çokbilmişler”; Mimar Sinan’ın eseri Behram Paşa Camisi’nin de Melikahmed’de olduğunu, Kadayıfçılar piri Ahmed Ağa’dan, Medine Kadısı ve 1. Meşrutiyet’te (1876) Diyarbekir Mebusu Nakibül Eşraf Hacı Mesud Efendi’ye ve Türklere Türkçülüğü öğreten Ziya Gökalp’e kadar nice deve dişi gibi kişinin de Melikahmedli olduklarını bilmiyorlardı.

Onlar benle kafa buluyorlardı ben de onlarla!

Onlar bana “Melikahmedli” diye takılırken, ben de onlara;

“Siz kendinizi şehirli zannediyorsunuz ama çoğunuz köyden yarın geldiniz!”

“Benim annem Türk, anadilim Türkçe siz hala Türkçe konuşurken o’ları u, u’ları o diye telaffuz ediyorsunuz.”

“Üstelik doğru düzgün Kürtçe de bilmiyorsunuz.”

“Birçoğunuz İmam Hatipli, Urfa’da Oxford olmadığı için İbrahim Tatlıses okumadı ama (sanki olsaydı okuyacaktı! Urfa’da o tarihte lise bile vardı ama hazret ilkokul bile okumadı!) Diyarbekir’de Kolej vardı ve ben orta ve liseyi kolejde İngilizce okudum, hem de Amerikalı hocalardan.”

“Her şey bir yana sizin adlarınız Şemseddin, Bedreddin, Abdülcabbar… Benimki ise Altan!” (“Melikahmed’de ‘Altan’ ne iş?” diye soracak olursanız, o da başka bir hikâye)

“Siz aydın, entelektüel, ben ise şalvarlı Melikahmedli!”

“Ben böyle yazayım siz de ‘kaotik, genetik, otantik, şematik, analitik, pragmatik, permatik…’ yazın ki dünya alem sizi bir şey zannetsin!” diye takılıyordum.

Gelelim yazımızın başlığına… Din, insan, toplum ve devlet ilişkisine…

İslam inancına göre din, ilk insandan bu yana var.

Allah insanı yarattı, eşyanın isimlerini öğretti, insana peygamberleri vasıtasıyla iyiliği ve kötülüğü anlattı, nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini açık ve net bir şekilde bildirdi.

O günden bugüne binlerce peygamber gelmesine ve her seferinde insanların hırsları ve çıkarları uğruna eğip büktükleri dini tekrar aslına döndürmelerine rağmen, son peygamber Hz. Muhammed’den sonra da ilahi İslam öğretisi eğilip bükülmeye çalışıldı.

İslam adı altında birbirinden çok farklı inançlar/inanışlar ortaya çıktı, insanlara dayatıldı.

Birkaç günlük dünya iktidarı ve nimetleri uğruna, din adına akıl almaz zulümler işlendi. İnsanların hayatı zindana çevrildi.

Aslında din mevzuu o kadar karışık ve karmaşık değil.

İnsanların en aliminden, hiç okumamışına kadar tamamına hitap ettiğinden, herkesin anlayabileceği kadar açık ve net.

Dinin 3 ana esası var:

1- Akide-İman

2- Hukuk

3- Ahlak

Akide ve iman konusu, insanların iç dünyaları ve kavrama kapasitelerine bağlı. Tam olarak şirkten arınmak ve gerçek anlamda bir “Allah” inancına ulaşmak kişinin idraki kadar.

Biraz açacak olursak; kişinin Allah’ı nasıl idrak ettiği, ne sanıp ne sanmadığı, tenzih ve tasavvuru tamamen özel bir durum ve sadece kendini ilgilendiriyor.

“Niye?” diyecek olursanız; İslam tarihi “şirk-küfür”, “mümin-kafir” tartışmaları ile dolu.

İmam Ğazali’ye göre Farabi ve İbn-i Sina kafir; kendinden sonra gelen İbn-i Rüşd’e göre Ğazali haksız.

Tasavvufun en büyüklerinden Muhyeddin-i Arabi birçoklarına göre Şeyh-ül Ekber (en büyük şeyh), birçoklarına göre ise Şeyh-ül Ekfer (en kafir şeyh)

Aynı durum Hariciler,  Selefi ekolun en büyük imamlarından İbn-i Teymiyye ve her ikisi de Halep’te öldürülen Nesimi ve İşrakiliğin en büyük temsilcisi Sühreverdi için de geçerli.

Yahudi ve Hıristiyanların Allah inançları ise, başlı başına ayrı bir tartışma konusu.

Onun içindir ki yine birçoklarına göre en sahih iman “kocakarının imanı”dır.

Abbasi Halifesi Memun’un İmam Ahmed Bin Hanbel’i “Kuran mahluktur” inancına zorlaması gibi insanları tek bir inanca ve anlayışa zorlamak doğru değil ve aynı zamanda böyle bir şey mümkün de değil.

Dinin akide ve imandan sonra en önemli ikinci ayağı ise hukuktur ve bence en önemlisi de hukuktur.

Hukuk mevzusu da basit, açık ve nettir.

Hz. Musa’nın 10 Emiri de dâhil bütün semavi dinler (hepsi İslam) aynı doğruları vaz ederler.

En önemli düstur; insanların canına, malına, namusuna, hak ve özgürlüklerine saygılı olmaktır.

Çalmak-çırpmak, adam öldürmek, insanlara zulüm etmek, haklarını yemek… haramdır.

Onun içindir ki çoğu kez ‘Din adalettir’ denilmiştir.

Hz. Peygamber, Mekke’de bunalan Müslümanları “adil bir melik” olarak tanımladığı Habeşistan Kralı Necaşi’nin yanına adaletine güvendiği için göndermiş, öldüğünde ise gıyabında cenaze namazını kılmış-kıldırmıştır.

“Ahlak” ile ilgili en veciz ifade, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Hz. Muhammed’e aittir.

Güvenilir (emin), mütevazi, hoş sohbet, hoşgörülü, vicdanlı ve merhametli olmak, anne, baba ve kardeşlere, insanlara yardım etmek ve eline, diline, beline sahip olmak ahlakın temelidir.

Kısaca özetlemek gerekirse din; peygamberler vasıtasıyla insanlara Allah’ı tanıtır, bir düzen içinde yaşamaları için hukuk vazeder, insanın iyi bir insan olması için ahlaklı olmasını ister.

Mümin bir Müslümanın bütün çabasının özü; Hukuka riayet eden, ahlaklı bir insan olmaktır.

Sadece insanların değil, bitki ve hayvanların, kısaca tüm mevcudatın da hukukuna saygılı olmak gerekir.

Onun içindir ki kişinin namazı, orucu, ibadeti, sakalı, takkesi, tesbihi, bilmem kaç kez hacca, umreye gittiği kendisini; adaleti ve ahlakı ise toplumu ilgilendirir.

İnsanın ve devletin topluma bakan yüzü ahlak ve adalettir.

Devletin dini adalettir.

Hak hukuk tanımayan, zulmeden, kayıran, çalan-çırpan, zevk ve debdebe içinde nefsinin peşinde koşan kim ve hangi rejim olursa olsun, en hafif tanımlamasıyla fasıktır.

Günümüz İslamcıları ve Müslümanlarının hukuk ve ahlak karneleri, ne yazık ki kırıklarla doludur.

Melikahmed üslubuyla: “Ahlak ve adalet yoksa gerisi boştur”

Vesselam!

Altan Tan’ın  Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir