02.03.2024
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihi aynı zamanda bir darbeler tarihidir dersek pek abartmış olmayız. 1946 çok partili dönemin üzerinden yaklaşık 70 yıllık geçen kısa sürede bile yaşanmış, açığa çıkmış veya planlanmış onlarca darbe girişiminden bahsetmek mümkün. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan muhtırası ve son olarak 15 Temmuz darbeleri topluma yansımış, derin izler oluşturmuş ve ardında travmatik olaylar ve acı dolu hatıralar bırakmıştır.
Bu darbeler içerisinde en organize olanı ve çok boyutlu olarak hayatın her yönüne bir siyasal mühendislik olarak geliştirilmiş stratejiler üzerinden etki eden ve hala izlerini günümüze kadar taşıdığımız, ‘Post Modern Darbe’ olarak siyasal tarihe geçen, 28 Şubat darbe girişimidir. Millet iradesini temsil eden TBMM, siyasal partiler ve sözüm ona demokrasinin en temel değerlerini hedef almasının yanında, ekonomiden eğitime, bürokrasiden medyaya, sivil toplum kuruluşlarından, üniversitelere kadar her alanın konsolide edilerek kullanıldığı ve düzenlenmeye çalışıldığı bir darbe süreci hayata geçirilmiştir. Temel hedef irtica tehdidi üzerinden tüm toplumsal kesimlerdir. Sürecin öznesi ve darbenin baş aktörleri askeri bürokrasi, yargı, kartel medyası üzerinden beyaz sermaye ve ‘beşli çete’ olarak bilinen odalar ve sendikalardır.
Bu süreçte seçilmiş hükümet (Refah-Yol) yıkılarak, yerine 28 Şubat’ta yapılan MGK(Milli Güvenlik Kurulu) toplantısında Askerler tarafından hazırlanmış 18 maddelik kararları kabul etmeye ve uygulamaya hazır kukla bir hükümet kuruldu. İrtica en önemli ve öncelikli tehdit ilan edildi. Kararların uygulanmasında tüm yönetim ve irade, ‘MGK genel sekreterliği ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’ ile Silahlı kuvvetler içinde oluşturulmuş ‘Batı Çalışma Gurubu’ gibi ‘Derin Devletin’ dizayn ettiği bürokratik organların eline geçti. Bu süreçte tüm toplum ve siyaset Laik-İslamcı polarizasyonu temelinde biçimlendirilmeye çalışılarak, medya ve sivil toplum kuruluşları üzerinden algı mühendisliği çalışmaları her alanda yürütüldü. Yani 28 Şubat darbecileri kendilerini bu algılar üzerinden ürettiği ‘irtica tehdidi’ üzerinden meşrulaştırıyorlardı.
Sözüm ona ‘irtica tehdidi’ ile ilgili darbeci generaller tarafından, yargı mensuplarına, medya organlarına, oda ve sendika yöneticilerine, üniversitedeki tüm akademisyenlere brifingler veriliyordu.
Bu tehdit Milli Güvenlik Siyaset belgesine de resmi olarak geçmişti. Bu bağlamda yürütülen çalışmalarda, yüz binlerce kişi fişlendi, binlerce kamu çalışanı soruşturma geçirdi, memuriyetten atıldı. Binlerce insan cezaevlerine konuldu. Mahkemeler taraflı ve yönlendirilmiş kararlarla yüz binlerce mağdur yarattı.
Aynı kıyım brifingle darbe iradesi tarafından teslim alınmış üniversite yöneticileri tarafından da devam ettirildi. Başörtülü yüz binleri bulan üniversite öğrencileri okullarından atıldı. İstanbul Üniversitesine özellikle görevli olarak atanan Kemal Alemderoğlu’nun rektörlüğü döneminde başörtülü öğrenciler için bir utanç uygulaması olarak tarihe geçen ikna odaları kuruldu ve onlarca kız öğrenci psikolojik baskı ile başlarını açmaları için baskı ve işkence uygulandı.
Fişlenmiş yüzlerce yüksek lisans, doktora öğrencisi, araştırma görevlisi ve doçentlerin özlük hakları ve işleri ellerinden alındı. El Ezher gibi bazı üniversitelerin denkliği iptal edildi. Bu hüküm geriye doğru da uygulanarak bu konumdaki tüm akademisyen ve öğretmenlerin tasfiyesine gidildi.
Sekiz yıllık zorunlu eğitim uygulaması ile tüm İmam hatip ortaokulları bir anda kapatıldı. İmam hatip liselerinin birçoğu başka liselere dönüştürüldü. Üniversite giriş sınavlarına katsayı zulümü getirilerek gelecek kuşakları da etkileyecek eğitim öğretimde fırsat eşitliğini ortadan kaldıran bir kıyıma gidildi.
Birçok kuran kursu, vakıf ve dernek kapatılarak maddi varlıklarına el konuldu. Kuran öğrenme yaşı 12 ve üstü olarak sınırlandıran bir düzenleme getirilerek çocukların Kuran eğitiminden uzaklaştırılmaları hedeflendi. Özellikle insan hakları alanında çalışan dernekler başta olmak üzere, sürece muhalif görünen birçok sivil toplum kuruluşunun şubeleri kapatıldı, maddi varlıklarına el konularak yöneticileri tutuklandı. Bu bağlamda özellikle İslami çalışmalarda bulunan dernek ve vakıflar hedef alındı.
Darbenin getirdiği siyasal operasyonların oluşturduğu kuşatmasının temel hedefi İslami kesimlerdi. Özellikle Refah partisi üzerinden bu kesimlerim seçme iradesi hedef alınıyordu. Üzülerek belirtelim ki darbenin İslami kesimleri hedef alması ve meşrulaştırıcı bir algı olarak ‘irtica ile mücadele’ üzerinden bu süreci yürütmesine Türkiye solunun önemli bir kesimi de destek vermiştir. Bunun birçok nedeni olabilir. Ancak temel basiretsizlik Kemalizm’in laiklik anlayışındaki eleştirinin evrensel değerler çerçevesinde yapılamamış olmasından kaynaklanan sığ bir İslam karşıtlığıdır.
28 Şubat darbesinde diğer darbelerden farklı olarak kaba askeri/militarist gücü önceleyerek kullanmak yerine, psikolojik yöntemler, toplum ve siyaset mühendisliğinin sofistike teknik ve stratejileri kullanılmıştır. Tüm toplumsal kesimler üzerinde psikolojik derinliği olan operasyonlar uygulanmıştır. Bu bağlamda, tehdit, korkutma, brifinglerle dost düşman algısı üretme, baskı ve gerilim üreterek tüm toplumsal kesimler kontrol ve denetim altında tutulmaya çalışılmıştır.
Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya yaşanan süreci şöyle ifade ediyordu: “…brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabi çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir. Biz bu yola çıkarken Genelkurmay’da toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü alternatifli planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz.”
Sürecin meşhur generallerinden Çevik Bir ise Washington Post gazetesine verdiği röportajda anti-laik akımları PKK’dan daha tehlikeli gördüğünü ifade ederek şunları söylemişti: “Biz Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları not etmeye birinci öncelik veriyoruz. Bu akımlar, orduya bile sızmaya çalışıyorlar. Laiklik karşıtı tehdit 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. MGK kararları MGK’nın bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. Askeri darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısı ile MGK kararlarının uygulanacağına inanıyoruz.”
Darbe sürecini yürüten ve yönetenlerin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi yapılan planlamalar kendi içinde aşamalı bir şekilde tehdit, korku ve baskı ile MGK kararların uygulanması doğrultusunda devletin tüm kurumları ile beraber medya, üniversiteler, siyasi partiler ve çeşitli oda ve sendikalar ikna edilerek, baskı kurularak kullanılmaya çalışılmıştır. İç tehditlerin etkisiz hale getirilmesi için EMASYA protokolü gibi temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan, hukuk dışı keyfi uygulamaların önü açan genelge ve yönetmeliklerle tüm kurum ve kuruluşlar üzerinde etkin bir baskı ve denetim kurulmaya çalışılmıştır. Siyasallaşan yargı sisteminde baskı altındaki hâkimler darbeciler tarafından kendilerine sunulan iç tehdit algısına boyun eğip, sürecin ruhuna aykırı hiçbir karar alamadıkları için hak arayışları sonuçsuz bırakılarak, mağdurlar kendi kaderlerine terk edildi.
28 Şubat sürecinin en trajik bilançolarından biri de ekonomi dünyasında yaşandı. 1997-2001 dönemi günümüze kadar hala bedellerini ödediğimiz, etkilerini hissettiğimiz tam bir finansal ve ekonomik yıkım dönemidir. Sadece bu dönemde batırılan/hortumlanan 25 bankanın devlete getirdiği yük yaklaşık 70 milyar dolar seviyelerinde olduğu öngörülmektedir. Uzmanların hazırladıkları raporlara göre 28 Şubat darbe sürecinin oluşturduğu toplam ekonomik zarar 381 milyar dolardır.
Dikkat çeken önemli konulardan biri de hortumlanan bankaların yönetim kurullarında görev yapan generallerin tek bir kuruş bedel ödemedikleri gibi hiçbir soruşturmaya da tabi tutulmamalarıdır. Askeri vesayetin en ağır bir şekilde hissedildiği bu dönemde emekli generaller sadece bankalarda değil, birçok özel şirketinde yönetim kurullarında görev alıyordu. Bu yolla özel sektör hem kendini koruma hem de bu referanslarla ticari çıkarlar elde etmek için vesayet iklimine zorunlu olarak uymaya mecbur bırakılıyorlardı.
Bu sürecin anlaşılmasını sağlayacak en tipik örneklerinden birini Sümerbank davası oluşturur. Sümerbank’ın içinin boşaltılarak hortumlanmasından sorumlu tutularak yargılanan Hayyam Garipoğlu hapis cezası alırken aynı bankanın yönetim kurulu üyesi emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Fisunoğlu hakkında hiçbir dava açılmadı.
Benzer şekilde Etibank davasında bankanın sahibi Dinç bilgin ceza alırken yönetim kurulu üyesi eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt’a tek bir soruşturma bile açılmadı. Emekli Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman İnterbank yönetim kurul üyesi olduğu halde dava sürecinde hiç adı bile geçmedi.
Ekonomik boyutta en önemli hedeflerden biride İstanbul sermayesine karşı güçlenmeye başlayan Anadolu sermayesiydi. ‘Yeşil sermaye’ diye mahkûm edilen Konya, Kayseri, Karaman, Denizli, Aksaray gibi illerde gelişmeye başlayan Anadolu sermayesi üzerinde baskılar ve karalamalar yapılarak birçoğunun kapanmasına kadar varan ağır sonuçlar oluştu. Bu sürecin en tipik örneği KOMBASSAN Holdingin başına gelenlerdi. Sözüm ona şeriat devleti kurmak isteyen irticacılara silah üreten fabrikaları olan bir kuruluş olarak kamuoyunda yaftalamaya çalışıldı.
Tüm İslami çevreleri hedef alarak bir silindir gibi ezip geçmeye çalışan 28 Şubat darbe sürecinin, Türkiye İslami iklimdeki hak ve özgürlüklerin kazanımı ile ilgili mücadele serüveninde kısa vadede önemli kırılmalar ve savrulmalar yaşatsa da orta ve uzun vadede önemli birikim ve deneyimler olarak daha güçlü değişim süreçleri oluşturduğunu Ak parti süreci ile ilk izlerini yaşanmasına rağmen gelinen süreçte paradigmal yetersizliğin kaçınılmaz olarak ürettiği ilke ve değer merkezli sosyopolitik değişim hedeflerinden uzaklaşıldı. Geçmişin ötekileştirilmiş madunlarının statükonun ideolojik değişimine yönelik beklentileri karşılayamadığı gibi statükonun yeni makyajlı yüzünü restorasyonun kullanışlı operasyonel bir aracı haline gelmekten kurtulamadı.
Ak parti İktidar deneyimleri karşısında İslami mücadele sürecinin, total ikliminde hala önemli zayıflıklar ve zaaflar taşıdığını, ahlaki, ekonomik ve iktidar alanlarında evrensel İslami değerlerin derinlikli ve kuşatıcı paradigmasının üretilmesinde ve yaşamsallaştırılmasında alınması gereken önemli bir mesafenin olduğunu belirtmek gerekir. Suriye ve Ortadoğu’da yaşananlardan FETÖ darbe sürecine, Başkanlık sistemi uygulamalarından yerlilik ve millilik merkezli siyasal söylemlere kadar, Kürd sorunundan ABD-İsrail-NATO-Avrupa merkezli küresel dünyadaki ifsada karşı etkili bir duruş ve söylem üretmede, küresel adalet ve barışı inşa etmede düşünsel, ekonomik ve teknolojik güç ve donanıma, kitleselleşen yoksulluklardan eğitim ve kültür politikalarına kadar yaşamın her alanındaki toplumsal şahitliklerin iktidarın mobing alanından bağımsızlaştırılarak, devletin örgütlü yapısının içsel iktidar ve çıkar çatışmalarının eleştirel adil toplumsal şahitliğini vahyin terbiye ettiği değerlerle yapma gibi bir sorumluluğumuz ve idealimizin olması gerekliliğinin altını çizmek gerekir.
28 Şubat darbesinin üzerinden 27 yıl geçti. Dönemin Genelkurmay başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun bin yıl sürecek dediği süreç tüm toplumsal kesimlerin basiretiyle 2002 yılında başlayan Ak Parti iktidarı dönemi ile birlikte 5. Yılını bile tamamlayamadan sona erdi. Çok boyutlu etkilerini 2010’lara kadar sürdüğü bu trajik sürecin hayatın tüm alanların bir siyasi ahtapot gibi sardığı darbenin izlerini birkaç kuşak daha taşınacağını görmek gerekir. Her trajik olay kendi ardında dramatik, yıkıcı anılar ve olaylar bıraksa da yeni umut ve fırsatları, deneyim ve bilgelikleri de beraberinde getirir.
Toplumsal hafızanın güçlü olmadığı toplumlarda günceli ve geleceği sağlıklı kavramak, tanımlamak ve anlamlandırmak da mümkün olmaz. 28 Şubat darbesi sonrası toplumsal kesimlerin ortak bir çığlığı olarak Ak parti insan merkezli toplumcu siyasi söylemi ile ilk seçimlerde iktidarı kazandı. Ak parti ağırlıklı olarak 28 Şubat mağduru olanların siyasal sürecinden gelen kadrolardan oluşması iktidara gelmesinin en önemli nedeni olarak görülebilir.
Yaşanan iktidar deneyiminin statükoda paradigmal bir değişim gerçekleştirmesi umudu geleceğe dair daha adil ve özgürlükçü sosyopolitik değişim beklentisi hayal kırıklıkları ile yeni fay hatları oluşmasını beraberinde getirdi. Her geçen süreçte daha da derinleştirilen kutuplaştırıcı söylem ve uygulamalar kendi içinde yeni madunlar üretti. Siyaset kurumunun sosyal, ekonomik ahlaki boyutlarda ürettiği çürümelerin her geçen derinleştiği süreci geçmişin 28 Şubat ve benzeri uygulamaları üzerinden değerlendirmek geleceği daha sağlıklı inşa etmenin zorunluluğunu beraberinde getirmektedir.
Siyaset yapmanın kuşaklar arası rövanşizime indirgendiği, öfke, nefret ve kutsama duygusallıklarının kıskacından kendini kurtaramayan partizanlıkların ülkenin geleceğine yönelik akıl, bilim ve hikmet merkezli projeksiyonlar üretmesi beklenemez.
Sistemin kurucu ideolojisinin toplumu terbiye edici jakoben karakterinin toplumcu siyasetin yeni özgürleştirici kodları ile değişimi için yaşananların önemli deneyimler kazandırdığını görmek gerekir. Özelde toplumsal İslam medeniyetinin yeniden inşa sürecinin bu süreçlerden güçlenerek, düşünsel derinlikler kazanarak, yenilenerek, daha özgür ve vahiy ikliminde çağı kuşatan etkin söylem ve duruşlar üreterek güçlendiğini, devlet örgütlülüğünün politik sığ ve dar kuşatılmışlığını aşma cesareti gösteren ve büyük insanlık ailesi adına bir barış ve kardeşlik medeniyetinin inşasına adım adım yürüdüğünün bilinciyle geleceğe bakmak gerekir.