18.05.2023
Yazılı tarihin başlangıcından bu yana insanların devlet yönetimine nasıl katılacağı hep bir sorun olmuştur. Sınıflı toplumlarda demokrasinin imkansızlığı vurgulanmıştır. “Demokrasi, gerçekleşmesi zor bir ütopya mı?” sorusu hep sorulmuştur. Oysa demokrasi, kendisini bir yaşam biçimi olarak toplumsal hayatın bir parçası haline getirmeyi amaç edinen bir siyasi anlayışın yeşermesiyle mümkün olur.
Demokrasi, insanların seçimler yoluyla hükümetlerini seçtikleri ve zamanı gelince değiştirebildikleri bir düzen olarak tanımlanabilir.
Demokrasinin temel dinamikleri; rekabetçi seçimler, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile hukukun üstünlüğüdür. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi yanında, insanların eşit olarak, gezegenimiz üzerinde nasıl birlikte yaşamak istediklerine karar verebilmelerini sağlayan kurumlar da icat etti.
Abraham Lincoln demokrasiyi “halk tarafından, halk için, halkın yönetimi” olarak tanımlar. Günümüz demokrasilerinde durum böyle mi? Faşizm tarihi uzmanı Emilio Gentile, şimdi halkın ancak bir sahne demokrasisinde küçük bir rol aldığını iddia ediyor. Oy verme sahnesine sıra gelince halk sahneye çıkarılıyor, sonra hemen sahneden indiriliyor.
Maalesef temsili demokrasi ve halkın egemenliği birçok yerde sahne demokrasisine dönüşmüş durumda, tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Türkiye’de demokrasi maalesef seçime indirgenmiş durumda.
Esasen demokrasi, doğası gereği keyfilik ve tiranlık üretebilmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak demokrasiyi sahne demokrasine dönüştürmektedir. Halk kimi zaman yaptığı tercihlerle yeterince demokrat olmayan otoriter kişiliklere yönetim hakkını verir ki, bu da çoğu zaman demokrasinin sonunu hazırlar.
Genel olarak popülist liderlerin anti-demokratik oldukları söylenebilir. Bu nedenle popülizmi post-faşizm olarak nitelendirenler vardır.
İşsizlik, etnik veya dinsel terör ile göçmen sorunu popülist ve otoriter kişilikleri beslemektedir. Bu da ayrımcı ve kutuplaştırıcı dil ile ırkçı söylemleri gündelik yaşamın vasatı haline getirir ki anormali normalleştirir.
İktidar partilerinin kamu kaynaklarını fütursuzca kullanmaları rekabetçi seçimi gölgeleyen anti demokratik bir uygulamadır.
Demokrasi krizine ancak güçlü kurumlar, bağımsız sivil toplum kuruluşları ve yasalar mani olabilir.
Halk çoğu kez rasyonel ölçütlere dayanarak değil, duygusal ve anlık motivasyonlara göre karar verir. Türkiye gibi demokrasi kültürünün gelişmediği ülkelerde cemaatler, tarikatlar ve mezhepsel aidiyetler de belirleyici bir faktör olarak işlev görmektedir.
Tarih boyunca nice zorbalar, despotlar demokratik yolla iktidara gelip tiranlaşarak halklarına kan kusturdular. Baskılar, tehditler, katliamlar ve daha nice zalimliklerle sürdürdükleri düzenlerinin sonsuza kadar devam edeceği yanılgısına kapıldılar. Ama öyle olmadı. Hepsi de tarihin çöplüğündeki yerlerini aldılar. Ne Hitler kaldı ne Mussolini; ne Marcos, ne de Franco. Ne Salazar kaldı ne de Ömer El Beşir. Gandhi’nin dediği gibi “Tarihin, yenilmez görünen tiranlarla, katillerle dolu olduğunu unutmayın. Ama sonunda daima yenilirler.”
Bu otoriter kişilikler, ilk icraat olarak kendilerine tehdit olarak algıladıkları özgürlükçü düşünürleri, aydınları ve muhalifleri uyduruk gerekçelerle tutuklatırlar. Çoğu kez aydınların bir kısmı ve basın, olup bitenlere seyirci kalarak ses çıkarmaz, hatta onaylarlar.
Türkiye’de ilk anayasalı düzen ve parlamentonun 147 yıllık geçmişi vardır. Osmanlının etnik isyanlarla sarsıldığı ve devletin çözülme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir dönemde; anayasalı ve meclisli bir sistem çözüm olarak düşünülmüş. Bu vesileyle Avrupalıların baskılarının son bulacağı varsayılmış.
Sultan Abdülaziz, 1876 yılında tahttan indirilir ve yerine 4. Murat padişah olur. Yeni sultanın akıl sağlığının bozulduğu gerekçesiyle 3 ay sonra 2. Abdülhamit tahta çıkar. İlk iş olarak seçim kararı alır. 80’i Müslüman 50’si gayrimüslim 130 mebus seçilir. Bilahare Mithat Paşa’nın hazırladığı anayasa taslağı padişah tarafında onaylanıp 23 Aralık 1876’da yürürlüğe girer.
Osmanlı-Rus savaşını bahane eden, yetkilerini kimseyle paylaşmak istemeyen 2. Abdülhamit, meclisi süresiz fesheder (13 Şubat 1878). Meclis’siz dönem 1908 Temmuz’una kadar sürdü. Muhalefetin baskısına dayanamayan Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyarak seçim kararı alır. Yeni meclis 17 Aralık 1908’de Abdülhamit tarafından törenle açılır.
Osmanlı Devleti’nin son Meclis-i Mebusan üyeleri, 1919 yılının Aralık ayında yapılan seçimlerle belirlenir. 12 Ocak 1920’de çalışmalarına başlayan bu Meclis, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilmesi üzerine, 11 Nisan 1920’de zorunlu siyasi nedenlerden ötürü Meclis-i Mebusan feshedilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk anayasa 20 Ocak 1921’de kabul edildi. Cumhuriyet ilan edildiği gün ittifakla ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu makama ilk seçilen Mustafa Kemal’dir. 1921 ve 1924 Anayasalarının yürürlükte olduğu dönemlerde Mustafa Kemal 4 kez, İsmet İnönü 4 kez, Celal Bayar 3 kez Cumhurbaşkanı seçildi. Bugüne kadar 21 kez Cumhurbaşkanı seçimi gerçekleşti.
Mustafa Kemal tek partili dönemde Cumhurbaşkanı seçilirken, İsmet İnönü hem tek partili dönemde hem de çok partili dönemde görev ifa etti. Mustafa Kemal 15 yıl 12 gün görev yaparken İsmet İnönü 11 yıl 6 ay 11 gün görev yaptı. Celal Bayar ise 10 yıl 5 gün görev yaptı. En kısa süreli görev yapan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Görev süresi 3 yıl 5 ay 8 gün. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, cumhurbaşkanlığı süreleri boyunca partilerinin başında bulundular, diğerleri ise parti başkanlığından ayrıldılar. Erdoğan ilk dönem parti başkanlığından ayrıldı, ikinci dönemde ise parti genel başkanlığından ayrılmadı.
Son olarak, şeklî bir demokrasi yerine, geniş kitlelerin söz ve eylemleriyle toplumsal dönüşümde etkin olduğu, katılımcı demokrasi hayal değil.
Not: Bu yazıyı yazarken, Adam Prezeworski’nin Demokrasinin Krizleri kitabı ile milliyetten Sefa Tekeli’nin makalesinden yararlandım.
Konular mükemmel olduğu gibi site teması da içeriğe müthiş uyum sağlamış. Tebrikler