09.01.2021
“Kürt meselesi vardır ama siyasi olarak sindirilmiştir. Ama vardır.”
(İsmet İnönü, 09.07.1935)
“Kürt realitesini tanıyoruz.”
(Başbakan Süleyman Demirel, 1992)
Takvimler 16 Aralık 1999’u gösterdiğinde, ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz Diyarbakır’da “Geçmişe artık yalnızca yanlışlarımızdan ders almak için bakmalıyız ve aynı yanlışları tekrarlamamalıyız” diyerek, o günün şartlarında çok tartışılacak bir söz sarfetti: “Avrupa Birliği’ne giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum.” Demokrasinin Türk’ün de Kürt’ün de hakkı olduğunu belirtti ancak bu söz, slogan olmaktan ileri gidemedi. Yılmaz’ın bu sözüne karşılık Devlet Bahçeli, “Biz o Diyarbakır’dan geçen yolu, Ankara’dan kesmesini biliriz” demişti.
Yıl 2005, Ağustos ayı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve yer yine Diyarbakır: “Kürt sorunu benim sorunumdur. Her sorunun çözümünün adresi biziz.” demişti. Muhtemelen bu açıklamanın ardından gelen tepkiler üzerine birkaç yıl herhangi bir adım atılmadı. 2009’un ilk gününde TRT Şeş (şimdiki TRT Kurdi) yayın hayatına başladı. Daha sonraki yıllarda yine yoğun bir çatışma dönemine girildi.2013 yılında başlatılan çözüm sürecinde, Kürt sorununun çözümü noktasında bir takım pozitif adımlar atıldı. Doğudan batıya kadar tüm toplum bu süreci olumlu karşıladı, ülkede adeta bayram havası esti. 3,5 yıl çatışmasızlık süreci yaşandı ki bu, çok değerliydi. Ancak bugüne kadar hala net bir biçimde bilemediğimiz nedenlerle, tarafların çözüm süreci/barış süreci diye adlandırdıkları süreç kesintiye uğradı. Konuyla ilgili olarak taraflar, birbirlerini suçlamanın ötesinde kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yap(a)madılar.
2015 yılına geldiğimizde Erdoğan ağız değiştirmeye başladı. O yıl Balıkesir’de yaptığı konuşmada “Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur. Kabul etmiyorum. Bu ülkede Kürt kardeşimin sorunu var. Ama Kürt sorunu artık yok” diyerek, devletin fabrika ayarlarına döneceği sinyalini verdi. Aynı yılın sonunda ise “Bu ülkede Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır” söylemi dillendirildi. Böylece Kürt sorunu, tekrar terör sorununa indirgenmiş oldu.
Bütün bunlar, aslında bu sorunun varlığına işaret etmekle birlikte, çözümün gerekliliğine de vurgu yapmaktadır. Kürt meselesi, esasen Kürtlerin varlığından ve ontolojik taleplerinden kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, ulus devletin Kürt taleplerine reaksiyon göstererek uyguladığı politikaların ürettiği bir sorundur.
Sorunun temelinde ulus devletin Anadolu’daki tüm etnik aidiyetleri Türklük çatısı altında eritme politikalarına Kürtlerin geçit vermemesi, başka kimlik altında yok olmaya razı olmaması yatmaktadır. Kürtler asimilasyon politikalarına direndiler; kendi kimlikleriyle, kültürleriyle yaşamak istediler.
”Devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” diyen Anayasa’nın 66. Maddesi, vatandaşlık temelinde eşitsizliği öngörmektedir. Esasen vatandaşı değil Türk’ü tarif eden bu madde, bugün de hala yürürlüktedir. Bu yüzden eşitlik talebi, anayasal taleplerin başında gelmektedir. Ne var ki sadece devlet düzeyinde değil, toplumda da Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağı kanaati hâkimdir. Bununla birlikte, Kürt denilince hamal, kapıcı, askerde en fazla nöbet yazılan er şeklindeki algının büyük oranda yıkıldığını da belirtmek gerekir.
Aynı şekilde Kürtler; yasak olmasına karşın dillerinin kaybolmasına izin vermediler, konuşarak dillerini yaşatmaya azami gayret sarfettiler. Bundan ötürü Kürtlerin en önemli ortak taleplerinden biri, anadilde eğitim hakkıdır. Ancak “Türkçe dışındaki hiçbir dil, anadil olarak öğretilemez” diyen Anayasa’nın 42. maddesi olduğu gibi yerinde durmaktadır. Öte yandan Kürt siyasal hareketinin de Kürtçeye yeterince sahip çıktığı söylenemez.
Sorunun başkaca bir nedeni de Bejan Matur’un ifadesiyle, “doğdukları coğrafyaya hükmetmeye dair insani ve ontolojik arzu”dur. Bu ontolojik ihtiyaç, demokratik hukuk devletinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi şeklinde karşılanır. Ama bugün gelinen noktada, Kürtlerin yüzde 60’a yakın oyunu alan bir siyasal partinin son iki dönemde kazandığı 151 belediyeye kayyum atanmıştır. İmha, inkar ve asimilasyon politikalarının devam ettiği yıllarda dahi böyle bir uygulamaya gidilmemişti. Bu, devletin altı milyon seçmenin iradesini tanımadığını ve demokratik seçimin bir bakıma anlamsız olduğunu göstermektedir. Bu antidemokratik uygulama; devlete aidiyet bağını zedelemekte, zaten ciddi ölçüde sarsılmış olan güveni tamamen ortadan kaldırmakta ve seçme ve seçilme hakkının da sorgulanmasını beraberinde getirmektedir.
Bu politika değişikliği doğrultusunda çözüm sürecinde sembolik olarak açılan birkaç özel okul kapatıldı, Kürdoloji bölümlerinde Kürtçe tez yazmak bile yasaklandı, bu bölümlerden mezun olanların atamaları yapılmadı, belediyelerin kapısına asılan Kürtçe tabelalar kayyumlar marifetiyle söküldü, Kürt kültürü adına açılan kültür merkezlerinin kapısına kilit vuruldu, parklardaki Kürtlerin tarihi kişiliklerine ait isimler kaldırıldı. Özetle, çözüm için atılması gereken adımların tam tersi politikalar uygulamaya konuldu.
23.11.2011 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Meclis’te, “Dersim olayları” polemiğinde dört belge açıklayarak bunun katliam olduğunu, sorumlusunun CHP olduğunu, liderinin de Dersim halkına bir özür borcu olduğunu çok doğru bir şekilde izah etmiş ve devamla “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim diyorum” demişti. Tarihe not düşülmesi açısından önemli bir açıklamaydı. Bugün ise Dersim Kültür ve Tarih Vakfı, Tunceli Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından kapatıldı. Mahkemeye göre “vakfın adındaki Dersim ülkeyi bölme amaçlı” imiş.
Bütün bunlar ortadayken, ister istemez akıllara şu soru geliyor: Ne yaptınız da Kürt sorunu bitti diyorsunuz?
Kürt meselesi gündeme geldiğinde dindar-laik, sağ-sol, ilerici-muhafazakâr tartışmaları bir anda yok olmakta, şövenliğe dayanan bir ittifak kolayca oluşmaktadır. PKK’nın şiddette ısrar etmesi bunların meşruiyetine zemin hazırlamakta ve bu tür ittifakları daha da pekiştirmektedir. İzlediği yöntem ve politikalarla PKK, Türkiye’de Kürtlerin özgürleşme sürecine giden yola mayın döşemektedir. Silah, sivil ve demokratik mücadeleyi ipotek altına almış bulunmaktadır. Özetle PKK, tüm coğrafyada Kürt kazanımlarına engel olan bir enstrümana dönüşmüş vaziyettedir.
Tarihsel perspektiften bakıldığında, ilk çağdan bu yana Kürtler bu coğrafyada (Mezopotamya havzasında) yaşamakta ve artık günümüz dünyasında BM verilerine göre dünyanın en büyük devletsiz halkı olan Kürtlerin statüsüz yaşamaları mümkün gözükmemektedir. Ulusal bir sorun olan Kürt sorunu, çözümsüzlük politikaları neticesinde artık bölgesel ve küresel bir soruna dönüşmüş vaziyettedir. Komşu coğrafyada yaşayan Kürtlerle ilişkiler belirleyici role sahiptir. Suriye ve Irak Kürtlerine yönelik hasmane tutum ve söylemler, iç barışı da zedelemekte ve zehirlemektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin referandum kararına karşı takınılan tavır, Kürtleri yaralayan ve kardeşlik hukukuyla bağdaşmayan bir tavır olarak hafızalarda yerini almıştır.
Kürt sorunu, hala Türkiye’nin geleceğini belirleyen ve etkileyen en önemli dinamik olarak önümüzde duruyor. Komşu ülkelerle ve Batı’yla yaşanan sorunların temelinde de Kürt sorunu bulunuyor. Irak ve Suriye Kürtlerinin kazanımlarını Türkiye nedense kendisine yönelik bir tehdit gibi algılıyor ve bu doğrultuda pozisyon alıyor. Oysa Kürtlerin bir statü (bağımsızlık, federasyon veya özerklik) elde etmesi, Türkiye’nin mağlubiyeti olarak görülmemeli, tam tersine Türkiye için de bir kazanım olarak kabul edilmelidir. Bu kazanımlar kardeş bir halkın kazanımı olarak değerlendirilirse, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümüne de ciddi bir katkı sağlar.
Öte yandan, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan Kürt meselesi, Türkiye’nin demokrasiye kavuşmasına da bir bariyer işlevi görmektedir. Kürtlerin sorunun çözümüne yönelik doğru veya yanlış birçok önerisine karşı devlet, olayı sadece ayrılıkçı terör olarak görmekte ve çözüm olarak da terörün durdurulmasını biricik yol olarak öne çıkarmaktadır. Defalarca denenmesine rağmen, başarısızlığı kanıtlanmış güvenlikçi politikalarda ısrar etmenin bir yararı olmadığını görmek için ülke olarak daha ne kadar can, mal, zaman kaybetmemiz gerekmektedir?
Tüm toplumu kucaklayan, herkesin adalet ve eşitlik arayışını karşılayan, güvenlik endişelerini gideren, Kürtler başta olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin kimlik taleplerini dikkate alan, farklılıklarımızla birlikte bir arada yaşamayı ilke edinen bir uzlaşmayla ancak adalet ve özgürlük eksenli bir çözüme varmak mümkündür. Sorunun çözümü, başta Türkiye olmak üzere tüm bölgenin ve herkesin yararınadır.
Unutmayalım ki kimse etnik aidiyetini seçme şansına sahip değil, ancak herkesin özgür, eşit ve her türlü baskıdan uzak bir hayata sahip olmasını istemek, insani ve İslami zorunluluktur.