23.02.2022
Millî Güvenlik Kurulu (MGK), 1933-1949 yılları arasında ilk oluşumu yapılan ve 1949-1962 yılları arasında geliştirilerek devam eden kurum…
Millî Güvenlik Kurulu (MGK), 1933-1949 yılları arasında ilk oluşumu yapılan ve 1949-1962 yılları arasında geliştirilerek devam eden kurum, 1961 Anayasası’na göre faaliyet göstermiştir. 12 Eylül Darbesinden sonra kabul edilen 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 118. maddesiyle bugünkü halini almıştır. MGK’nın asli görevi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınmasını ve gerekli kurumlar arası eş güdümün sağlanması konusundaki görüşlerini Cumhurbaşkanına bildirmektir. MGK şimdiki haliyle; Olağanüstü hâller dışında iki ayda bir cumhurbaşkanı başkanlığında toplanır. Cumhurbaşkanının başkanlığında, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Millî Savunma bakanları, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri komutanlarından kuruludur. Gündemin özelliğine göre Kurul toplantılarına ilgili bakan ve kişiler çağrılıp görüşleri alınabilir. Millî Güvenlik Kurulunun gündemi; Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile Genelkurmay Başkanının önerileri dikkate alınarak Cumhurbaşkanınca düzenlenir. Kurul üyesi bakanlar ile diğer bakanların gündeme girmesini istedikleri konular, MGK genel sekreteri tarafından Cumhurbaşkanına sunulmaktadır. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri toplantılara katılır, fakat oylamaya katılamaz. Cumhurbaşkanı katılamadığı zamanlarda Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında toplanır. MGK Genel Sekreterliği’nin “devletin beyni” olduğunu düşünülmektedir. Bu iki anlamda bir gerçektir: Hem organizma içinde düşünce üretme yeteneği olan yegâne organ, hem de düşündüğünü diğer organlara komut olarak ileten bir kumanda merkezi…
Bu komuta merkezi işlerini, Millî Güvenlik Siyaseti belgesine göre icra etmektedir… Kırmızı Kitap ise bu merkezin anayasası... Sistem kabaca şöyle işliyor: Devletin güvenliği ile ilgili bütün bakanlıklar kendilerince bir güvenlik değerlendirmesi yapıp, taslak olarak MGK Genel Sekreterliğine gönderiyorlar. Genel Sekreterliğe bağlı “Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığı” bunları birleştirip bir “son taslak” çıkarıyor. Bu son taslak, MGK’da görüşülüyor. İlgili birimler toplantıda sunuş yapıyorlar. Konu tartışmaya açılıyor. Ve sonunda “belge” son şeklini alıyor. Oradan Bakanlar Kurulu’na gidip “Devletin Milli Savunma Belgesi” olarak onaylanıyor. Türkiye’de hangi meclis göreve gelirse gelsin, bu belgeye uygun davranmak zorunda. Meclis’ten çıkacak hiçbir yasa, genelge ya da yönetmelik bu belgeye aykırı olamıyor. Ancak işin ilginç yanı şu ki, Meclis, aykırı hareket edemeyeceği bu belgeyi benimseme ya da tartışma şansına sahip değil. Çünkü “çok gizli” bu belgede ne yazılı olduğunu yasama organınca da bilinmediği söyleniyor. Bu belgeye zaman zaman Kırmızı Kitap ya da Kırmızı Anayasada denilmektedir. Kırmızı Kitap isminin ilk kez Alparslan Türkeş tarafından ortaya atıldığı iddia edilmektedir. Devletin Millî Güvenlik Siyaseti, 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2/b. maddesinde tanımlanmaktadır. MGK tarafından, devletin devamı için millî faaliyetlerin planlı ve belirlenmiş esaslara göre yapılması gerektiği ileri sürülerek hazırlanmış bir belgedir. Aynı zamanda, gizli olan içeriğinde, doğrudan güvenlikle ilgili sorunların bulunduğu ve anayasaya aykırı bir durum bulunmadığı söylenmektedir.
Milli Güvenlik Kurulu kuruluşundan bu yana sonra aşamalı olarak daha etkili hale getirilmiştir. Önceleri sadece görüş bildirmekle görevli kurulun zamanla tavsiyede bulunma ve bu tavsiyelerin öncelikli olarak Bakanlar Kurulunca ele alınması konumuna yükselmesi üzerinde durulması gereken bir noktadır. Uygulamada bu tavsiyeler askerin seçilmişlere emrine dönüşmüştür ki, sistem askerin vesayetinin altına alınmış olmaktaydı.
Eski Türkiye’de MGK toplantısı yine seçilmiş olmayan Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında yapılmaktaydı. Ortada cumhurbaşkanı oturmakta sol tarafta başta Genelkurmay başkanı ve yanında diğer kuvvet komutanı orgeneraller ihtişamlı üniformaları ile otururken sağ tarafta ise başbakan ve yanı başında başbakan yardımcısı ile ilgili bakanlar oturmaktaydı. Hele askeri şura denilen YAŞ toplantıları ise evlere şenlik şekilde ortada Başbakan ve Genelkurmay başkanı yan yana oturmaktaydı. Şimdi ise MGK toplantılarında da, YAŞ toplantıların da artık masanın başında halkın oyları ile seçilmiş cumhurbaşkanımız masanın sağ ve solunda sanki düşman taraflar olarak değil de görevleri icabı kardeşçe ilgili bakanlar ve kuvvet komutanlarımız yer almaktadır… Bu satırları okuyan gençlerimiz zannederler ki hep böyleydi ve böyle devam edecek… Bilmeliyiz ve unutmamalıyız ki Demokrasi ve hukuk hâkimiyetinin olmadığı ülkelerde darbe ihtimali hep vardır ve ortadan da kalkmaz. Ancak gençlerimiz bugünkü kazanımların değerini bilip bunlara sahip çıktıkları oranda bu durum daha da güçlenerek sürecektir. Aksi takdirde Askeri vesayet dönüş için kapının eşiğinde beklemektedir. Yâda zayıflayan demokrasi anlayışı neticesi işletilemeyen cumhuriyet rejimi yerini bu defa sivil vesayete bırakacaktır… Görünürde demokratik seçimler, adı cumhuriyet olan bir rejim hukukun üstünlüğünü terk ederken korku ve baskılar neticesi azalan siyasal katılımın azlığı ile ve büyük yüzdeler ile seçilen Ortadoğu liderlerine benzer tek adam rejimlerini ortaya çıkaracaktır… Yeni Türkiye’de; Avrupa Birliği süreci dolayısıyla MGK’da değişikliğe gidilmesi üzerinde uzun tartışmalar sonrasında, Kopenhag Kriterleri’ne uygun hale getirilmeye çalışılmıştır. 118. Madde değiştirilmiştir. MGK’daki sivillerin sayısı 5’den 9’a çıkarılırken, askeri temsilcilerin sayısı 5’te kalmıştır. Yapılan başka bir düzenlemeyle de, MGK artık Bakanlar Kuruluna görüş bildiren bir kurul olmaktan çıkarılmış ve tavsiye kararı veren bir kurul haline getirilmiştir.
MGK ve işleyişi ile bu kadar ansiklopedik bilgi yeter diye düşünüyorum. 28 Şubat senaryo filmimize kaldığımız yerden devam edelim… Sahne Eski Türkiye… Yer Çankaya, cumhurbaşkanlığı köşkü… Meşhur MGK toplantısı, 28 Şubat 1997 Cuma günü saat 15.10’da Çankaya Köşkü’nde başladı. Komutanlardan ilk sözü Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya aldı, sert sözlerle iktidarı eleştirdi. Başbakan Erbakan’a söylediklerinden biri, “Senin ağzından hiç ‘Türk’ kelimesini duymuyoruz.” sözü oldu. 9,5 saat süren toplantı sonunda irticayla mücadele kararları alındı. MGK, “laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu” vurguladı. Ordu, MGK kararlarının hepsinin uygulanmasını istedi: Peki neydi bu kararlar…
“-8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli.
-Kur’an kursları Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmalı, kaçak kurslar önlenmeli.
-Tarikatların faaliyetlerine son verilmeli.
-Kılık kıyafet yasası ödünsüz olarak uygulanmalı.
-Yeşil sermayeye kısıtlama getirilmeli.
-İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış
gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı.
-Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı.
-Kurban derileri derneklere verilmemeli.
-Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı.”
Başbakan Erbakan, önce kararları imzalamadı. MGK Genel Sekreterliği ise “kararların uygulanmaması durumunda yaptırımların geleceğini” duyurdu. Erbakan, diğer parti liderlerinden yardım isteyerek MGK kararlarına birlikte karşı çıkılmasını istedi fakat aradığı desteği bulamadı. 4 Mart’ta ise MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç’tan “bildirinin yumuşatılmasını” istedi ancak bu isteği de reddedildi. Bu sırada medyanın yanı sıra işçi ve işveren kuruluşları da MGK kararlarının uygulanması için açıklamalar yaptı. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller de MGK kararlarının uygulanacağını açıkladı. 5 Mart günü Erbakan da bildiriyi imzaladı. Erbakan’a yakın isimlerden Şevket Kazan, “Erbakan’ın 18 maddelik kararları imzalamadığını, sadece yeniden oluşturulan 4 maddelik bir bildiriyi imzaladığını” savunmuştur.
Erbakan, kararları uygulamadı. Bu süreçte Genelkurmay, “irtica brifingleri” başlattı. Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek, Erbakan’ı sert şekilde eleştirdi ve ona “pezevenk” dedi: Osman Özbek basının önündeki konuşmasında “Diyor ki: ‘Bir ülkede şeriat kanunları dışında başka kanun varsa sen dinden çıkıyorsun.’ Vay pezevenk!” O dönem de Devlet Bakanı Abdullah Gül, Özbek hakkında soruşturma açılması için Genelkurmaya yazı yazdı. Fakat Erbakan soruşturma açılmasını istemedi, önüne gelen yazıyı imzalamadı.
21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı hâline gelmesi” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için dava açtı. 3 Haziran’da Susurluk Davası 7 ay aradan sonra DGM’de başladı. 7 Haziran’da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu. 10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendilerine irtica konusunda özel birifingler verildi. 11 Haziran’daki brifinge Genelkurmay, “irticaya karşı gerekirse silah kullanılacağını” açıkladı. Bu açıklama büyük etki yaptı. DYP’li milletvekilleri DYP’den peş peşe ayrılmaya başladı. İki DYP’li bakan da istifa etti.
18 Haziran’da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek olduğunu belirtti. Ama ertesi gün, 19 Haziran’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, daha önce yaptığı şekilde yine hükûmet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Böylelikle Haziranın 18’inde Başbakan Necmettin Erbakan ile yardımcısı Tansu Çiller, “giderek artan toplumsal gerginlik nedeniyle hükümetin nasıl devam edeceği” konusundaki görüşmelerinde uzlaştıkları. Başbakanlığı Çiller devralacak, BBP hükümete girecek ve erken seçim yapılacaktı. Bu anlaşmadan sonra Erbakan aynı gün hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Demirel’e sunmuştu. Ama bu plana fırsat verilmedi… 30 Haziran’da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte ANASOL-D Hükûmetini kurdu. Hükûmet, 28 Şubat kararlarını uygulamaya başladı.
MGK kararlarından en çok tartışılan 8 yıllık kesintisiz eğitim ile ilgili yasa tasarısı, 16 Ağustos 1997’de TBMM’de 242’ye karşı 277 oyla kabul edildi. 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması, 1997-1998 eğitim-öğretim yılının açıldığı 15 Eylülden itibaren uygulanmaya başlandı. Buda İmam Hatip okullarının orta kısmının kapanması demekti… Bu arada, Anayasa Mahkemesi başkanı Yekta Güngör Özden RP’yi, 16 Ocak 1998’de “demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı davranarak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve millet egemenliği ilkelerini çiğnediği ve irticai faaliyetlerin odağı olduğu” gerekçesiyle kapatıldığı açıklamasını yaptı…
Demokrasinin gereği olan; sadece asker tarafından değil, sivil, siyasi hangi kesimden gelirse gelsin seçilmişleri tehdit edecek her açıklamaya karşı bir tutum sergileyebilmektir. Vesayete karşı durmaya yürekleri yetenlerin, demokrasi ve hukuk iddiası olanların, siyasi ahlak ve vicdan sahibi olanların siyasi vesayetin de, askeri vesayetin karşısında onurlu bir duruş ortaya koymaları gerekir. Ülkemizde, iktidar ve muhalefetiyle, medya ve iş dünyasıyla, sivil-asker bürokrasisiyle en çok istismar edilen, çıkar ve politika için araçsallaştırılan ne yazık ki din ve demokrasidir. Oysa ne dine, ne de demokrasiye uyan bir siyaset ahlakı vardır!.. Örneğin Ordudan ayrıldıktan sonra siyasete giren Osman Özbek Paşa, Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi’ni (CDP). 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde ‘ulusalcı kanat’ın etkin isimlerinden Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden ve Yargıtay Cumhuriyet eski Başsavcısı Vural Savaş ile birlikte kuracaktı… Beklenti belliydi hakaret küfür ettikleri halkın gerçek liderleri ve kapatılan partilerinin yerine yine halkın reyleri ile seçilip iktidar olmak… Sizler unutabilirsiniz ama bu millet soğuk şubat ayazını hiçbir zaman unutmayacak ve unutturmayacaktır…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.