13.06.2021
Noam Chomsky, Korsanlar ve İmparatorlar kitabına Aziz Augustinus’un aktardığı bir anekdotla başlar. Büyük İskender ile esir aldığı korsan arasında bir diyalogdur bu. İskender korsana, “Sen ne cesaretle denizlere korku salabiliyorsun?” diye sorar. Korsan, “Asıl sen ne cesaretle bütün dünyaya korku salabiliyorsun?” diye cevap verir ve şöyle devam eder: “Ben sırf küçük bir gemiyle yaptığım için hırsız sayılıyorum oysa sen aynı şeyi koca bir donanmayla yapıyorsun diye imparator olarak alınıyorsun.” Bu anekdot, devletten hukuku çekip aldığınız zaman bir çeteden, bir terör örgütünden veya bir korsandan farkı kalmadığını göstermektedir.
Devlet, toplumsal düzeni sağlamak, toplum içindeki fertlerin birbirleriyle ilişkilerini yasalar çerçevesinde, bireyin hak ve güvenliğini gözeterek düzenlemekle yükümlü bir aygıttır. Uygulamada ise egemenlerin tahakküm aygıtı olarak karşımıza çıkıyor. Vatandaşın hak ve güvenliğini sağlamakla yükümlü olmasına karşın, vatandaş üzerinde tiranlık kuran bir güce dönüşebilmektedir.
Muktedirler, devlete kutsallık atfedip dokunulmaz kılarak iktidarlarını güvence altına alırlar. Kendi bekaları ve çıkarları için attıkları tüm yasadışı (rutin dışı) eylemler, -devlet cinayetleri dahil- devletin bekası için gösterilir. Zaten devletin kutsal sayıldığı yerde ‘gerisi teferruattır’ denir. Yasal devletlerin başvurduğu her türlü şiddet eylemleri “nefsi müdafaa”, “haklı savaş”, “misilleme” yahut “beka sorunu” şeklinde kabul görür.
Kutsal devlet, devletin yüksek çıkarları için katlediyor, cinayet işliyor ve ona “faili meçhul cinayetler” veya “gözaltında kayıplar” deniyor. Oysa devlet insan için vardır, insan devlet için değil. Kendi güvenliği için inşa ettiği yapının dönüp dolaşıp namusların, şereflerin, kutsalların ardına gizlenerek bizzat düşmanı haline geldiğini müşahade ediyoruz.
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunun devamıdır. Osmanlıda devlet kutsal (âli/yüce) kabul edilirdi. Saray içi cinayetler istisna değil, kuraldı. Baba, oğul, kardeş, torun ve akrabalar da ‘gerektiğinde’ kutsal devlete kurban edilirdi. Esasen bu pratik, tüm imparatorluklar ve hanlıklar için geçerliydi. Saray demek; entrika, hile, komplo, tuzak ve cinayet demektir.
Kutsal devlet, ‘iç ve dış düşman’sız yapamaz. Bilindiği gibi ülke sınırları dışındakiler dış düşmandır. İç düşmanın ise keşfedilmesi veya yaratılması gerekiyor. İç düşman konjonktüre bağlı olarak ve siyasal iktidarın ideolojisi doğrultusunda değişiyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürtler ve İslamcılar iç düşman olarak kabul edilirken, 60’lı yıllarda komünizmin ön plana çıktığını görüyoruz. 90’lı yıllarda ise Kürtler yeniden düşman statüsüne oturtuldular.
Süleyman Demirel, “devlet bazen rutin dışına çıkar” derken, devletin “mafya ihtiyacını” dillendiriyordu. Rutin dışına çıkmayı kabul ve itiraf, hukuk dışının meşru görüldüğünün ilanıdır. Devlet ”rutin dışı” eylemler ve operasyonlar için tetikçi kullanır, bu tetikçiler zaman içinde güç devşirerek mafyalaşır ve devleti kullanırlar.
Toplum, mafya-siyaset-devlet ilişkisini ilk olarak Susurluk skandalıyla öğrendi. 3 Kasım 1996’da Kuşadası’ndan yola çıkan ve polis okulu müdürü Hüseyin Kocadağ’ın kullandığı Mercedes, Balıkesir’in Susurluk ilçesinde bir kamyonla çarpıştı. Kazada, Mercedes’i kullanan Hüseyin Kocadağ, üzerinde “Mehmet Özbay” sahte kimliği bulunan ve kırmızı bültenle aranan Bahçelievler katliamı (1978’de sol görüşlü 7 genç sabah uykularında uyandırılarak katledilmişti) sanığı Abdullah Çatlı ve “Melahat Özbay” sahte kimlikli sevgilisi Gonca Us öldü, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak da yaralı olarak kurtuldu. Olaydan sonra dönemin başbakanı Tansu Çiller, Çatlı’yı kasdederek “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir.” diyerek, aslında işlenen cinayetlerin, faili meçhullerin bir devlet politikası olduğunu itiraf etti.
Susurluk, devletin paramilitarizasyon sürecinin bir sonucuydu ve şu anda o sürecin çok daha yoğun bir biçimiyle karşı karşıyayız. 2 Mayıstan bu yana tüm Türkiye, bir mafya şefinin itirafları ve ifşaatlarıyla çalkalanıyor. Milyonlarca insan, bir polisiye dizi heyecanıyla seyrediyor. Artık Pazar sabahlarını iple çekiyoruz. Bu mafya şefi, daha önce iktidarın yanında duran, destek mitingleri yapan, Barış Akademisyenleri için “oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diyen, Suriye’ye alıcısı ve ne taşıdıkları henüz açıklığa kavuşmamış dolu kamyon konvoyları gönderen biridir.
Yapılan bu açıklamalar, devlette devamlılığın esas olduğunu; kokuşmuş, çürümüş ve suç makinasına dönüşmüş bir devlet aygıtı ile bütünleşmiş kimi iktidar mensuplarının illegal ilişkilerini açığa vuruyor.
Sedat Peker’in açıkladığı ve çoğu doğrulanmış iddialar, devletin-iktidarın Kürt meselesiyle ilgili kirli ve kanlı bazı ilişkilerini de ortaya koyuyor. Özellikle Mehmet Ağar tarafından haraca bağlanan Kürt iş adamlarından Behçet Cantürk, Savaş buldan, Fevzi Arslan, Ömer Lütfü Topal ve Tarık Ümit gibi çok sayıda ismin Sakarya–Bolu–Hendek üçgeninde, ‘Vatan-Millet-Sakarya’yla öldürüldüğünü itiraf etmesi, karanlıkta bırakılan bu cinayetlerin aydınlatılması adına ip uçları veriyor. Sedat Peker’in, azmettiricilerin, vatansever maskesiyle PKK’ya karşı mücadele zırhına bürünmüş çetelerin ülkeyi nasıl kan gölüne çevirdiklerini ve ceplerini nasıl doldurduklarını anlatması, altı çizilmesi gereken bir husus.
Aynı şekilde, Kutlu Adalı’nın nasıl kurban verildiğini, Kıbrıs’ın nasıl bir kirlilik ve kanunsuzluk adasına dönüştürüldüğünü anlatması da ilginç. Kutlu Adalı, 15 Mart 1996 gecesi Kıbrıs’ta St. Barnabas Manastırında paha biçilmez eserlerin çalındığı soygunu araştırdığı ve yazdığı için katledilmiştir. Kar maskeli soyguncuların, KKTC Sivil Savunma Teşkilatı Başkanlığı’na ait araçları kullandığını ortaya çıkarmıştı. Cinayetten önce Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’nın Kıbrıs’a geldiği de ortaya çıkmıştı. Yıllar sonra ise Manastırdan çalınan el yazması İncil, Türkiye’ye giriş yapan bir kişinin üzerinde ele geçirildi.
Kıbrıs’ta da beyaz Toros kullanıldığını bu vesileyle öğreniyoruz. Beyaz Toroslarla Diyarbakır’da, Batman’da, Hakkari’de ve Türkiye’nin birçok yerinde neler yapıldığını bilmeyen yoktur. Nerede bayaz Toros varsa, orada cinayetler var, Faili meçhuller var, uyuşturucu var, karanlık ilişkiler var.
Devletin hibe silahlarının Bayırbucak Türkmenleri yerine El Nusra’ya teslim edilmesini anlatması da bazı çevrelerde şok etkisi yarattı. Böylece vatan, millet, ezan, bayrak söylemiyle nelerin örtüldüğünü görmüş olduk. Peker’in bu ifşaatları, gerçeğin ortaya çıkarılması veya temiz toplum talebinden kaynaklanmıyor. Paylaşımda devre dışı bırakılması ve herkes tahtında otururken kendisinin harcanmasına tahammül edememektedir. Kişileri harcarım ama devleti asla, devleti kutsamaya devam ederek yedek biletini yakmamaya özen gösteriyor.
Peker çok ilginç bir şekilde, muhalefete ‘Nasıl muhalif olunur?’ dersini veriyor adeta.
Demokratik hukuk devletinde kutsallara ve kahramanlara ihtiyaç yok; dolayısıyla kurban da aranmaz, hukuk aranır, adalet aranır. Ve son sözü Sokrates’e bırakalım: “Bu kadar gök gürültüsünden sonra, bu yağmuru bekliyordum.”