09.08.2024
Tarihsel materyalizm, toplumsal değişimi çelişkilerin çatışmasından ortaya çıkan yeni sentezler üzerinden açıklar. Her yeni sentez bir teze dönüşürken kendi anti tezini toplumsal değişim yasaları gereği üretir ve yeni bir çelişki üzerinden çatışma derinleşir. Tüm bu çelişkileri meydana getiren temel dinamik ise üretim araçları üzerinden şekillenen mülkiyet ilişkileri olduğunu savunur.
İlkel komünel toplum avcılık ve toplayıcılık mülkiyet üretmediği için çelişkisizdir. Günü birlik temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kurulu bir toplumsal düzen vardır. Mülkiyet yoktur. Üretim fazlası oluşmaz. Toplumsal yaşamda paylaşım, iş bölümü ve dayanışma vardır.
İlk çelişkiler, taş ve madenlerin yontulması ile geliştirilen basit el aletlerinin kullanılması ile beraber ortaya çıkar. Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi ile üretim fazlası oluşmaya başlar. Toprağın üretkenliği ve su kaynaklarının kullanımı üzerinden kontrol ve mülkiyet hakkı oluşturma ile ilk çelişkiler derinleşir. Bu kontrol ve hâkimiyet doğal olarak güçlü olanın söz sahibi olmasını kaçınılmaz kılar. Güçlülerin zayıflar üzerindeki ilk iktidar ilişkileri toplumsal yapıda köleci toplumsal yapının meydana geldiği dönemin başlangıcını oluşturur. Artık insanların bir kısmı diğerleri üzerinde güç ve iktidar sahibidir. Köle olanlar ise sadece çalışıp üreten ve alınıp satılabilen bir metaya dönüşür.
Toprağa dayalı üretimin gelişimine paralel olarak büyüyen mülkiyet, toplumsal yaşamı sınıfsal olarak biraz daha karmaşıklaştıran ilişkileri üretir. Toprağa dayalı mülkiyet feodal toplumsal ilişki yapısı olarak tanımlanır. Yine toprak işçiliği üzerinden insan emeği toprak sahipleri lehine sömürü ilişkisini belirler. Toprağı ekmek biçmek için emeği sömürülen kitleler sadece temel yaşam ihtiyaçları minimum düzeyde ancak karşılayabilen bir yaşam tarzına mahkûm edilir. Bu düzenin korunması ise feodal beylerin, toprak ağalarının koruyuculuğunu yapan asker sınıfı üzerinden sağlanır. Askerin sağladığı güvenlik ağırlıklı olarak “iç düşman” odaklıdır. Yani düzene başkaldırı ihtimali yüksek olan toprak işçilerine yöneliktir.
Buhar makinelerinin icadı yeni bir üretim aracı kültürünü tetikler. Toprak işçiliğinin yerini fabrika işçiliği alır. Üretim araçları ve sermaye sahibi burjuva sınıfı yeni sömürü düzeninin kan emicileridir. Yeni toplumsal düzen kendi yaşam alanlarını, kentleri, okul vb. ideolojik aygıtlarını üretir. Değer üreten hukuk, aile, din, iletişim araçları, eğitim vb. kurumlar bu yeni düzenin şekillenişine hizmet eder hale dönüşür.
Tarihsel materyalizmin makineleşme ile beraber endüstriyel üretimin yaratacağı kapitalist çelişkinin daha şiddetli ve radikal proleter devrimler üreteceği savunulur. Proleter devrimler Sosyalist devletleri bir ara dönem olarak görür. Sosyalist devletlerin oluşturacağı erdemli uygulamalar üzerinden gelişecek birleşme ve bütünleşme evrensel, devletsiz komünel topluma geçiş sağlaması öngörülür. Böylelikle komünizmin hedeflediği ideal komünel dünya toplumuna ulaşılır. Böyle bir toplumsal değişim sürecin sonunda beklenen mülkiyetin ve sömürünün olmadığı ideal dünya komünel toplumun oluşmasının kaçınılmazlığına ideolojik vurgu yapar.
Yaşanan deneyimler tarihsel materyalizmi haklı çıkarmadı. İşçi devrimleri çok kötü örneklikler, çok ağır yaşam maliyetleri ortaya çıkardı. Proleter sınıf bilinci eşitlik, paylaşım, emek, adalet ve özgürlük uygulamalarında derin kırılmalar yarattı. Günümüz sosyalist kültür coğrafyalarının bir kısmı sosyalizmden tamamen vazgeçti. Çin gibi diğer bazı sosyalist ülkelerde ise daha derin toplumsal kırılmaların yaşandığı, yaşamsal maliyetlerin ağırlaştığı, insanı üretimin nesnesi haline getiren “Devlet Kapitalizmi” uygulamalarına evirildi.
Günümüz dünyası küresel kapitalizmin acımasız kuşatılmışlığında tüm yer küreyi tehdit ediyor. Geçmişin yerel, lokal düzeyde iptidai ilişkileri üzerinden şekillenen sömürü düzeni, yerini küresel finans ve teknolojik imkanların elverişli kıldığı kontrol, iletişim ve kitlesel imha kapasitesi olan silahlanma gücü üzerine kurulu bir sisteme bıraktı.
Bilginin spesifik uzmanlıkları üzerinden karmaşıklaşması, güçlü küresel devlet yapıları ve çok uluslu şirketlerin kurumsal iktidarları üzerinden bireyin yaşam alanları her düzeyde kontrol altına alınarak çok daha derin kırılmaların oluştuğu küresel sömürü sisteminin tüm yeryüzünü kuşatması ile karşı karşıyayız.
Tüm dünyada ve Türkiye’de yaşananları küresel sitemin bu kuşatıcılığı üzerinden tanımlamak ve analiz etmek gerekir. Yaşam maliyeti her geçen gün yoksul kitlelerin sırtında ağırlaşırken, emeğin ve üretimin oluşturduğu getiriler ise ultra zenginleri, sermaye patronlarını gözeten, besleyen, koruyan ve destekleyen bir işleyiş üretiyor.
Ulus devletler üzerinden küresel düzeyde daha etkin kontrol edilebilen birimlere dönüştürülen ülkelerde, banka ve finans sistemi tüm ülke üretimini küresel sömürü çarkına peşkeş çekecek bir düzene mahkûm edilir. Devşirilmiş iktidar elitlerininim zihinsel iknası üzerinden küresel sömürü düzenine entegre edilen devletler, kendi yurttaşlarının emek ve tüm kaynak ve imkanları bu sömürü düzenine hizmet eder bir sosyopolitik yapı oluşturulur.
Enflasyon, devalüasyon, yerel para birimleri ve kur sistemlerinin dinamikleri, borsalar, faiz yönetimi, vergi sistemleri, tüm yer altı ve üstü kaynaklar, tarımsal üretimler, sanayi ve değerli madenlerin kullanılması gibi tüm unsurlar bu sömürü sitemine peşkeş çekildiği için Türkiye gibi ülkelerde son bir asırdır hiç sekmeden belirli periyotlarla kitlesel yoksulluklara yol açan ekonomik kriz ve çalkantılar ile karşılaşılır. Her ekonomik kriz bir anlamda sistemi yöneten, iktidarı ve gücü elinde bulunduranlara bir servet ve zenginlik transferi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Sistem “köpeğine göre kemik” prensipleri ile aşağıdan yukarıya logaritmik artışlarla şekillenir.
Türkiye’nin son iki yıldır içine düştüğü ekonomik cendere, küresel sömürü düzeninin yeni bir stratejik hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Tüm yük emekçi yoksul kitlelerin sırtına yüklenerek yaşamın maliyeti her geçen gün ağırlaştırılır. Bunu uyuşturan ve hissedilmez kılan ise millilik, yerlilik, iç düşmanlar, dış düşmanlar, kahramanlıklarla örülü atalar tarihi gibi retoriklerdir.
Her geçen gün cebindeki paranın değer kaybettiği gerçekliği zihinsel normalliğine ulaşmış durumda olan toplumsal uyuşma Türkiye ve benzeri ülkelerde sorgulayıcı bakışı mefluç hale gelmesini beraberinde getirmiştir. Örneğin 17 bin TL olan asgari ücret geçerli olduğu 1 Ocak 2024 tarihinden itibaren geçen yedi ayda yaklaşık %25 değer kaybetti. Yaşanan enflasyon etkisiyle asgari ücretin ortalama reel değeri yaklaşık 5 bin TL azalarak 12 bin TL ye düştü. Bu durum sonuç olarak yaşam maliyetinin artması, yoksulluğun derinleşmesi demek. Ancak enflasyonun düşme eğilimi gösterdi haberleri hala toplumun kahir ekseriyetinde sevinç ve coşkuyla karşılanabiliyor. Fark ettirilmek istenmeyen durum ise yüksek enflasyonun var olmaya devam ettiği.
Vergi sistemi üzerinden analizler yapıldığında da benzer şekilde maliyetin yoksul kitlelere fatura edildiği bir durumla karşılaşırız. Temel yaşam ihtiyaçları, temel gıda, ekmek, su, enerji (Elektrik, doğalgaz) ulaşım, akaryakıt, iletişim alanlarında alınan KDV ve ÖTV dolaylı ve yaşam zorunluluklarına endeksli vergilerin yoksul kitleler üzerinde yaşam maliyetini arttıran yükler olduğu görülüyor.
Sözüm ona krizi aşmak için getirilen çözümlerde ilk uygulanan KDV oranların arttırmak ve yüzde yirmi gibi yüksek oranlara çıkarmak oldu. Su, doğalgaz, elektrik ve iletişim gibi alanlarda alınan KDV ve iletişimde olduğu gibi ayrıca alınan ÖTV gibi vergilerin doğrudan vergilerle kıyaslandığında toplamda yüzde 55 oranında olması ayrıca çok büyük kazançlar elde eden şirket ve holdingler gibi sermaye sahiplerinin gelirlerine uygulaman doğrudan vergilerin oranındaki düşüklük vergi adalet bağlamında ortaya çıkan sermaye kayırmacılığını gösteriyor.
Vergiler sisteminde vergi barışı ve aflar gibi uygulamalarda da alınması gereken ancak yasal düzenlemelerle muaf kılınan vergilerin çok büyük oranda büyük sermaye kuruluşlarına ait olduğu görülüyor. 2024 istatistiklerinde muaf tutulan 2,2 tirilyon vergi istisnasının 1,8 trilyon lirasının sermaye patronlarından alınmadığı gerçekliği küresel entegre sömürü sisteminin nasıl işlediğini tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor.
Devlet ergi üzerinden şekillenen tüm kamu düzenlemelerinin ülkenin tüm üretimleri üzerinden elde edilen toplam gelir ve kaynakları öncelikle tüm yurttaşların maliyetlerini azaltacak, onurlu bir yaşam sürebilecek öncelikleri merkeze alan bir siyasal anlayışa, toplum ve insan tanımına ihtiyaç olduğunun altı çizilmelidir. Şairin yıllar öncesinden ifade ettiği gibi; “bizimde yaşadığımız hayattır kardeşim/ bizde nefes alıp vermekteyiz/ sevmekteyiz sevilebilecek şeyleri” dizlerindeki duygusal sistem ve itirazı dikkate alan bir sosyopolitik duruş ve anlayışa odaklanılmalıdır.
Özellikle vahiy öğretisinin evrensel değerlerin yaşanmış deneyimleri erdemli toplum ve kamu kültürünü insan merkezli inşa etmeye odaklı olduğunun altı çizilmelidir. Son birkaç asırlık İslam düşünce dünyasındaki fetret ve donukluğa rağmen karmaşıklaşan küresel sömürü mekanizmalarına karşı en güçlü alternatifi üretebilecek potansiyeli barındırdığının farkındalığına varmak, küresel krizin en güçlü çıkış yolarından birini adresler. Önce insan, önce erdemli toplum, evrensel temel hak ve özgürlükler küresel adalet ikliminin arayış ve özlemleri vahyin fıtrat kodlarına yönelmekle geleceğe dair umut verici bir mecrayı oluşturmak anlamına gelinebileceğini güçlü bir farkındalık olarak belirtilmelidir.