Hüseyin Alan Yazdı: Anayasa Tartışmaları Arasında

03.06.2024

Girişte söylenmeli ki anayasa ile yasa arasında normatif, toplumsal kabul şartı, yargının yorum değil uygulama zorunluluğu, yasanın anayasaya uyumu gibi teknik ve özsel olarak fark vardır:

Tarihte çokça yasa metnine rastlamak mümkünse de onları birer anayasa kabul etmek veya anayasanın rahmi olarak kabul etmek tartışılır!..

Anayasa, gerek tarihsel doğum, gerekse değişen “sosyal, iktisadi ve siyasal şartlar nedeniyle değişen toplum yapısını yansıtan” en üst yasal düzenleme olarak okunur:

Siyasal nedenler arasında monarşiden cumhuriyete geçişi, mutlak iradenin mukayyet hale getirilişi sayılabilir.

İktisadi nedenler arasında tarım toplumdan sanayi toplumuna geçiş, serbest pazar kapitalizminden devletçi ve planlamalı komünizme geçiş sayılabilir.

Sosyal nedenler arasında toplumun düşünce ve inançlarının, dolayısıyla değer yargılarının değişimi sayılabilir.

Siyasal nedenler arasında toplumdaki eğitim düzeyinin ve bilinçlenmenin artmasıyla daha özgürlükçü, eşitlikçi ve adil, katılımcı demokratik talepler sayılabilir..

Tarihteki yasaların değişim ve dönüşümünün giderek anayasaya evrilmesi, sayılan şartlar ve bağlamda anlamlı karşılanabilir..

Yasaya veya anayasaya dair meşhur örnekler için yazılı tarihte olup bitenlere baktığımızda

M.450’e kadar Roma’da yazılı bir (ortak ve tek) hukuk metni olmadığını, imparatorun, senatörlerin, valilerin, yargıçların (topluca emredenlerin) hüküm verirken kayda geçmiş eski hükümlere, meri teamüllere ve cari örflere dayanarak hüküm verdiklerini biliyoruz.

Resmi kayıtlara mecelle olarak geçen ilk yazılı “dini” hukuk metnine kadar Müslüman devletlerin de yazılı (ortak ve tek) bir hukuk metnine ihtiyaç duymadığını

Taç giyen sultanın devlet işleri için yayımladığı örfi-sultani hukuk dışındaki toplumsal alanda, hüküm vericilerin yazılı (ortak ve tek) bir hukuk metnine dayanmadığını ama (hakimlerin yetişme tarzındaki uzmanlık yetisi nedeniyle) geçmiş hükümleri uygularken, yeni bir mesele çıktığında kitap ve sünnete dayalı içtihad yaptıklarını, hala işin içinden çıkamazsa medrese fakihlerine müracaatla sorunu çözdüklerini de biliyoruz.

Bu iki örnekte toplumsal zeminin farklı dillere, dinlere, kültür ve coğrafyalara dayandığı, siyasalın da buna uygun tekçi hukuka başvuru gereği duymadığı göz önüne alınmalı..

İngiliz Magna Carta’sı ilk anayasa girişimi olarak genel kabule mazhar olsa da,

Gerçekte orda “aristokratlar ile kral arasındaki keyfi vergi salma” çatışmasını göz ardı etmemeli, bizdeki sened-i ittifak gibi mutlak iradenin zayıf düştüğü zamanla sınırlı ömrünü de hesaba katmalı.

Başka bir deyişle ikisinde de devlet ile toplum arasında hukuki ve yazılı bir sözleşme teorisi ve ortak hukuk kabulün den çok mutlak iktidarın görece iktidarla yetki pazarlığını gösteren bir durumdan bahsedilebilir…

Bu gün bilinen anayasa, tarihsel doğum olarak modern çağın başlamasıyla irtibatlı olduğu kadar, aynı zamanda modern tekçi ulus devletlerin doğuş tarihiyle de irtibatlıdır:

Siyasi olarakta, sosyal ve iktisadi olarakta tekçi zemine oturur; hukuk mantığıyla da tekçiliği yansıtır.

Dolayısıyla doğuştan seküler ve tekçi bir üniter mantığı ve yarattığı ulusu özne yapmayı mündemiçtir…

Ali Bulaç üstadın gündemde tuttuğu ve (siyasi ve iktisadi tarafı muğlak) başka bir toplumsal, sosyal ve hukuksal yapılanma örneği olarak geliştirmeye çalıştığı

M.623’te Hz Muhammedin Medine’sinde, oradaki mükim toplumsal ve siyasal gruplarla yaptığı “toplumsal sözleşme” referansı,

Bir “anayasa” modeli olarak görülebilse de, tartışılmaz siyasi denge/adalet ve rasyonelliği yanında “referansının ilahiliği” bakımından öznelliği göz ardı edilmemeli…

Birinci dünya savaşı sonunda yenilen taraf olarak parçalanma senaryosundaki Osmanlı’nın kimi bürokratları, aydınları, serbest kalabilen meclis-i mebusanındaki Müslüman üyelerinin yanında

Anadoldaki vilayetlerden halkın tensibiyle yollanan vekillerin de katılımıyla

1920’de Ankarada toplanan yeni meclis, 1921’de “teşkilat-ı esasiye” namıyla bir anayasa kabul etti.

Bu kurucu ana metnin özelliği, işgal altındaki payitahtın temsil ettiği idare be coğrafya yerine yeni kurulacak milli devleti teşkilatlandırma yasası olmasıydı.

Bu kurucu yasa yeni kurulacak devleti bir islam devleti olarak tasarlıyordu. Maddelerden bazıları:

“Devletin dini, dini İslam”dı.

“Men-i müskirat yasası” ile İslamın haram kıldığı şeyler yasak olacaktı.

Meclis, üyelerin seçeceği başkan ile yönetilecekti: Cumhurbaşkanlığı diye ayrı bir idari statü yoktu.

Bakanlar meclisten seçilecek, meclise karşı sorumlu olacaktı.

İkinci meclisin yapacağı 1924 anayasası 1921’den mahiyet, referans ve teşkilatlanma bakımından farklılaşacak, sonra yapılacak anayasaların ruhunu temsille günümüze kadar korunacaktır…

1924 anayasasındaki “halifelik meclisin şahs-ı manevisinde mündemiçtir” prensibi sanki meclis isterse birini halife tayin edebilir olarak lanse edilse de, gerçekle uyumsuzluğu görülmez gelinecektir.

Ulus devletlerin kurulduğu, ulusal egemenlik sınırlarının çizildiği, etnik ve mezhebi temelli toplumsallığın inşa edildiği, meclisten ayrı cumhurbaşkanlığı statüsünün tesis edildiği siyasi ve toplumsal şartlarda

Kimin halifesi, kime halife soruları akıllara getirilmiyordu!..

Günümüz Türkiyesinde sivil ve demokrat nitelikli yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğu ve yeniden bir anayasa yapılması gerektiği hususu gündemde tutulmaya devam ediyor.

Bunun toplumsal siyasal, iktisadi ve sosyal bir değişim neticesi içerden mi kaynaklı,

Küresel yeni dünyaya geçişe uyum için dışardan mı kaynaklı olduğu tartışılmıyor, yenisi yapılmalı kısmı divil ve demokratik ambalajıyla sunulmayı sürdürüyor!

Anayasalar madem toplumsal, siyasal, iktisadi ve sosyal büyük değişimleri yansıtan doğal bir ihtiyaçsa, bu doğrultuda devleti yeniden yapılandırma zorunluluksa,

Şu işi olsun kendi bağlamında ve gerçekçi zeminde tartışamaz mıyız?!..

Bir anayasanın “resmisi-sivili” olmaz: Kimin yaptığından bağımsız olarak bir anayasa anayasadır: Daha iyi yaşam için ortak bir hukuk ve siyaset çerçevesinde buluşmayı ve anlaşmayı, gerekiyorsa yeni
bir toplumsal aşamayı temsil ediyorsa şayet.

Şayet bir anayasa değişecekse kurucu ilkelerin, iradenin, toplumsal zeminin ve referansın da değişmesi icap etmez mi?

Aksi halde bir ailenin, elit bir zümrenin, iktidar grubu veya muhalefet tarafının lehlerine duydukları ihtiyaçtan ari olacağını kim temin edebilecektir?!.

Ali Bulaç üstadın Medine vesikası üzerinden sunduğu yeni bir toplumsallık ve hukuksallık, ülkede tartışılan yeni anayasa önerisinden çok daha ötede, olumlu ve güvenli bir ufka kapı aralıyor görebilene!

Yakın tarihte düşülen fahiş hatada olduğu gibi bir anayasa da olmaması gereken “yetmez ama evet” tavrı ile

Ali Bulaç’ın önerisi kıyas dahi kabul etmez.

Çünkü anayasalar zümresel menfaatler üzerine değil çoğunluk uzlaşısı şartına dayanır; “çoğu elde edilmeyenin azından vaz geçilmez” tarzı absürt ve zümresel menfaat temelli bir yaklaşım anayasa söz konusu olduğunda tümüyle absürtleşir.

(Üzerinde konuşmaya ve tartışmaya devam edelim inşallah..)

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.