08.06.2024
İnsanın varoluş arayışlarının odağında inançla ilgili sorgulamalar vardır. Dinlerin bu sorgulamalara karşı verdiği yanıtlar aynı dinin mensupları içinde bile ortak bir tanım ve anlayışa sahip olmadığı görülür. Din ve felsefe tarihi farklı inanış ve anlayışların varoluşa dair tanımlamalarının birbirleri çatışarak, eleştirerek üretilen geniş bir müktesebata sahiptir.
İslam “Tevhid” merkezli bir inanç sistemine davet eder insanı. Tevhidi inanışın merkezinde tüm tanrıların/ilahların ret edilerek (Lailahe) tek bir ilah olarak Allah’ın varlığını, birliğini, ilah ve rabblığına kalp ile inanmak ve dil ile takdir etmek vardır (İlla Allah).
Allah’ın rabb ve ilah olarak tek ve eşişiz bir tanrı kabul ve takdis edilmesi doğrudan insanın yaratılış ve var oluşu ile ilgili üç boyutlu bir açılımı beraberinde getirir. Birinci düşey boyut insanın Allah ile ilişki biçimini tanımlar. Bu tanımlanın merkezinde iki temel kavram vardır. Allah’ın rabb ve ilah olarak ortağı olamayan tek ve biricik olarak tanınması. İlah kavramsal derinliğinde tüm varlığı ve evreni yaratan güç ve aynı zamanda otoritesi ile tüm bu yaratılmışları sevk ve idare eden, düzene sokan, dilediği gibi yönetme güç ve kudretinde olan bir tanımlamaya karşılık gelir. Rabb ise insan ve toplumu dönük yönü ağır basan bir kavramsal açılım içerir. Mürebbi, terbiye gibi Türkçe kullanımı olan kelimelerle aynı kökten gelen Rabb, insanı yaratanın, nasıl yaşayacağına dair bireysel ve toplumsal düzeyde ölçü, hüküm ve kurallar koyma yetkisine karşılık bir anlam örgüsünü kapsar. Bu kapsamda din kavramı İslami anlayışta yaşam tarzına karşılık gelen bir anlam kazanır. Yani dinsizlik bu bağlamda anlam karşılığı olmayan bir tanımlamadır. Her toplum ve insan adı konulsun veya konulmasın mutlaka bir din üzere olduğu üzerinden paradigmal bir tanımlama vahiy öğretisinin iklimini belirler.
Düşey boyutun belirleyiciliği üzerine kurulu ikinci ve üçüncü yatay boyutlar varlık alanının düzlemsel koordinatlarına karşılık gelir. İkinci yatay boyut insanın diğer tüm insanlarla ilişki boyutuna karşılık gelirken, üçüncü boyut insan dışında canlı cansız diğer tüm yaratılmışlarla ilişkileri tanımlar. İkinci ve üçüncü boyutun sınırlarını insanın özne olması ve diğer tüm yaratılmışlardan farklı olmasına karşılık gelir. Metaforik olarak insan diğer tüm yaratılmışlardan Allah’ın ruhunun üflendiği, isimlerin öğretildiği ve emaneti yüklenen (özgürlük, irade ve seçme kudretine karşılık gelir) özne olması yatay boyutların ilişki sınırlarının niteliksel farkını ortaya koyar.
Kendi varoluşunu İslam ile ilişkilendiren insan ve toplumların diğer din ve inançlardan farklı olarak İslamin yaşama müdahale ve belirleme paradigmasını temelde kabul etmek durumunda olduklarının altını çizmek gerekir.
Tarihsel değişim ve deneyimler, günümüz yaşamsal gerçekliği ve küreselleşmenin neden olduğu buluşma ve etkileşimler pek çok konuda olduğu gibi inançlar alanında da farklı sorgulamaları kaçınılmaz kılıyor.
İslam dünyasının batı modernitesi karşısında kendi iç dinamiklerinin ve tarihsel kırılmaların neden olduğu düşünsel ve felsefi alanlardaki üretkenliklerin yetersizliğini bilim, teknoloji, ekonomi, sosyal ve siyasal alanlarda da çok derin zayıflıkları kaçınılmaz kılıyor. Ayrıca İslam coğrafyalarının beşeri deneyim ve uygulamalarının vahiy ikliminden koparak daha eklektik, kültürel ve tarihsel çözülmelere uğramasının yol aştığı kötü örneklikler, doğal olarak yaşanan hızlı değişim sürecinde yeni sorgulamaları tetikliyor.
Bu bağlamda temel sorgulamaların en sarsıcı olanı itikadi alanlardaki kırılmalardır. İtikadi sistemin en temel problematiği ise yaratıcı/tanrı ile ilgili konular üzerinden karşımıza çıkar.
Din ve felsefe alanında varoluşun en temel tartışmalarından biri tanrının ile ilgili konuları kapsar. Bu anlamda konuyla ilgili yaklaşımlar üç kategoride veya başlık altında toplanabilir.
Felsefi ekol ve displinlerin tanrı ile ilgili temel yaklaşımlarından biri tanrının varlığını ret etme veya tanrının olmadığı üzerine kuruludur. Din felsefesinde bu anlayış “ateizm” olarak tanımlanır. Tarihsel süreçte ateizmin en yüksek düzeyde savunusu pozitivizmin yaygınlaştığı 18. Ve 19.yüzyıllarda karşımıza çıkar. Deney ve gözleme dayalı gerçekliğin mutlak hakikat kabul edildiği pozitivist anlayış duyu organları üzerinden algılanmayan, varlığı kanıtlanmayan hiçbir şeyi kabul etmeme üzerinden tanrının varlığını da ret eder. Bu anlayışın kendi için farklı alt yorumlarının olduğunu, negatif ateizim, pozitif ateizm, apateizm gibi ekoller üzerinden savunu ve duruşlarının olduğunu belirtmek gerekir. Yeni ateizm yaklaşımları daha radikal tutum ve söylemlere yer vererek doğrudan din sistematiğini hedef alır.
İkinci temel yaklaşım tanrının “agnostizim” olarak tanımlanan bilinmezcilik yaklaşımlarıdır. Tanrının varlığı ispatlanamadığı gibi yokluğu da kanıtlanmaz şeklinde özetlenebilir.
Üçüncü temel yaklaşım tanrının varlığını kabul eden anlayışlardan oluşur. Ancak burada da birçok farklı alt paradigmal yaklaşımdan bahsedilebilir. Tanrının varlığı ile ilgili genel kabulün yanı sıra tanımı, sıfatları ve mahiyeti ile ilgili birebirinden farklı görüş ve anlayışlar karşımıza çıkar. Son dönemde farklı vesilelerle gündeme gele teizm, deizm ve bunlara paralel olarak panteizim ve panenteizm gibi kavramsallaştırmalar üzerinden çok farklı tanrı anlayış ve yaklaşımları ile ilgili görüş ve savunular tartışılır.
Ateizm ve agnostisizm Türkiye sosyolojisinde marjinal yönelim ve tercihler olarak görülebilir. Örneğin son çeyrek asırda artış gösterdiği izlenimler artmasına rağmen nüfus içinde oranı %2 seviyelerinde olduğu araştırmalarda karşımıza çıkmıştır.
Üçünce kategoride sosyolojik olarak karşımıza çıkan resim daha karmaşık, bulanık ve tanımlanması ve izlenmesi oldukça derin akademik çalışmalar gerektirdiğini altı çizilmelidir.
Üçüncü alanda en çok konuşulan konuların başında deizm gelmektedir. Deizm tanrının varlığını bir yaratıcı güç olarak kabul eder. Ancak yaratılış sonrası müdahale, sevk ve idare etme işlevinin olmadığını söyler. Deizm bu yaklaşımı ile İslam’ın tevhid inancının dışına çıkar. Tanrının varlığının ispatlanmasına göre deistler çeşitli ekollere ayrılır. Evrendeki düzen ve işleyişin bir tasrım ve zekanın ürünü olması üzerinden tanrının varlığını kabul eden deistler olduğu gibi akıl yolu tanrının varlığını kabul etmek gerektiğini ortaya koyan deist anlayışlarda vardır.
Yarattığı evreni yönetip idare eden tanrı anlayışı deizmden ayrılır. Teizm olarak tanımlanan bu anlayış semavi dinlere ve İslam’a daha yakın bir yerde durur. Ancak tevhidi inancın iki boyutu olan ulûhiyet boyutu kabullenilirken rububiyet, yani insanın kulluğu ve bunun yaşama yansıyan değer ilke ve pratiklerini belirleme boyutu dikkate alınmadığı görülür.
Deizmin paralelinde olan yaklaşımlardan bir başkası da tanrıyı ve evreni bir ve aynı gören panteizm inancıdır. Siponoza’nın öncülük ettiği bu felsefi inanç paradigması her şeyin tanrının bir yansıması olduğunu savunur. İslam tasavvufunda vahdet-i vücut düşüncesi bu anlayışa paralellik gösterir.
Panenteizm, panteizimden farklı olarak tanrıyı soyut ve somut olarak çift kutuplu düşünür. Maddi somut boyutuyla zaman tabi ve işleyişi yönetirken soyut olarak aşkın ve zamandan münezzehtir.
Felsefi bağlamda bu görüşlerin savunucuları ve önerdikleri varoluşsal perspektif birçok detay konu başlıkları üzerinden incelenebilir. Burada odaklanılması gereken konu günümüz dünyasında tanrının varlığı üzerinden ortaya çıkan anlayış ve yönelişlerin nedenleri üzerinde durmak olmalıdır. Öncelikle böyle bir toplumsal yönelişin gerçeklik payı var mıdır? Bu alanda oluşan gündemlerin arka planında ne tür sosyopolitik ve sosyokültürel dinamikler vardır?
Öncelikle konu ile ilgili analizlerin İslam din ve inanç sisteminin şekillendirdiği Türkiye sosyolojisinde, İslam’ın vahiy merkezli değer ve ilkeleri dikkatte almayan, devletin örgütlü iktidar gücünün araçşallaştırdığı kurumsal dinin uygulamalarının, toplumsal vicdanda olumsuz izler bırakan pratiklerin bir eleştirisi, alternatif arayışı ve tepkisellikleri üzerinden hız kazandığını görmek gerekir.
Bu bağlamda öncelikle metodolojik temel ilke ve kurallar üzerinden bir analitik düşünsel çabaya odaklanmak gerekir. Hikmetli akıl yürütmeler teorik değerlerin pratikler üzerinden suiistimal edilmesini doğrulamaz. Yine benzer şekilde temel ilkeleri hiçe sayan pratikler üzerinden genellemeler yapılması da bir inanç sistemini değerlendirme bağlamında sağlıklı olmaz ve hakikat arayışlarında doğru bir yöntem olarak benimsenmemesi gerekir. Son olarak hakikat iddiasındaki bir felsefi görüş ve inanç sisteminin kendi ilke ve değerleri üzerinden analiz, sorgulama ve değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Her paradigmal felsefi veya inançsal modellemede farklı pratikler ortaya çıkabilir. Yaşama yansıyan ve akışını şekillendiren pratiklerin, teorik ilke ve değerlerden ilham alıp almadığına, niceliksel olgu ve olayların ortaya çıkan toplumsallıkta nasıl bir karşılık ve kurumsal işleyiş sistemi ürettiğine bakılarak analizler yapılmalıdır.