Hasan Postacı Yazdı: 12 Kızgın Adam

19.04.2024

Toplumsal yaşam süreçlerinde karşılaşılan durumlarla ilgili objektif gerçeklikten bahsedilebilir mi? Herhangi bir olay ve durumun herkes tarafından aynı şekilde tanımlanması objektif gerçeklik olarak görülebilir. Piskososyal alanda yapılan akademik çalışmalar ve bu konularda ortaya atılan kuramalar objektif bir gerçekliğin imkânsızlığını gösteren bulguların baskın bir şekilde belirleyici olduğunu gösterir.

Bilginin çok hızlı bir şekilde küresel ölçekte dolaşıma konulduğu internet iletişim çağında kişi ve toplulukların olay ve durumlar karşısında objektif gerçeklik üzerinden ortak bir paydaya ulaşılmasının mümkünlüğünü ortadan kaldırıyor.

Küresel veya ülkesel bazda birçok sarsıcı olay ve durumun algı mühendisliği üzerinden dizayn edildiği görülür. Örneğin ABD öncülüğünde Irak’ın işgal edilerek hiçbir kural ve hukuk tanımadan yağmalanmasına tüm dünya Saddam Hüseyin’in kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olması ve bunları kullanmasına ikna edildi. Çok sonraları dönemin ABD dış işleri bakanı C. Powel BM’ye sunulan fotoğraf ve delillerin, hazırlanan raporların bir düzmece olduğunu itiraf etti. Ancak olan olmuştu. Sözüm ona bağımsızlığı uluslararası hukuk bağlamında güvence altına alınmış bir ülke yağmalanarak taş taş üstünde bırakılmadı. Yargısız infazların, Guatemala pervasızlığının, ABD’li askerlerin sözüm ona mahkûmlar üzerinde tatmin ettiği hedonistik hezeyanlarının hafızalarımıza kazınan fotoğraf kareleri ve vicdan, ahlak ve insanlık dışı iğrenç anekdotları kaldı.

Türkiye gibi ülkelerin siyasi tarihleri bu tür algı mühendisliklerinin meşrulaştırdığı siyasi operasyonlarla doludur. Tüm darbelerin arka planı bu gerçekliği resmeder. Eşref Bitlis, Adnan Kahveci gibi aynı dönemde gerçekleşen suikast ve siyasi cinayetlerin, yine aynı dönem denk gelen Turgut Özal’ın hala aydınlatılmamış şaibeli ölümünün birer tesadüf olmadığını, Türkiye yeni dönem siyasetinin dizayn edilmesinin bir parçası olduğunu günümüze kadar ortaya çıkan bilgi ve gelişmeler göstermiştir.

Yine 28 Şubat post modern darbe sürecinde basın andıçları ile üretilen algı mühendisliklerinin siyasi operasyonları meşrulaştırmada nasıl etkili bir araç olarak kullanılabileceğini tüm çıplaklığı ile göstermiştir. Çok sonraları Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin kurgularının da bu algı mühendisliklerinin bir parçası olduğunu gerçekliği ile yüzleştik.

Ancak üretilen sanal siyasal gerçeklik üzerinden olanlar olmuştu. Yüzbinlerce insan işinden, aşından, okulundan uzaklaştırılmış. Düşmanlaştırılan hedef gruplar operasyonların kurbanı olmuş. Bu süreci dizayn edenler ise servetlerine servet katarak siyasi güçlerini, iktidarlarını bu operasyonlar üzerinden devam ettirmeyi başarmışlardı.

Sanal gerçekliğin söyleminde vatan millet sevgisi, iç, dış düşmanlara karşı ülkeyi koruma gibi büyük sahiplenmeler servis edilirken, arka planda üst aklın iç ve dış paydaşlarının tüm ülke kaynaklarının talan edilmesinin, batırılmış bankaların birkaç kuşağın sırtına yüklenen ve ülkenin geleceğini ipotek altına alan iç ve dış borçların, yargısız infazların, taşeronlaştırılmış mafya üzerinden gerçekleştirilen cinayetlerin, şantajların acıtan, kanatan anlatıları kaldı geriye.

Temel soru, neden batı ülkelerinde bu ve benzeri durumlar olmuyor veya yok denecek düzeylerde ortaya çıkıyor? Bu tür olaylar olması durumunda ise etkili bir yüzleşme ve yargısal süreç işletilerek toplumsal vicdan üzerinden mahkûm ediliyor?

Bu sorunun paradigmal yanıtı toplumların kendi medeniyet kimlik ve irfanı üzerinden bağımsız ve etkili derinlikli bir toplumsal kimlik inşaa edememiş olmasıdır. Batı modrenitesinin küresel yayılmacılığına, buradan ürettiği sömürü ve şirk düzenine karşı etkili bir paradigmal söylem ve duruş geliştirememesidir.

Güçlü toplumsal kimliklerin inşası bu bağlamda etkin verimli eğitim sistemleri ile başlar. Bu sistemin temel dinamiği sorgulayan, eleştirel aklın geliştirilmesine odaklanmak olmalıdır. Kendi fıtri varoluşunu yaşamsal bilince dönüştürmüş, özneleşmiş insan kimliğinin toplumsal aklı da özgür ve bağımsız oluşur.

Özneleşmiş insan güçlü şahsiyet ve derin bir varoluşsal ahlak dinamiği ile hayata bakar. Maddi manevi güçlü kişiliklerden oluşmuş toplumları algı mühendislikleri üzerinden dizayn etmek zorlaşır. Bu tür algı operasyonları maya tutmaz, hedeflediği kaos ve kirli hesapları hedeflerine ulaşamaz.

Yaşama dair adil şahitlikleri ve hakikata odaklı gerçekliğe odaklanmayı kuşanmış kişilerin tüm algı kuşatmalarına karşı eleştirel akıl ve sorgulayıcı vicdanın tek başına kalsa bile olay ve durumlar karşısında köklü değişimler yapabileceğinin örnekliklerini çeşitli zaman ve coğrafyalarda görmek mümkündür. En büyük insanlık devrimini gerçekleştiren Hz. Muhammed (s.a.s.) bunun en güçlü örnekliği ve rehberidir. Tüm şirk ve cahiliyenin kuşatılmışlığına rağmen vahiy kılavuzluğunda verdiği adalet, özgürlük ve fıtrat mücadelesinin her kesiti toplumsal değişim örnekliğinin destansı kesitlerini sunar.

Eleştirel akıl ve sorgulayan vicdanın işleyen sinema klasiklerinden biri “On İki Kızgın Adam” filmidir. Yönetmenliğini Sidney Lumet’in yaptığı 1957 yapımı film, Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan uyarlanmıştır.

Film bir duruşmada on iki jüriden oluşan grubun görünürde tüm kanıtların aleyhinde olduğu bir cinayet zanlısı ile ilgili oy birliği ile karar almasının zorunlu olduğu süreçte yaşananları konu alıyor. Çok kısa sürede suçluluğuna oy birliği ile karar verileceği düşünülen jüri toplantısında on bir jürinin suçludur dediği cinayet kararı karşısında bir kişi kararın verilmesinde acele edilmemesi ve her detayın sorgulanması gerektiğini düşünerek hayır diyor. Eleştirel akıl ve sorgulayıcı vicdanın bu marjinal ilk uyarıcı etkisi devam eden sorgulamalar sonrasında cinayetin zanlı olarak bulunan kişinin üstüne yıkılmak istenen bir kurgu, sanal gerçeklik ve algı operasyonu olduğunu gösteriyor.

Türk edebiyatında geç kalan adaletin sebep olduğu haksız idamı konu edinen Necip Fazıl’ın “Reis Bey” tiyatrosu, sonraları sinema filimi olarak da gösterime girdi. Bu yapımda da hakimin eleştirel akıl ve sorgulayıcı vicdan üzerinden derinlikli düşünmeden bir genç hakkında verdiği idam kararının infazından sonra suçsuzluğunun ortay çıkması sonrası mahkeme reisinin iç sorgulamaları, pişmanlıkları, istifa sonrası yaşadığı vicdan azabını anlatıyor.

Mahkemeler ve hukuksal süreçler üzerinden ortaya çıkan kriminal sonuçların yanlışlıkları ve sorgulamaları üzerinden hakikate odaklı olay ve durmaların gerçekliğini ortay çıkarma çabasının bireysel ve toplumsal düzeyde her konu ve durumda etkin bir bilinç ve davranış haline getirilmesi gerekir. Bunu başarabilmiş toplumlarda algı mühendislikleri üzerinden meşrulaştırılan kirli siyasi operasyonlar etkisiz kılınabilir. Buda ancak maddi ve manevi güçlü şahsiyetlerin öncelendiği, evrensel insan hak ve özgürlüklerine odaklı, küresel adaletin inşa sorumluluğuna her düzlemde odaklanmış toplumsal duyarlılıklardan geçer.

Hasan Postacı’nın Tüm Yazıları 

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir