Hasan Postacı Yazdı: Şehir Kent ve Deprem

04.03.2023

Coğrafya ile insan arasında kopmaz bir ilişki vardır. İbn-i Haldun coğrafya kaderdir diyerek bu durumu tanımlamaya çalışır. Kelam boyutunda coğrafya her doğan insan yavrusu için vehbi bir durumdur. Bu coğrafyanın kader olduğunun bir başka yönüne dokunur.

İnsanoğlu vehbi olanlar arasında en çok coğrafyayı değiştirme çabasını ortaya koyarak savaşları, büyük göçleri, bakir coğrafyalara yayılmayı, yağmalamayı tarihe not düşmüştür.

 Çağın insanı için ise bu altüst oluşlar daha ivmeli hale gelmiştir. Fıtratın kodları ile terbiye edilmemiş refahla orantılı olarak mekânsız/aynılaşmış mekânlara endekslenmiş hayat formları beşer kibrinin bir göstergesi olarak çağın idrakine nüfuz ediyor. Farkında olmaksızın bir başka köleliğin ilmek ilmek örüldüğü bir sarhoşluğun aymazlığında derinleşmesini sürdürüyor. Böyle bir aymazlığın farkına deprem gibi hayatın olağan akışını değiştiren büyük olaylar sonrası varabiliyoruz ancak. Depremle aramıza giren her dakika, gün, hafta, ay ve yıl ta ki zaman her şeyi dirhem dirhem unutturana kadar.

Coğrafyanın insanoğlu üzerinden form kazanmış mekânları olan Şehir ve kent arasında değerler dünyasının ördüğü görülmez duvarların varlığı birçok aydının mefkûresinde çeşitli boyutlarda belirginleşir.

Şehir vahiy ikliminde erdemlerin eşya ile doğru buluşmaların şekillendiği, insanın kendi içsel yolculuğunun ileri menzillerinden biri olarak üst düzey estetik üretkenliklerin mekânlaştığı yerler olarak tanımlanır. Dişil ve eril olanın bütünselliğinin buluşması ile doğru mecrasını bulan bir estetiği kuşanır şehir.

Kent ontolojik parçalanmanın sembolleştiği mekânlardır. Coğrafya zindanını kendisi için tehdit gören bir kibrin ajite ettiği, bilim ve teknolojiyi araçsallaştırarak ürettiği tahribatın mekânları olarak son üç yüzyılın acımasız savaşları ile birkaç kez yıkılıp yeniden yapılan yerlerdir kent. Hep birbirine benzer kentler. Ruhu ve kimliği yoktur. Beton ve demir obezitesi üzerinden kontrolsüzce büyürler. Dişil ve eril olanın acımasız rekabet ve çatışmalarının hedonistik hezeyanlara ev sahipliği yapar kent.

Devasa kanalizasyon ağlarının metro tünelleri ile iç içe geçtiği yeraltı karanlıklarına mustazaflarını görünmez kılmak için barındırır kent. Dijitalleşmenin alt yapıları yeni mabetler olarak her geçen gün birkaç farklı dünyayı, çok yüzlü riyakârlıklarla insanoğlunun değersiz yalnızlığının derinleştiği ve kendine köle kıldığı mekânlardır kent. Estetiğin müzayedelerde piyasalaştığı aşağılık bir onursuzluğu pahalı giysi ve alışkanlıklarla maskelendiği bir yaşamı, yağmaladığı coğrafyanın üstüne inşa edilir kent. Güç, para ve çıkarın insan hayatından daha önemli görüldüğü, ve her türlü davranışı meşru kılmakla kalmayıp, marifet, erdem ve başarı diye pazarlandığı rant ve yolsuzluk savaşanlarının arenasıdır kent.

Kentin devleti jakoben, öfkeli, eli kırbaçlı bir zorbadır. Böler, ayrımcılık yapar, acımasızdır. Kendinden olmayana resmiyet dayatır. Kendini takdis edene, her şeyi kılıfına uyduran bir meşruiyet sağlar. Medya, akademi kalemşörleri kaderciliği ve teslimiyeti telkin eden vaizleri, sanatçıları ise soytarılarıdır. Maaşlı üniformalıları silahları, tankları ile korku salar. Yargıçları, valileri ulaşılmaz kaşı çatık cübbeli ekâbirleridir. Kitleler yoksul ve köle, cahil ve değersizdir bu devasa çarkın öğüttüğü yaşamlarda sadece birer yığın. Üstadın dediği gibi; “İnsanlar zindanda birer kemiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.”

Evrensel hak ve özgürlüklerin, adalet ve iyiliğin damıtıldığı mekânlardan süzülür şehir. Hamd ve tevazuunun ikliminde, yaratılan her şeye bir sulh ve selam dinginliğinde, yüce menziline yürüyüşünün bilincini yaşamın kalbine kurmuş adil şahitler topluluğunun mütevekkiliği ile şehrin devleti bir tevhid ve adalet hizmetçisidir.

Kent ölümden korkar, mezarlıklar kentlerin dışında en görünmez yerlerdedir. Taziyesi yoktur kentin, yas tutmaz. Kent ölümü dışlayan bir yaşam kurgusunu hiç ölmeyecekmiş gibi bir yaşam temposu ile kurgular. Ölümü hatırlatan, yaşlılar, hastalar, ölümcül hastalıklar, her şey dışlanır.  Şehir ölüm ile barışıktır. Şehrin kalbinde, camilerin bahçelerinde yer alır mezarlıklar. Taziyesi bir paylaşım ve duygudaşlık irfanı, yası bir uzak menzil buluşmasına odaklanmış tefekkürdür.             

Yaşadığımız büyük deprem sonrası yüzleşmemiz gereken en önemli konu; şehirler mi, kentler mi inşa ettiğimiz? Sorusudur. Oluşan manzaraya bakılırsa enkaza dönen mekânların temelinde bir kent karakterinin olduğu görülür. Bu sadece beton ve demir yığınlarının altında kalan cesetlerin bilançosuna indirgenmeyecek daha ağır bir travmaya karşılık gelir. Yeme içme gibi temel fizyolojik ihtiyaçların dışında, teknolojik yoksunluk, ısınma, iletişim, tuvalet, banyo vb. kentsel yaşam konforunun acizleştirdiği alışkanlıklarının kuşatılmışlığında yaşama becerisini yitirmiş, zavallılaşmış, köleleşmiş yığınların çığlıkları ile dolup taşan bir ontolojik kırılma ile yüzleşmemize kapı aralar.

Depremin yol açtığı kentle yüzleşmenin diğer bir boyutu, çığlıklar arasında en üst düzey yöneticisinden, medyasından tutunda arama kurtarma gönüllüsüne kadar dokunduğu iyiliği Kitab-ı Kerim’in ifadesi ile kaya üzerine serpilmiş toprağa emek veren birinin rüzgarın savurması ile kayanın çıplaklığı ile yüzleşmesi gibi, bir minnet gören, başa kalkan, bir rant ve şov malzemesine dönüştüren, bunları yarıştıran, biri diğerine kör ve sağır, sadece kendi mahallesindekini gören zavallı parçalanmışlıklar içerisinde ruhunun çırılçıplak kayalıklarında dolaşan kentlilere dönüşmemizdir.

Yaşamın merkezine insan sıcağını yerleştirememenin zalimliği her bir detayda sokaklara, ekranlara dökülür. İçselleştirilmiş bencilliğin maskelenmiş sahneleridir her bir ayrıntının çirkin yüzünü deşifre eden. Öyleyse varsın yıkılsın kentler, nasıl olsa molozların ihalesini almak için el ovuşturanlar var. Vicdanların boğulmamasını, Allah’ın rahmetini hak eden tek bir şey kaldı geride, ağlayan masum, kimi yetim, kimi öksüz, kimi kimsesiz çocuklar.    

İsmet Özel; “Şehrin insanı, şehrin insanı, pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.” Diyor. İsmet Özel’in şehire yaptığı haksızlığı kenti irdelemeden yaptığını umarak fıtratın ontolojik kodlarına odaklanmış yeni bir varoluş bilinci ile geleceği inşa etme umudunu yaşatmak çabasına, uyarısına dokunarak diyelim ki Allah’ın merhameti yakamızı bırakmasın.

Hasan Postacı’nın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.