07.08.2021
“Eğer bir kişi Yahudi olarak saldırıya uğramışsa kendisini Yahudi olarak savunmalıdır, dünya vatandaşı, Alman vatandaşı veya insan hakları savunucusu olarak değil.” HANNAH ARENDT
Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in 1981’de yayınlanan romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsünü anlatıyor. Kasabada yaşayan herkes Pazartesi günü genç ve yakışıklı Santiago Nasara’nın Pablo ve Pedro Vicario kardeşler tarafından öldürüleceğinden haberdardır. Nasara’nın öldürüleceğini kasabalılar bilmesine karşın uyarmıyorlar ve engel olmak için de bir girişimde bulunmuyorlar. Katil, maktul bilinmektedir ve gerekçe de bellidir.
Cinayet bireysel, teslimiyet ise toplumsaldır.
30 Temmuz günü Konya Meram’da gerçekleşen katliam bunun bir benzeridir. Yedi kişilik Dedeoğlu ailesi yirmi yıllık komşusu tarafından katledildi, evleri ateşe verildi ve ülkenin önemli siyasi fay hattı harekete geçti.
Kars’ın Kürtlerinden olan Dedeoğlu ailesi yirmi yıl önce Konya’ya göçüp Meram ilçesi Hasanköy’e yerleşmiş, hayvancılıkla geçinen bir aile. 11 yıl önce “komşuları”, çalıştırdıkları Vanlı işçilerle anlaşmazlığa düşünce Kürtlere küfrediyor, bunlar da “biz de Kürt’üz, neden Kürtlere küfrediyorsunuz?” itirazında bulununca aralarına husumet giriyor.
Aileye 12 Mayıs Ramazan’ın son günü iftar sonrasında “komşuları” denilen ama kendilerine ülkücü diyen altmış kişilik bir grup saldırıyor. Ailenin birçok ferdi yaralanıp hastanelik oluyor. Tutuklanan kişiler kısa sürede cezasızlık politikası sayesinde serbest bırakılıyor.
Dedeoğlu ailesinin avukatı Abdurrahman Karabulut, 17 Haziran’da savcılığa dilekçe vererek koruma talep ediyor. Şöyle diyor: “Şüpheliler saldırgan tavır ve tutumlarına devam etmektedir. Eylemlerine son vermemesi nedeniyle uzaklaştırma ve koruma tedbirinin uygulanmasını talep ederiz.” 12 Temmuz’da bu talep yineleniyor. Cevap dahi verilmiyor, Emniyet de herhangi bir tedbir almıyor.
Dedeoğlu ailesi önlem olarak evlerine kamera taktırıyor. Kamera cinayetin ortaya çıkmasını ve katilin (tetiği çeken) kimliğinin belli olmasını sağladı.
Servis edilen kamera kayıtları adeta katili koruyan, bir arbede sonucu olayın vuku bulduğu algısını yaratıyor. Oysaki katil zanlısı Mehmet Altun, kiraladığı bir araçla eve gelip aile fertleriyle sakince konuşup gidiyor. Kısa bir süre sonra tekrar geliyor, yer gösteriliyor, oturuyor bilahare ayağa kalkıp rastgele ateş ediyor, ailenin birçoğunu yaralıyor. Şarjör değiştirip hepsinin kafasına kurşun sıkıyor, kaçmaya çalışan ailenin kadın fertlerini de yakalayıp öldürüyor. Hepsinin öldüğünden emin olduktan sonra arabasının bagajından daha önce hazırladığı bir bidon benzini getirip evi ateşe veriyor.
Katilin tetikçiden ibaret olamadığı açık.
Bu katliam, ülkeye egemen şoven-milliyetçi iklimden bağımsız düşünülemez.
Bugünkü hâkim politika, Kürtlerin sadece ülke içinde değil, Meksika’daki bir kazanımı bile ülkenin bekasına yönelik bir tehdit olarak görmektedir. En küçük barışçıl bir hak mücadelesi bölücülük ve terörizm olarak damgalanmaktadır.
“PKK=HDP= Kürtler” denklemine dayalı olarak oluşturulan siyasal iklim olmasaydı yirmi yıllık komşusunu husumete dayalı olarak caniyane bir şekilde katledebilir miydi?
İstanbul ve Ankara’da katliamı protesto edenlere ülkücü bir grubun saldırması hem ülkedeki siyasal iklimi hem de bu katliamın ırkçı-şoven bir zihniyetin eseri olduğunun ispatıdır. Irkçı saldırıların (Afyon, Ankara–Elmadağ,) engellenmesine yönelik çağrı yapan barolar bile hedefte.
CHP, HDP, EMEP, SOL PARTİ ve DEVA Partisinden yapılan açıklamalarda, katliamın sorumlusunun iktidarın düşmanlaştıran politikalar olduğuna vurgu yapıldı.
Ülkedeki yangınları bahane edip birtakım silahlı müptezellerin yolda kimlik kontrolü ile sözde “terörist” adı altında Kürt avına çıkma görüntüleri sosyal medyada yer aldı. Jandarma doğru bir şekilde müdahale ederek muhtemel daha vahim bir yangını önlemiş oldu. Jandarma komutanının kitleye hitaben yaptığı konuşmasında verdiği bir örnek ilginç: ihbar üzerine yakaladıkları bir kişinin çantasında seccade ve Kur’an-ı Kerim çıkıyor.
Manavgat’ta iki kardeş linç edilip arabaları yakıldı. Sonradan suçsuz oldukları, yangını söndürmek için yangın mahalline gittikleri anlaşıldı. Yakılan araba bedeli de hesaplarına yatırıldı. İçişleri Bakanıyla bir araya geldikleri fotoğrafları medyaya servis edildi.
Kürtler ilk kez bu din soslu milliyetçi iktidar döneminde çok kolay “terörist” yaftasıyla kriminalize edilebilir hale getirildiler.
Katliam evinde kurulan taziye çadırına Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Saadet Partisi heyeti, CHP heyeti ile HÜDA-PAR Genel Başkanının ziyaretleri toplumsal barış adına önemli ve değerlidir. Davutoğlu’nun taziye çadırında dile getirdiği “Bu insanlık dışı saldırı, Türkiye ailesine yapılmıştır.” sözleri anlamlıdır.
Orta Anadolu Kürtlerinin bölgedeki varlıkları 12. Yüzyıla kadar dayanmaktadır. Ancak Kürtler, Kulu ve Cihanbeyli bölgesine II. Mahmut döneminde Osmanlı İmparatorluğunun merkezileşme politikaları kapsamında uyguladığı zorunlu iskân politikaları sonucu yerleştirildi. Buradaki Kürtler, 1960’lı yıllardan itibaren yoğun bir şekilde Avrupa’ya göç ettiler. Buna paralel olarak bölgeye ekonomik bir canlılık geldi. Refah düzeyi yükselen bu insanlar illegal yapılanmalara mesafeli durdular.
Kulu ve Cihanbeyli’de yaklaşık kırk Kürt köyünün varlığına rağmen, neredeyse 300 yıldır kayda geçmiş etnik kökenli bir çatışma yaşanmamıştır. Konya Kürtleri toplum tarafından kabul görmüştür ancak 90’lı yıllarda ve sonrasında Konya’ya göç eden Kürtler ırkçı tehdit altındadırlar.
Yedi insanımızın ölümüyle sonuçlanan bu vahşeti “münferit”, “kişisel husumet” klişeleriyle geçiştirmek, orman yangınlarından daha fena bir yangını fitillemeye çalışanları görmezden gelmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu katliamdan bir gün sonra Antalya Elmalı’da mevsimlik Kürt işçilere yönelik ırkçı saldırı gerçekleşti. Jandarma çareyi Kürt işçileri şehirden çıkarmakta buldu.
Bugün bir nakliye firması yetkilisi Aksaray’da iki Kürt ailenin tedirginlik nedeniyle memleketlerine geri döndüğünü belirtti.
İç Anadolu’da yaşayan Kürtler diken üstünde. ‘Bugün çayını içen komşun yarın kapına dayanabilir.’ duygusuyla yaşıyor.
Bu katliamı, Türk ve Kürt halkının birlikte yaşama iradesine yönelik bir saldırı olarak da değerlendirmeli ve bundan sonrasına ona göre bakmalıyız.
Maalesef bebekten katil yaratan karanlık iklim, komşudan da katil yarattı.