12.02.2021
Ülkemizde rektör atamalarıyla ilgili tartışma yapılmayan bir dönem yok gibidir. Boğaziçi Üniversitesine yapılana rektör atamasına karşı öğrencilerin başlattığı eylem-itiraz önce sosyal medyada daha sonra da yazılı-görsel medyada ilgi gördü ve gittikçe bir çeşit muhalefet hareketi halini almaya başladı. Ülkemizde “Tarafsız(!)”, “anayasa mahkemesi başkanı” gibi sıfatları taşıyan “hukukçu” cumhurbaşkanları tarafından yapılan atamalar tartışıldığı gibi “partili” cumhurbaşkanı tarafından yapılan rektör atamaları da tartışılmaktadır. Önce üniversitede seçimin yapılması ve ilk altı kişinin YÖK’ e bildirilmesi, daha sonra ilk altı kişi içerisinden YÖK’ün takdiri ile üç kişinin cumhurbaşkanına sunulması oradan da yine takdir hakkı kullanılarak üç kişi içerisinden herhangi birinin rektör olarak atanması gibi bir sürü prosedür ve bürokrasi içerisine gizlenmiş ancak nihayetinde cumhurbaşkanının istediği kişiyi rektör olarak atadığı demokratik görünümlü bir uygulama da çok eleştirilmişti, doğrudan cumhurbaşkanının atadığı mevcut pratik de sürekli eleştirilmeye ve tartışılmaya devam edecek görünmektedir. Bu konuda uzun süre akademinin içinde bulunmuş öğretim üyeleri ile deneyimli gazete yazarlarının değerlendirmelerine haber sitelerinden ulaşmak mümkün. Konu çeşitli açılardan tartışılmakta, eleştirilmekte ve değerlendirmektedir. Birçok açıdan ufuk açıcı olarak görülebilecek olan bu değerlendirmeler kıymetli olmakla birlikte ülkemizdeki yönetim felsefesi ve rejim paradigması ile ilişkilendirilmediği takdirde bir yönüyle kadük kalmaktadır. Konunun Türkiye Cumhuriyeti eğitim felsefesi genelinde tartışılması ve yetiştirilmek istenen insan profili bağlamında değerlendirilmesi daha doğru görünmektedir.
Bakan, vali, büyükelçi, genel müdür gibi daha üst düzey bürokratik kadro atamalarında yapılmayan tartışmaların rektör atamaları söz konusu olduğunda gündeme gelmesi rektörlerin sahip olduğu güç ve yetkiyle ilgilidir. Rektörlüğün üst makamı pozisyonundaki YÖK başkanı ve üyelerinin atamaları bile bu kadar tartışılmamaktadır. Mevcut rektör atama yöntemini tartışırken ülkemizdeki yaklaşık yüzyıldır süregelen yükseköğretim politikalarını tartışmak gerekmektedir. Rektör atamaları buzdağını görünen kısmıdır. Türkiye’de üç temel üniversite reformundan bahsedilmektedir. 1933, 1946 ve 1981 yıllarında üniversite düzeyinde reformlar yapılmış, işleyiş ve yönetim basamaklarının yapılandırılmasında köklü değişikliklere gidilmiştir. Bunların ilki ve en köklüsü olarak tanımlanabilecek olanı 1933 reformudur. Cumhuriyet döneminde batılılaşma yolunda atılan adımların bir devamı olarak üniversiteler de ele alınmış, batılı eğitimcilerin hazırladıkları raporlara dayanılarak zaten yapılan devrimlere yeterince destek vermediklerinden dolayı eleştirilen hocalar köklü bir reforma tabi tutulmuştur. Özellikle Türk Tarih ve Dil teorilerine yeterince destek vermedikleri gibi bu tezleri eleştirmeleri bardağı taşıran son damla olmuş ve Darülfünun olarak adlandırılan tek yükseköğretim kurumu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Bugünden bakıldığında oldukça komik ve gereksiz görünmesi bir tarafa, o yıllarda iddia sahiplerinin bile inandırıcı bulunmayınca yumuşattığı ve sonraki yıllarda vazgeçmek durumunda kaldığı tarih ve dil tezlerinin Darülfünun hocalarınca sahiplenilmemesi hatta eleştirilmesi tepki çekmiştir. 1932 yılında Türk Tarih Tezini geliştirmek için toplanan 1. Türk Tarih Kongresinde Türk ırk ve uygarlığının üstünlüğünü kanıtlamak amacıyla sunulan bildirilerde Orta Asya’da kuraklık olup olmadığı ile ilgili çıkan tartışmada Darülfünun hocalarından Zeki Velidi Togan’ın Türk Tarih Cemiyeti Umum Kâtibi Reşit Galip tarafından aşağılandığı ifade edilmektedir. Daha sonra Maarif Vekili olan Reşit Galip hem üniversite reformunu gerçekleştiren bir bakan hem de bunun gerekçelerini toplantılarda açıklayan bir teorisyen olarak ön plana çıkmaktadır. İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıyla 92 Darülfünun hocasının işine son verilmiştir. Kaynaklarda farklı sayılar olmakla birlikte bu sayı mevcut hoca sayısının üçte ikisine tekabül etmektedir. Dönemin Maarif Bakanı Reşit Galip ile ondan sonra bakanlık yapan Yusuf Hikmet Bayur’un üniversitede İnkılap tarihi derslerini anlatmaya başlamaları bazı hocalar ile dekanların istifaları ile sonuçlanmıştır (Mazıcı, 1995). Üniversite reformunun ikincisi, II Dünya Savaşı Sonrası kurulan yenidünya dengelerine uyumun bir sonucu olarak çok partili sisteme geçişle birlikte 1946 yılında daha bilimsel ve demokratik bir yapı oluşturulması amacıyla gerçekleştirilmiştir. Üçüncü olarak da 1980 askeri darbesinden sonra yapılan ve YÖK’ ün kurulmasıyla sonuçlanan üniversite reformudur. Her üç reformun da “tepeden inmeci” bir yaklaşımla yapıldığı, “bilimsel ve demokratik” gerekçeler öne sürülerek gerçekleştirildiği ifade edilmektedir (Arslan, 2005). Ülkemizde yapılan bütün anayasalarda ve temel yasalarda olduğu gibi üniversitelerle ilgili temel düzenlemelerin de olağanüstü dönemlerde ve anti demokratik yönetimlerin iş başında olduğu zamanlarda yapıldığı dikkat çekmektedir. Bu dönemlerin genel bir özelliği olarak 1947 tasfiyesi, 147’likler ve 1402’likler olarak adlandırılan (Mazıcı, 1995) toplamda yüzlerce akademisyenin üniversiteden atıldığı görülmektedir. Ulusalcı ve militarist bir refleksle gerçekleştirilen bu tasfiyeler ile İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Behice Boran, Doçent Pertev Naili Boratav ve Doçent Niyazi Berkes, Fuat Sezgin gibi her alandan ve görüşten akademisyen üniversiteyi hatta ülkeyi terk etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında devrimlerin yerleşmesi için danışmanlık yapan İsmail Hakkı Baltacıoğlu; Atatürk, İnönü, CHP ve devrimlere olan bağlılıklarını ve sadakatlerini yazdıkları bir mektupla bildiren Behice Boran, Muzaffer Şerif Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi akademisyenlerin bile üniversiteden atılmaları bir çeşit siyasi ve konjonktürel tasfiye hareketinin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Mazıcı’ya göre (1995) 1930’larda dünya genelinde Faşist (İtalya ve Japonya) ve Nazi (Almanya) politikalarından etkilenen, hattâ unvanlarını bile bu ülke liderlerine (Führer, Duçe ve Başbuğ) benzeten Millî Şef Dönemi, ülkenin toplumsal katmanlarının tümüne nüfuz edecek biçimde baskıcı bir dönemdir. İşte bu politikanın üniversitelerde somut bir biçimde ortaya çıkışı, 11 Nisan 1944’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) 36 öğretim üyesinin imzasını taşıyan ve dönemin Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’e sunulan resmî yazıda görülmektedir. İmzalayanlar arasında DTCF Dekanı Prof. Şevket Aziz Kansu, Doç. Pertev Naili Boratav, Doç. Muzaffer Şerif Başoğlu (listede adı olduğu halde imza için bulunamamıştır) Doç. Behice Boran ve Doç. Niyazi Berkes’in de bulunduğu bu yazıda şunlar dile getirilmektedir:
“Sayın Vekilimize, Ebedi Şefimiz Atatürk’ün mutlu eliyle kurulmuş olan fakültemizin biz Türk öğreticileri, bugün 11 Nisan 1944 tarihinde toplandık. Partimizin programını yeniden madde madde okuduk. Partimizin prensipleri hakkında şimdiye kadar taşıdığımız inanı ve duyduğumuz heyecanı bu sefer de hep birlikte bir kere daha teyit (pekiştirme) ve tekit (sağlamlaştırma) ettik. Kemalizmin Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik, İnkılâpçı ve Cumhuriyetçi umdelerinin kayıtsız şartsız hizmetkârı olduğumuzu; bize tevdi edilmiş olan Yüksek Öğretim gençliğini bu umdeler içinde yetiştirdiğimizi ve yetiştirmeye devam edeceğimizi; bu umdelerin mâna ve değerine aykırı herhangi fikir ve kanaata, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da, yer vermiyeceğimizi ve Partimizin Değişmez Genel Başkanı İnönü’ye bağlılığımızı derin saygılarımızla bildiririz.”
1980 askeri müdahalesi sonunda oluşturulan YÖK başkanlığı ile bazı idari ve teknik değişiklik yapılmasına karşın merkeziyetçi ve ideolojik bakış açısı farklı görüntü ve renklerle günümüze kadar devam etmiştir. Gelinen nokta itibariyle Türkiye’de üniversiteler hiçbir dönem özerk, özgür ve demokratik bir şekilde yönetilmediği gibi rektör atamalarında da akademik ve yönetsel ilkelere uyulmamış, siyasi ve ideolojik tercihler birinci derecede geçerli olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti merkeziyetçi ve ideoloji temelli bir devlet olarak nasıl ki “maarifi” bir çeşit kültür dönüşümünü en önemli enstrümanı olarak nitelendirmişse onun bir alanı olarak yükseköğretimi de aynı önemde değerlendirerek rektör atamalarına özel önem vermiştir.
Boğaziçi Üniversitesi ve Rektör Atama Sistemi
Boğaziçi Üniversitesine atanan rektör vesilesiyle yapılan tartışmaların düzeyi ve derinliği ne yazık ki ülkemizde daha birçok şeyin değişmeden sorunlu bir şekilde devam edeceğinin sinyallerini vermektedir. Yazılı ve görsel medyada yapılan yayınlardan öğrencilerin seslendirdiği taleplere veya konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin açıklamalarına bakıldığında konunun özünden uzak bir şekilde rektörün özgeçmişi, Boğaziçi kültürü, Gezi benzeri kalkışma, akademisyenlerin sırt dönmesi gibi magazinel ve ideolojik duruşların ön plana çıktığı sınırlı sayıda yazarın dışında konunu özüne temas eden yazının medyada yer bulmadığı anlaşılmaktadır.
Öncelikle ülkemizde rektör atamalarının her zaman siyasi otoritenin istediği şekilde gerçekleştiğini belirtmek gerekmektedir. 1980’lere kadar bakanlık eliyle, günümüze kadar ise YÖK aracılığıyla cumhurbaşkanları Prof. ünvanlı istedikleri kişiyi üniversiteye rektör olarak atamışlardır. Önceki dönemde kafa karıştıran bir sürü aşama ile demokratik-bürokratik görünümlü bir tiyatrodan sonra gerektiğinde bir oy alan kişiyi bile rektör atamakta çekinmeyen cumhurbaşkanları olduğu gibi günümüzde de gerekirse bir kişi için bile atama sistemi değiştirilebilmektedir. Kısaca güneş altında değişen bir şey yoktur, söylenmemiş bir şey kalmamıştır gerçekten.
Yapılan tartışmalar ve ön plana çıkan başlıklar kapsamında konuyu toparlamak gerektiğinde;
1. Gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere örneklere bakıldığında rektörlerin genellikle atandığı, ancak bu atamanın yerel ve merkezi otorite temsilcilerinden oluşan bir heyet tarafından önerildiği ve bir çeşit konsensüs marifetiyle rektörün amacı, niteliği, üniversite için vizyonu, toplumun beklentileri gibi konular bağlamında gerçekleştirildiği görülmektedir. Ülkemizde görüntüyü kurtarma adına YÖK’te kurulan komisyon aracılığıyla ve mülakat sonrası Cumhurbaşkanlığı’na önerilse bile bütün süreçler atama ile belirlendiği için nihayetinde en üst makamın dediği olmaktadır. Tartışılması gereken “kimin” atadığından veya “hangi yöntemle” atandığından öte atanan kişini “niteliği” ve “önceden belirlenmiş ilkeler” doğrultusunda işlem tesisi olmalıdır. Boğaziçi Üniversitesi örneği hükümete muhalif kesimler ile onların yönlendirdiği küçük bir grubun üzüm yemek yerine bağcıyı dövme denemesinden başka bir şey değildir. Buradaki rektör protestosuna katılan öğrenci ve öğretim üyeleri ile bunlara destek veren kesimlerin dürüstlük ve tutarlık adına bundan önceki rektör atamalarında ve hak ihlallerinde, özellikle de AYM başkanı, hukukçu cumhurbaşkanı tarafından yapılan siyasi ve ideolojik atamalarda seslerini yükseltmiş olmaları gerekmektedir. Kısaca ilk taşı atanların masum ve günahsız olması gerekmektedir. Bu gün yapılan atama yüzyıldır devam eden keyfi ve ilkesiz örneklerin devamından başka bir şey değildir.
2. “Boğaziçili” öğrencilerin kendileriyle görüşmeye ve taleplerini almaya gelen rektöre verdikleri cevaplara ve sarf ettikleri cümlelere bakıldığında “Boğaziçili” olmanın en fazla test çözmekten başka bir anlam ifade etmediği anlaşılmaktadır. Sistem eleştirisi yapmak ve sorunun özünü tartışmak yerine “kayyum rektör”, “seçim yap kral ol” gibi konunu özünden çok ideolojik ve tepkisel motivasyonla bir araya gelmiş, ayaklarına kadar gelen rektöre karşı uluorta konuşmanın dayanılmaz hazzını yaşayan bir grubun dikkat çekme eylemi izlenimi vermektedir. Her şeye rağmen diyalog kapısını açık tutmak isteyen bir üst yöneticiye karşı gösterilmesi gereken ortalama nezaket davranışlarının çok test çözmekle öğrenilmediği bir daha anlaşılmış olmaktadır.
3. Yönetim teorisi açısından bir yönetici kurum içinden de olabilir, kurum dışından da olabilir. Örgütün amaçları, kişinin yönetim uzmanlığı ve vizyonu, kamuoyu beklentisi, yasalar, yerleşik uygulamalar gibi çeşitli konulardaki ölçütlerin sağlanması gerekmektedir. Kişinin iyi bir akademisyen olması iyi bir rektör olacağı anlamına gelmemektedir. Her akademisyen kendi alanının uzmanıdır; yönetim biliminin de bir uzmanlık alanı olduğu düşünüldüğünde rektörün akademik kariyeri, siyasi geçmişi, kime danışmanlık yaptığı, dinlediği müzik türü gibi tartışmalar politik ve magazinel tartışmaların ötesine geçmemektedir. Rektörün kurum içerisinden olmasını veya Boğaziçi geleneğine uygunluğu gibi iddiaları “demokrasi” ve “bilimsellik” adına savunanlar kendi ideolojik tercihlerini açıkça dile getirme cesaret ve dürüstlüğüne bile sahip değildir. Unutulmamalıdır ki ülkemizdeki üniversite reformları da dahil olmak üzere her türlü devrim, ihtilal, darbe ve anayasa yapma gibi olağanüstü adımlar “demokrasi” ve “bilimsellik” görüntüsü altında bir çeşit jakoben ve militarist adımdan başka bir şey değildir.
4. “Güneş altında söylenmemiş söz yoktur” ifadesindeki engin deneyim ülkemizdeki üniversite sistemine transfer edildiğinde “bu topraklarda değişen bir şey yoktur” statükoculuğunu çıplak bir gerçek olarak ispat etmektedir. Rektör atama sisteminde değişen bir şey olmamıştır. Bütün üst düzey atamalarda olduğu gibi rektör atamalarında da ideolojik, kayırmacı ve nepotik tercihler yüzyıldır bu topraklarda süregelmekte ve devam etmektedir. Zaten insanlar güç ve yetkiyi sınırsız ve keyfi bir şekilde kullanabilmek için iktidara gelme mücadelesi yapmaktadır, ilkeler ve kurallar daha sonra gelmektedir.
Son olarak bütün bu değerlendirmeler ışığında rektör atamasının nasıl olması gerektiğini tartışmaya gerek yok sanırım. Çünkü bu ülkede iktidarından muhalefetine kadar böyle bir arayış içerisinde olan kişi ve kurumların olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Böyle bir irade ortaya çıktığı zaman ortak akılla bu topraklar için en uygun sistemin belirlenmesi zor olmayacaktır.
Yüzyıllık bir deneyimin devamı olarak seyrettiğimiz atama, protesto, eylem, sırt dönme gösterilerinin temel amacı güce sahip olma ve güç kullanma motivasyonundan başka bir şey değildir.
Kaynakça
Mazıcı, N. (1995). Öncesi ve Sonrasıyla 1933 Üniversite Reformu, Birikim, 76.
Arslan, M. (2005). Cumhuriyet Dönemi Üniversite Reformları Bağlamında Üniversitelerimizde Demokratiklik Tartışmaları, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 18 (1), 23-49.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.