Hasan Postacı Yazdı: Eşekleştirmenin Ekopolitiği

27.12.2021

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
(Sezai Karakoç)

              

               Mezopotamya ve Anadolu bilgeliğinin bunca asimilasyon, yağma ve savaşlar sonrası bile yaşama yeri geldiği zaman anlamlı dokunuşlar yaptığını görmek mümkün. Rahmetli babamla gençlik yıllarımdan kalan ve hatırladıkça hala hüzünlendiren ve o zamanlar bu zihinsel kodları anlamaya çalışmak yerine öfkeli diş gıcırdatmalarıyla geçiştirdiğim bir nasihatini son yaşanan olaylarla yeniden hatırladım.

            1987 yılının yaz aylarıydı sanırım. Eve gelen iadeli taahhütlü resmi bir tebligatla disiplin yönetmeliğinin 48. Maddesi ne binaen üniversite ile ilişkim kesilmişti. Yani okuldan atılmıştım. Evin en büyük çocuğu olarak büyük umutların bağlandığı, dişinden tırnağından arttırarak İstanbul gibi bir metropolde okutup “Büyük Adam” olacağım diye umutların bağlandığı biri olarak tüm hayallerini yıkmıştım yoksul ailemin. İlçede tanıyanların ürettiği dedikoduların ardı arkası kesilmiyordu. Her kulağa çalınan dedikodu yaraları bir kez daha kanatıyor. Sofrada yenilenler adeta zehir zıkkım oluyordu herkes için. İrancılığımdan tutunda nurculuğa kadar İslami örgütlülüğün her tonu ile ilişkilendirilmiştim. Ne Humeyniciliğim kalmıştı, ne devleti yıkmak isteyen şeriatçiliğim, anarşistliğim. Birbiriyle alakasız bir yığın etiketle yargılanıyordum. Ancak olan olmuştu, okuldan atılmıştım.

Sadece babam hiçbir tepki vermiyordu. Onun bana bağırıp çağırmasını, öfkelenip kızmasını, hatta sille tokat ağzımı burnumu dağıtmasını ve bir an önce bu durum üzerinden benimle yüzleşmesini istiyordum. Sadece akşam yemeklerinde babamla bir araya gelebiliyorduk. Her akşam psikolojik bir işkence gibi o yüzleşmeyi beklediğimi hatırlıyorum.

Kaç gün geçti böyle hatırlamıyorum. Bir cumartesi günü alışılmışlığın dışında sabah namazı ardından işe giden babam evde kalmıştı. Ev ahalisi uyanıp kahvaltı sonrası günün normal akışı olan ev temizliği, avlu ve bahçenin yıkanması gibi işlerin telaşına kendini bırakmışken bende dışarı çıkmak için hazırlanıyordum. Gel otur hele dedi babam. Günler sonra benimle ilk kurduğu diyalogdu bu. O anın geldiğini anlamıştım. Hiçbir şey söylemeden geçip göz göze gelemeyeceğimiz bir pozisyonda divanın öbür ucunda oturdum. Çok sakindi. Namaz kılarsın camiye gitmez ve cami hocalarını eleştirirsin. Bizler dahil olmak üzere İslam’ı hakkıyla yaşamadığımızı söyler eleştirirsin. Devletin İslam’a göre yönetilmediğini, yasalarının İslam’a uymadığını söyler eleştirirsin. Tüm Müslümanım diyenlerin bunu fark edip bu düzeni değişmesi için çalışmasının namazdan, oruçtan ve tüm ibadetlerden daha önemli olduğunu söylersin. Bak ne oldu, okuldan atıldın. Hayatını mahvettin. Bu düzen senin gibi gençlerin çabalarıyla değişebilir mi sanıyorsun. Bu kadar alim, hoca, din adamı bu senin bildiklerini bilmiyorlar mı sanıyorsun. Hiçbir şey söylemedim. Kızmadı, öfkelenmedi. Bu beni daha çok endişelendiriyordu. Bir süre sustu öylece. Tabakasında tütün sardı. Sigarasından derin bir nefes çekti. Odanın içinde dağılan sigara dumanı pencereden süzülen güneş ışıklarının huzmeleriyle buluşup dışarı doğru nazlı nazlı süzülmesini izliyordum. Ara ara hafiften dokunuşları ile serince rüzgârın etkisinde edalı savruluşlar yaparak odayı pencereden terk ediyordu Adıyaman tütününün beyaza yakın gri sigara dumanları.

Bilir misin dedi. Kerbela’da Hz. Hüseyin ve 72 evladı resul şehit edilirken Şam’ın saraylarında, bir tek kuş sütünün eksik olduğu şatafatlı sofralarda medresede onlarca ilmi tahsil etmiş anlı namlı hocalar, alimler elbiseye bulaşmış sinek pisliğin ile namaz kılınıp kılınmayacağını tartışıyorlardı. O zamanlardan beri bu düzen hep aynı düzen. Değişen bir şey olmadı. Buna karşı koyanlar ise hep kanlarıyla, canlarıyla, mallarıyla bunun bedelini ödediler. Bizler kendi halinde yoksul insanlarız. Bu tür kavgaları veremeyiz. Mealinde son sözlerini söyledi. Şaşırmıştım. İlk kez babamdan böyle bir değerlendirme işitmiştim. Böyle bir analizi camilerdeki vaazlardan, hutbelerden öğrenemezdi. Ortaokulu yarıda bırakmış biri olarak kitap falan okuduğunu da hiç görmemiştim. Hiçbir şey söylemedim. İçimden öfkeyle karışık bir üzüntü hissettiğimi hatırlıyorum. Gözlerimden gözyaşlarımın aktığını ve dişlerimi gıcırdatarak söylemek istediklerimi içime gömdüğümü hissetmişti sanırım. O günden sonra hayatımla ilgili, yaptıklarımla ilgili öfkeli, kızgın hiçbir şey söylemedi. Anladım ki benim gerçekliğimi kabullenmişti.

Evet işte bu kadim coğrafyaların evrensel bilgeliği. Yaşanan her Kerbela’nın altında saray şatafatından kopamayan alimler var. Alimlerin, aydınların, tüm ilim sahiplerinin vicdanın köreldiği toplumlarda Şeraiti’nin deyimi ile bilinç yerini eşekleştirmeye bırakır.

Son döviz operasyonundan sonra Yeni Şafak gazetesinde hocaların hocası Hayrettin Karaman, döviz korumalı vadeli mevduatlarda merkez bankası ve hazinenin üstlendiği fark ödemelerin faiz olup olmayacağına dair memleketin ulu hocalarının görüşlerini biri bir sıraladıktan sonra kendisi bunun faiz olamayacağını, hibe olarak tanımlanmasının daha isabetli olduğunu buyurmuşlar. Yani ey ahali gönlünüzü rahat olsun bu bir faizli işlem değil. Ne rahatlatıcı değil mi? Tüm olup biteninin ana sorunsalı bu konuydu ve ulu hocalarımız buna da çözüm geliştirdiler(!)  

Bir Allah’ın kulu da çıkıp demiyor ki yahu bu dövizdeki dalgalanmanın meydana getirdiği sömürü ve yoksullaşmanın hesabını kim verecek? Ekopolitiğin bu titiz mühendisliği üzerinden kimler servetine servet kattı? Oluşan astronomik fiyat artışlarının ürettiği yoksullaşmayı görünmez kılmanın efsunlu gündemleri üzerinden kitlesel bir eşekleştirmeyi deşifre edecek bir adil şahitliği ortaya koyabilecek alimler, aydın ve akademisyenler neredeler?  

Finansın Kerbelası karşısında iktidarın yeni sarayları olan medya mabetlerinde sinek pisliğinin namaz kılınacak elbisede caizliğini gündemleştirmektir konunun statüko merkezli sömürü çarklarını deşifre etmemek.

            Tıpkı yıldönümüne yaklaştığımız 30 Aralık 2011 tarihli Roboski Kerbelasında yaşananlar gibi. 34 mazlum canın paramparça edilmiş cesetlerinin katırlarla taşıdığı, annelerin çocuklarının sadece kol, bacak veya herhangi bir parçasına ancak kavuşabildiği ağıtların, çığlıkların tarihin karanlık dehlizlerinde kıstırılamaya çalışıldığı yeni bir Kerbela. Hem öyle bir Kerbela ki, açılan tüm davaların takipsizliğe terkedildiği, sorumlularının terfi ve taltif edilerek, kitlelerin bilinçlerinin yine eşekleştirilidiği bir Kerbela. 

            Ekopolitiğin eşekleştirme operasyonlarına karşı güçlü bir itirazın, yeni bir sosyopolitik direniş ve diriliş ahlakının inşa sorumluluğu tüm İslami kimlik ve mücadele iddiasındaki ilim sahiplerinin üzerinde olduğunu insanlık tarihinin fıtri, evrensel şahitliği göstermiştir.                   

Hasan Postacı’nın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.