13.07.2024
“Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir.”
GOETHE
Tarih boyunca, insanlar zulüm, silahlı çatışma veya siyasi şiddet nedeniyle yurtlarını terk ederek daha güvenli bölgelere gitmek zorunda kalmışlardır. Dünyanın her bölgesinde bu durum yaşanıyor.
Yaşanan çatışmalar sonucunda, zulümden veya insan hakları ihlallerinden kaynaklı yerinden edilmiş insanlara mülteci deniliyor. Ancak Türkiye, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince uyarınca, Avrupa ülkelerinin birinden kaçıp Türkiye’ye gelen ve iltica talebinde bulunan insanlara iltica hakkını tanıyıp mülteci kabul ederken; Asya’dan, Orta Doğu’dan veya Afrika ülkelerinden gelip de sığınma talep edenlere iltica hakkını tanımamaktadır. Türkiye bu çerçevede, Suriye ve Afganistan’dan gelenlere mülteci statüsünü vermiyor, onları ‘misafir’ kabul ediyor. Diğer yandan bazılarına vatandaşlık veriyor. Bununla ilgili nesnel bir ölçüt yok.
Tüm yaşamımız boyunca zorla yerinden edilmiş insanların çaresizce kaçışına tanıklık ettik.
Kürdistan bölgesi, Bosna Hersek, Irak, Ruanda, Suriye, Afganistan ve en son Ukrayna’da yurtlarından kaçan umutsuz insanların dramatik görüntülerini insanlık canlı olarak izledi.
Suriye’deki iç savaş ile Afganistan’da ABD’nin, yönetimi Taliban’a devretmesinden sonra benzeri görülmemiş bir göç dalgası yaşandı. Mülteciler Türkiye’yi ara istasyon olarak kullanmakta ve esasen demokratik Batı ülkelerine göç etmek istemektedirler. Avrupa’da artan göçün yanı sıra, uyum sağlamakta güçlük çekmeleri, özellikle genç nüfusun ciddi oranda suça bulaştıkları bir hakikat. Bu da doğal olarak huzur içinde yaşayan insanlarda tepkiye neden oluyor. Buna paralel olarak göçmen karşıtı sağ milliyetçi partiler kimi yerde yükseliş eğilimine giriyor, kimi yerde de iktidara geliyor.
Bu göçmen karşıtı dalgadan ülkemiz de nasibini alıyor. Zaten ülkemizin tarihine baktığımızda linç girişimlerinin hep yaşandığını görüyoruz. 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Gazi olayları ve Sivas’tan ders almadığımız görülüyor.
En ufak bir kışkırtma, kötülüğü ideoloji haline getirmiş grupları harekete geçirmeye yetiyor. Bir kıvılcım, kenti yangın yerine çevirmeye yetiyor. Maalesef bu kötülük, devlet geleneği içinde ciddi bir karşılık buluyor ki, çoğu kez failler korunuyor.
Bu linç kültürü kimi siyasetçiler tarafından “Türk milleti öfkelidir” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Suriye’nin cihatçılar eliyle iç savaşa sürüklenmesinin yarattığı kriz büyük bir göç dalgasını tetikledi. Türkiye bu göç dalgasının yönetilmesi için tampon bölge olarak kullanıldı. Türkiye’nin iç savaşın arka bahçesi haline getirilmesi, hızlı bir şekilde göçmenlerin Türkiye’ye gelmesini sağladı. Bir anda ülkenin her yanı göçmenlerle doldu. Kayıtsız ve kontrolsüz göç sonucunda rakamlar milyonları buldu. Bu durum toplumsal huzursuzluğa neden olarak görülen bir faktöre dönüşüyor. Toplumun büyük bir kesimi, AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’ndan rahatsız. Adeta Türkiye göçmen deposu olarak görülüyor.
Türkiye Suriye’de uyguladığı Neo- Osmanlıcı politikaların faturasını ödüyor. Türkiye’nin Suriye politikası ile mülteci politikası iflas etmiştir.
Suriyeli göçmenler, savaşın başından beri iç siyasetin malzemesi haline geldi. Muhalefet tarafından iktidara “sopa” olarak gösterildi. Göçten bağımsız olarak var olan ve gittikçe derinleşen ekonomik krizden bunalan geniş halk kitlelerine, karşı karşıya oldukları tüm kötülüklerin ve sorunların kaynağının göçmenler olduğu söylemi pompalanıyor. Bu durumu seçimlerde oya devşirebiliyorlar.
Göçmen karşıtlığından güçlenen sağ partilerin başarısı sol partileri de paniğe sevk edip göçmen karşıtlığına yöneltiyor.
Suriyeli göçmenlerin ucuz işgücü olarak köle gibi kullanılmasında rahatsız olmayan kesimler, sokakta görünür olmalarından rahatsız oluyorlar. Suriyelilerin herkes gibi tatillerde denize girmeleri, parklarda bahçelerde ormanda piknik yapmaları, hatta kimi zaman Suriyeli çocukların kendi çocuklarıyla oynamasından rahatsız.
Kürt halkının varlığının karşıtlığından beslenen milliyetçilik, Suriyeliler üzerinden Arap karşıtlığını da besliyor.
Suriyelilerin gönderilmesi gereğine sürekli vurgu yapılması, milliyetçi söylemin faşizme varan sokak eylemlerini tetikleme potansiyelini taşıyor.
Suriyeli göçmenler bizim davetimiz üzerine ülkemize geldiler. Can güvenlikleri olmadığı için geldiler ve can güvenlikleri sağlanmadan gönderilmemelidirler.
Kayseri’deki linç girişimleri, göçmen krizinin yaratacağı riskleri bir kez daha hatırlattı. Patlamaya hazır dinamiklerin oluşmasına katkı sunan göçmen krizi tam bir çözümsüzlük içinde.
30 Haziran günü Kayseri’nin Melikgazi ilçesine bağlı Eskişehir Bağları Danişmentgazi Mahallesi’nde bulunan pazar yerinde, Suriye uyruklu şahısların küçük bir kız çocuğuna tecavüz ettikten sonra bölgede bulunan bir halka açık tuvalette saklandığı haberinin paylaşılması üzerine öfkelenen halk Suriyelilere ait işyerlerine saldırdılar. Saldırıların dozu o kadar arttı ki, halk Kur’an kursuna dahi saldırdı. Camı çerçevesi indirildi. Kurs hocası “Kur’an Kursu Türklere aittir” diye pankart asmak zorunda kaldı. Olay yerine gelen polis kalabalığa hitaben: “Taciz edilen çocuk Suriyeli” diyerek kalabalığı dağıtmak istedi.
Oysa bu olaydan beş gün önce, Kayseri’de kar maskeli bir kişi, takip ettiği yüzde 90 zihinsel engelli bir kadına cinsel saldırıda bulundu. Yaşanan olay güvenlik kamerasında tespit edilip gözaltına alındı ve halk hiçbir tepki göstermedi. Çünkü tecavüzcü Suriyeli değil, bir Türk’tü.
Suriyeliler, akabinde Hatay, Adana, Antep ve Konya’da şiddete ve nefret söylemine maruz kaldılar. Antalya-Serik’te 17 yaşında bir Suriyeli çocuk, sokak ortasında bıçaklanarak katledildi. Annesi Naif koymuştu adını. İrfandan ve insanlıktan nasibini almamış birisinin onun yaşamına son vereceğini bilemezdi. Konya’da Suriyelilere ait Halep lokantası vardı artık yok.
Günah keçisi haline getirilenleri linç etmeye hazır bir kitle -ki, her zaman günah keçisi olabilecek öteki vardır- kışkırtma çıkarmaya hazır gruplar ve kötülüğü ideoloji haline getirmiş siyasi kişilikler olduğu sürece bu tarz linç girişimleri yaşanabilir.
Bu ülke artık insan hakları liginde değerlendirilemez.
Artık Anadolu irfanını bir nostalji olarak anacağız. Bu ülkede faşizm ve ırkçılık giderek tırmanıyor. Koltuğunu koruma derdindeki iktidar buna zemin hazırlıyor.
Irkçılığa karşı ciddi bir önlem alınmazsa daha vahim olaylarla karşılaşabiliriz. Irkçılığa karşı adalet ve hukuk cephesini diri tutmak zorundayız.
Göçün nedenlerini ortadan kaldırmak lazım. Savaşlar ve otoriter rejimler insanların yaşam alanlarını daraltıyor; ciddi manada sosyal, ekonomik ve siyasa sorunlara yol açıyor. İnsanlarını açlığa mahkûm ediyor.
Dünya hepimize yetecek kadar büyük.