23.01.2023
Türkiye’de Osmanlı döneminden beri devam eden bir devlet-toplum karşıtlığı söz konusudur. Osmanlı devlet geleneğinde, toplumun devlete karşı fesadın kaynağı olduğu anlayışı egemen.
Devlet, toplumu sadece yönetilecek bir varlık olarak görmekte, halkı da vergi ödeyecek, askere alınacak kişiler olarak algılamaktadır.
Türkiye’de devlet her şeyin üstündedir. Devlete sadece sadakatle bağlı kalınır ve devletin her zaman ‘dost’ olarak görmedikleri vardır.
Cumhuriyet ilk döneminde de bu ‘dost’ olamayanlar -ki toplumun önemli bir kesimini oluşturmaktaydılar – tehdit unsuru olarak algılanmıştır. Bunlar dindarlar, Kürtler ve komünistler idi. Dindarların tek örgütlü yapıları tekke ve zaviyelerdi.
Bu minvalde 30 Kasım 1925’te, tarikatlar ve onlara ait kurumlar, halkın samimi din duygularını istismar ederek, siyaset ve ticaret yaptıkları gerekçesiyle “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”la kapatıldı. Bu Kanun’a göre ülkede bulunan bütün tekke ve zaviyeler kapatılmış; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, babalık, çelebilik, emirlik, seyyidlik, nakiplik gibi unvanlar yasaklanmıştır. Özetle, tarikatlar adeta paralel bir din gibi değerlendirilmişlerdi.
Cumhuriyet bu dini yapıları Osmanlı’dan miras almıştı. Osmanlı devleti bu yapıları olduğu gibi kabul etmiş ve ilişki geliştirmiştir. Bu ilişki, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti üzerinden sağlanmıştır. Cemaat ve tarikatların devlete karşı belirli bir mesafede konum almalarına dikkat edilmiştir.
Bu bağlamda devlet, gayrimüslim cemaatleri de tanımıştı. Her türlü farklı cemaat ve yorumların kendini ifade etme zemini mevcuttu. Cemaatler daha çok sivil alanı temsil etmekteydiler.
Osmanlı’da din, Şeyhülislamlık makamıyla devlet katında temsil edilmekteydi. Bu makam daha çok iktidarın icraatlarını meşrulaştırma işlevi görmekteydi. Din devlet karşısında özerk bir yapıya sahip değildi. Dini oluşumlar otorite için tehdit olarak algılandığı an devletin tasfiye hareketine geçtiğini ve acımasızca davrandığını, örneğin, Sultan Selim döneminde “Kızılbaşların katli vaciptir” fetvası mucibince binlerce Kızılbaş’ın katledildiğini biliyoruz. Gene II. Mahmut döneminde 1826 yılında Vaka-i Hayriye diye anılan isyanda yaşanan Yeniçeri kırımının ardından Bektaşi tekkesi tasfiye edilmiştir.
1949 yılında tekke ve zaviyelerle ilgili kanuna eklenen bir fıkra ile hapis ve para cezalar artırılmış, ilave olarak sürgün cezası getirilmiştir. O dönemde aynı zamanda Necip Fazıl’ın şeyhi olarak tanınan Abdülhakim Arvasi’nin “Hükümet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekanları kapattı” ifadesi bu yapıların çürümüşlüklerine vurgu yapmaktadır.
Bu yapıların yerine “Türk Ocakları” ve “Halk Evleri” ikame edilmeye çalışılmış ancak tekke ve zaviyelerin halk nezdindeki etkileri yok edilememiş, faaliyetlerini gizliden, sessiz ve derinden yer altından sürdürmeye çalışmışlardır.
Cemaat, aynı inanç, düşünce ve ideoloji etrafında bir araya gelen insanların oluşturduğu topluluk olması gerekirken, günümüzde daha çok çıkar birlikteliği öne çıkmaktadır. Farklı insan etkileşimleri ile şekillenen, toplumsal yaşamın doğal sonucu olarak ortaya çıkan bir yapı.
Cemaat denildiği zaman hemen dini cemaatler akla geliyor. Cemaat öğretileri- ki çoğu liderin fikirlerinden oluşur- adeta vahiy gibi algılanır. Mensuplar arasında sıkı bir dayanışma mevcuttur. Bireysel dindarlık (ait olmadan inanma) yerine kolektif dindarlık daha etkindir.
Günümüzde dini yapılar; tarikat, cemaat, vakıf ve dernekler şeklinde örgütlenmişlerdir. Tarikat ve cemaatlerin dernek ve vakıfları olduğu gibi, tarikat ve cemaatlerin dışında da dini dernek ve vakıflar mevcuttur. Bunlar da tıpkı tarikat ve cemaatler gibi karizmatik bir kişi etrafında örgütlenen topluluklardır. Bu yapıların liderleri, genellikle az da olsa dini eğitim almış kimselerdir. Ancak son dönemlerde sıradan insanların da böyle yapılanmalara gittiğine ve epeyce taraftar topladıklarına tanıklık ediyoruz.
1950’lerden sonra yaşanan hızlı şehirleşme, iç göç ve sanayileşme olgusu sosyal ve kültürel değişime neden oldu. Demokrat Partinin iktidarında ekonomide başlayan liberalizasyon, kır yoksullarının kente göçünü sağladı. Hizmetlerden mahrum, eğitimsiz, sosyal güvencesiz ama geleneksel bağları güçlü bu kesim arasında tarikat ve cemaatler kolayca yayıldı. Siyasal iktidar da bunu teşvik ediyordu. Özellikle 1960’tan sonra komünizmle mücadele adı altında milliyetçi oluşumların yanında bu yapılanmalar da destekleniyordu.
80 sonrası sağlanan demokratikleşme hamlelerinden sonra dini gruplar, deyim yerindeyse patlama yaparak ortaya çıkmışlar ve birçok alanda faaliyette bulunmaya başlamışlar.
90’lardan itibaren bu yapıların yoğun biçimde yurtlar, kurslar, okullar ve öğrenci evleri vb. faaliyetlerine ağırlık verdiğini müşahede ediyoruz. İktidarın ulaşamadığı kesimlere, giremediği sokaklara tarikat ve cemaatler ulaşıyor.
Değişen sosyo-kültürel şartlar, bu yapıları değişik alanlarda faaliyet göstermelerini gerekli kılıyor. Eğitimden sağlığa, turizmden medyaya, gıdadan finans alanına uzanan geniş yelpazede faaliyet göstermektedirler. Propaganda aracı olarak dergi, radyo ve TV kullanmaktadırlar. Toplumsal tabanlarını genişletmeleri için de bu zorunlu. Taban genişliği iktidar üzerindeki nüfuzlarını artırmakta, bu sayede ganimetten daha büyük pay edinebilmektedirler.
Cemaatleşme, gelişmemiş demokrasilerde toplumsal gelişmenin bir sonucu olarak yorumlanabilir. İhtiyaçların oluşturduğu bir olgu. Şehirleşmenin yarattığı yabancılaşma ve yalnızlık ikliminden kurtulma arayışı, cemaat ve tarikat kapılarında sonlanmakta. Bunlar, toplumda yer edinme arzusunu karşılıyor ve sığınılacak bir liman olarak tezahür ediyorlar. İş ve aş endişesi, devlete kısa yoldan ulaşma arzusu, bu yapıları eğitimsiz yoksul kesim için cazibe merkezlerine dönüştürüyor. Dışarıda tehlikelerin pusuda beklediği bir ortamda cemaatler sıcak bir yuva olarak görülüyor.
Oysa modern toplumlarda, çağdaş demokratik ülkelerde insanların tek güvencesi hukuktur. Zira bireysellik modernliğin en üst değerlerinden biri olarak öne geçmiş, kültürel anlamda özerkleşmeyi ifade etmektedir.
Öte yandan, cemaatler ve tarikatların toplumda yaygınlaşması ulemayı etkisizleştirmiştir. Ulema sivil alandan çıkıp akademik alana hapsedilmiştir. Cemaat ve tarikatlar, dini bilgiyi üreten ilahiyat fakültelerini kendilerine rakip olarak görüyor ve aralarında sürekli bir gerilim yaşanıyor. Bu yapılar ağırlıklı olarak bin yıl önceki din yorumlarını (özellikle de fıkhı) din yerine koyuyorlar. Oysa o çağın sorunlarını çözmek için geliştirilen argümanlar evrensel olamaz ve yüz yıllar sonra da aynen uygulanamaz. Çünkü insanın ürettiği her bir bilgi değişkendir ve mutlaklık ifade etmez.
Buna karşılık ilahiyat camiası ise genel olarak çağın ve yaşamın ihtiyacına göre yeni din yorumunu zorunlu görme eğiliminde.