04.02.2021
Sakin bir kafayla “Boğaziçi” konusunu yazarım diyordum. Yazı için bir takım ön hazırlıklar da yapmıştım. Ama ne mümkün?.. Bu ülkede her şey ne çabuk farklılaşıyor!..
Boğaziçi’nde olup bitenlerle ilgili paylaşımları izlerken zihnim, 80’li yıllara gidip geldi… “Var yasa, yok yasa, yeni yasa…” diye, sürekli değişen düzenlemeler karşısında zihnen eğlensek de gerçekte yaşadıklarımız bizden ne çok şeyi çalıyordu… Fakülte kapılarında “Giremezsiniz!” diyerek önümüze duvar olan “görevliler” zaman zaman, “ne yapalım yasa böyle, yönetmelik var!” gibi sözlerle vicdan yapıyorlardı, öğrenim haklarını kullanmak isteyen öğrencilere karşı.
Meclis koridorlarını arşınlamaktan, parti teşkilat ve merkezlerini ziyaret etmekten yılmış yorulmuştuk. Bazı vekiller bizimle görüşmemek için arka kapılardan kaçmaya çalışmış, bir kısmı insaflı davranıp “ne yapalım yasa böyle, yönetmelik var; bizim elimizden de bir şey gelmiyor!” gibi acziyet ifadeleri ile bizi dinler görünmüşlerdi. Biz de “böyle yasa mı olur, yasayı kim yapıyor, insanlar değil mi? Bu yasalar değişmeli, kaldı ki bu bir yönetmelik, bir gecede iptal edilebilir!” gibi kendimizce itiraz ve önerilerimizi dile getiriyorduk. İdarenin kendince “yasal” bulup dayattığı bir yasağa karşı, hak ve özgürlük bilinci ile direniyorduk. Boykottaydık ve aylar süren boykot esnasında hem yasakçılar hem de onların işbirlikçisi “mütedeyyin” bazı çevrelerce “militan”, “toplumun huzurunu bozan”, “kargaşa çıkaran”lar olarak nitelenmekten de kurtulamıyorduk. Uzun uğraşı ve fakülte idaresi ile süren pazarlıklar sonunda, en temel hakkımız gördüğümüz başörtüsü ile öğrenime devam imkânını elde etmiştik.
90’lı yılların sonuna doğru 28 Şubat süreci gerek öğrenciler gerekse iş hayatında olanlar için bir kıyım vesilesi olarak yeniden “yasal görünümlü” bir yasağı hayatımıza dâhil etmişti. Yine itiraz ettik; yine birçok sivil girişimlerde bulunduk ama yine “militan” ilan edilmiştik. Memuriyetten ihraçlar, devlet “kurumlarının huzur ve sükûnunu bozmak” ithamına dayandırılıyordu. Hatta halkın seçtiği milletvekili ki bugün mevcut hükümetin yurt dışı elçisi olarak görevlendirilmiştir, “devlete meydan okuyan” biri olarak meclisten atılmıştı. Ancak biz, o günün “devlet uluları” tarafından “militanlık” yapmakla suçlanırken, çoğunluk halkın “kahramanları” idik…
Evet, bütün bu olanlar sırasında ortada bir yönetmelik vardı; zaman zaman da “Yüce Meclis”ten çıkan yasalarla engelleniyorduk, başörtülü öğrenciler ve çalışanlar olarak. Ama bir yönetmeliğin olması, hatta bir “yasa”nın varlığı dayatılan tutumun doğruluğunu hele hele iyiliğini göstermiyordu. Evet, ortada bir yasa olabilirdi ama eşitlikçi ve özgürlükçü değildi. Demokratik bir katılımı sağlamıyor; her şeyden öte toplumsal vicdanı karşılamıyor hatta rahatsız ediyordu… Nerden baksanız tutarsız nerden baksanız haksız hukuksuzdu uygulamalar… Peki, Boğaziçi’nde ne olmuştu da bütün bunlar zihnime üşüşüvermişti?..
Boğaziçi’nde de “yasal” görünen ancak demokratik teamüllere uygun olmayan bir rektör ataması, öz saygı sahibi her kesimin itirazını ve haklı bir tepkiyi doğurdu. Aslında benzer birçok atamada olduğu gibi bir suskunluk ve sessizlik (!?), katılımcı ve eşitlikçi bir demokratik ilişki ve yönetişimi deneyimleyen Boğaziçililerden beklenemezdi ve öyle de oldu. Yapılan bu “yasal” ama “uygunsuz” atama işlemini ne hocalar ne de öğrenciler kabul ediyordu. Mevcut yönetim elemanları istifa ediyor, hocalar bu dayatmayı kabul etmediklerini ifade eden açıklamalar yapıyor, öğrenciler ise itirazlarını barışçıl bir yöntemle “boykot” biçiminde gösteriyorlardı. Toplumsal vicdan da önemli ölçüde öğrenciler lehineydi. Yapılan yanlıştan dönülmesi beklenirken, gençler “illegalleştirilip” barışçı itirazları “suç”laştırılmaya çalışıldı. Tıpkı yıllar önce biz başörtülülerin “illegalleştirilip” “militanlıkla suçlandığı gibi…
Geçmişte “gerici” ve “yobazca” bazı eylemler[1] devlet ulularının imdadına yetişiyordu; şimdi de ortaya çıka-rıla-n (!) bir çekim (?), tartışmanın ve haklı itirazların seyrini değiştirmeye yetmişti…
#AsagiBakmayacagiz; #KabulEtmiyoruzVazgecmiyoruz… etiketli Boğaziçili gençlerin paylaşımlarından söz ediyorum. Günlerdir üniversite avlusunda barışçıl bir eylem içinde olan gençlerin; bir “sanat sergisinde” kullanılmak için yapılan bir poster bahanesiyle derdest edilmeleri ve bir kısmının gözaltı hatta tutuklamaya maruz bırakılması karşısında verdikleri sesten söz ediyorum. Her ne kadar “hazır asker” pozisyonuyla her kıvılcıma kovayla ateş taşıma heveslilerinin çağrısı ile gerçekleşmiş görülse de bu gözaltı ve tutuklamalar, aslında mevcut yanlış uygulamaların sorumlularının, fırsatın kâra dönüştürülmesi bağlamında ne kadar da becerikli olduklarını da göstermekte.
Boğaziçili gençlerin bu tarz ucuz oyunları dikkate almayarak arkadaşlarına sahip çıkmaları, bir başörtülü öğrencinin “ortak bir demokrasi mücadelesi verilirken farklı kimliklerin hassasiyetlerinin gözetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben inanan bir insanım ve bu resmi doğru bulmuyorum. Diğer inanan insanların da nefret suçu işlemeden inançlarını, rahatsızlıklarını ve kızgınlıklarını dile getirebileceğini düşünüyorum. Okul öğrencilerinin kimlikleri üzerinden şeytanlaştırılmasını ve tutuklanmasını kabul etmiyorum” yine bir başka öğrencinin, “sanatın eleştirel bir rolü olduğunu düşünüyorum. Hâkim kimliğin hassasiyetleri ile azınlık gruplarının ötekileştirilmesinin aynı olmadığını düşünüyorum. Okul öğrencilerinin kimlikleri üzerinden şeytanlaştırılmasını ve tutuklanmasını kabul etmiyorum” şeklindeki tepkilerinin yanı sıra, daha pek çoğunun dile getirdiği itiraz ve görüşler, genç yüreklerinin cesaretini yansıttığı gibi, başörtülü öğrencilerin boykota verdiği destek, güç odaklarının oyununu da bozar nitelikteydi.
Son beş on yıldır ülkedeki özgürlük alanlarının nasıl adım adım daraltıldığının, haklar mücadelesinin nasıl “kendine müslüman” bir forma dönüştürüldüğünün farkına varmak için müneccim olmak gerekmiyor. İnsanların, “doğru habere” ulaşma kanallarının gittikçe daraldığı, biraz olsun muhalif düşünmekten veya yazmaktan çekinip oto sansür uygulama ihtiyacı duyduğu günlerden geçiyoruz. Başta üniversiteler olmak üzere sivil ve siyasal çevrelerden beklenen ancak bir barış, özgürlük, hoşgörü, dayanışma ve demokratik yönetişim yönünde topluma öncü olmak, ülkenin yolunu açmaktır. Her türlü haksız ve hukuksuz uygulamalar karşısında “üç maymunu” oynamak, ne özsaygıya yaraşır ne de topluma fayda sağlar. Boğaziçililer, kendilerine yapılan antidemokratik muameleye karşı onurlu bir duruş ortaya koymakta; “Hayır!” diyebilen bir Türkiye[2] yolunda önemli bir örneklik yürütmekteler.
80’li yıllarda ve daha sonra farklı zamanlarda hemen bütün üniversitelerde ve bilhassa İlahiyat fakülteleri ve İHL’lerde şiddetle uygulanan “yasal ama haksız” başörtüsü yasaklarına karşı hemen hiçbir öğretim üyesi çevresinden resmî bir açıklama yapılmaz, öğrencilere aleni bir destek verilmezken, yüzlerce öğretim üyesinin daha son birkaç yıl içerisinde yine “yasal ama haksız” bir takım KHK’larla ihraç edildiği bilinmesine karşın, gerek “yasal ama uygunsuz” rektör ataması gerekse öğrencilerinin yaka paça gözaltı ve tutuklamalara maruz kılındığı birkaç gün içerisinde hocaların gösterdiği “aşağı bakmayan dik duruşlu” eylemleri yalnızca saygıyı değil örnek alınmayı, efsane Boğaziçi kültürünü biraz olsun anlamayı ve desteklenmeyi hak ediyor.
Uzun yıllar başörtülü öğrencilerin direnişlerinin şahitleri olan çevrelerin, bugün yapılan birçok yanlışı ve “yasal” görünümlü “haksız ve uygunsuz” uygulamaları karşı durmak şöyle dursun desteklemeleri[3] de, her vicdan sahibinin ibretle izlediği bir durum olsa gerek. Hele gencecik öğrencilerin ve onların haklı itirazlarının “terör” ile bağdaştırılıp bunun en üst perdeden dile getirilmesi, bu esnada yapılan birçok şiddetin sahiplenilişi[4] hatta yalan ve yanlış bir takım haber ve açıklamalarla toplumun karşı tavır geliştirmesini sağlamaya yönelik algı operasyonları, “iktidar olup muktedir olamayanların” nasıl da fırsat bulunca zalimleşebildiklerinin açık birer göstergesidir.
İnanın, dün olduğu gibi bugün de “devlet ulularının” ve işbirlikçi menfaatperestlerin “militan!.. terörist!..” dedikleri, feraset sahibi halkın “kahramanlarıdır”; zaman bunu gösterecektir, bundan emin olabilirsiniz…
[1] Yasakçılara karşı yapılan bir gösteride açılan “Kelime-i tevhid”: Allah’ın bir ve tek egemen olduğunu ifade eder bir flama, ya da alna takılan bir “Lâ ilahe illallah”: Allah’tan başka tanrı yoktur, anlamındaki bir bandana gibi.
[2] Rahmetli Kâmuran İnan’ın dış politika konusunda kullandığı ifadeyi, ödünçle kullandım.
[3] https://beyazgazete.com/haber/2021/1/8/genc-akademisyenler-birliginden-bogazici-universitesi-onundeki-gosterilere-iliskin-aciklama-aciklamasi-5913484.html (son erişim: 03.02.2021)
[4] Orantısız güç kullanımı ile polis şiddetine maruz kalan onlarca öğrenci ve destekleyiciler içinden biri olan Başörtülü Şeyma Altundal’ın polislerce yerlerde sürüklenmesi, o esnada başörtüsünün açılması ve uzun süre düzeltmesine izin verilmemesi karşısında polis şiddetini destekler “kampanya” yürütülmesi, ibretlik bir zavallılıktır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.
Merhaba Fatma Hanım, derli toplu güzel bir yazı olmuş; yüreğinize sağlık, kaleminize kuvvet… Ben de bu olayları izlerken, tıpkı sizin gibi 28 Şubat döneminde yaşadıklarımızı hatırlıyorum. Fadime Şahin ve Aczimendiler grubu gibi sahneye konulan oyunları, sakin eylemlerden ziyade kitleleri korkuya salan arbede görüntülerini, ailelerimizin bile “güç”ten yana tavır alışlarını… O nedenle poster konusunun da bir provakasyon olabileceğini düşünüyorum. Sağduyu içerisinde huzurla yaşama dileğiyle…