24.01.2021
Türkiye, son zamanlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aleyhinde verdiği hak ihlali kararlarıyla yeniden gündeme geldi.
AİHM’nin kamuoyunun yakından tanıdığı Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararına iktidarın uymaması, siyaset-hukuk, yürütme-yargı ilişkilerinin sorgulanmasına neden olduğu gibi AİHM’nin kararlarına yansıyan Türkiye’nin insan hakları alanındaki sicilinin de gündeme gelmesine neden oldu.
Bu yazının konusu, AİHM’nin kararlarına yansıyan Türkiye’nin insan hakları sicilinin dökümünü çıkarmak ve bu döküm üzerinden iktidar yargı ilişkilerini analiz etmektir.
Önce Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile kurduğu kurumsal ilişkinin tarihçesine bakalım.
50 milyon insanın ölümü ve muazzam bir ekonomik servetin heba olmasıyla sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı ve ardından başlayan Soğuk Savaş, Batı Avrupa’nın hukuk, güvenlik ve işbirliği paradigmasını önemli ölçüde değiştirdi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 10 Avrupa ülkesi, Avrupa halkları arasında gerginliği azaltmak, uzlaşıyı sağlamak ve sözleşmelere dayalı güven ve işbirliği ortamını tesis etmek amacıyla Avrupa Konseyi’ni kurdu. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek, azınlıklar, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı, sosyal dışlanma, uyuşturucu madde, çevre sorunlarına çözüm aramak ve Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyi’nin, 4 Kasım 1950’de Roma Antlaşması ile imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1953’te yürürlüğe girdi. 1959’da Avrupa Konseyi, taraf ülkelerin AİHS’ne uyumunu denetlemek amacıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni oluşturdu.
1949’da 10 ülke tarafından kurulan Avrupa Konseyi, bugün itibariyle Avrupa’daki 47 üye ülkesiyle en eski uluslararası organizasyonlardan birisidir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu faşist blokun çöküşü, Amerika, İngiltere, Fransa, Çin ve Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu ittifak devletlerinin zaferi ile sonuçlandı.
Savaştan sonra Amerika ve Sovyetler Birliği’nin jeostratejik ve jeopolitik çıkarlarındaki uyumsuzluk, Soğuk Savaş’ın başlamasının en önemli nedeni oldu. Savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin, Doğu Avrupa ve Asya’da yayılma stratejisi izlemesi, bu kapsamda gemilerine boğazlardan geçiş hakkı ve toprak talebinde bulunarak Türkiye’yi tehdit etmesi, Türkiye’nin ulusal güvenlik endişesini arttırdı. Bunun üzerine Türkiye, ulusal güvenliğini korumak amacıyla Amerika ve Avrupa yanlısı bir dış politika izlemeye başladı. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye bir taraftan Amerika ile öte taraftan Avrupa ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi. Bu kapsamda Türkiye, Ağustos 1949’da Avrupa Konseyi’ne üye oldu. 3 Eylül 1953’te yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 4 Kasım 1950 tarihinde imzaladı.
Türkiye, 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını, 1990 yılında da zorunlu yargı yetkisini tanıdı. Türkiye, 22 Mayıs 2004’te Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, usulüne göre yürürlüğe giren uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğunu ve bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamayacağını, ayrıca temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların iç hukuk mevzuatıyla aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde uluslararası antlaşma hükümlerinin geçerli olacağını güvence altına aldı.
Son olarak Türkiye, 12 Eylül 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını tanıdı.
Bu kısa girişten sonra konunun özüne dönelim. Çağdaşlaşma ve batılılaşma genel konsepti içerisinde kodlanan muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ilkesini bir dış politika hedefi olarak belirleyen Türkiye’nin AİHM kararlarına yansıyan insan hakları sicilinin dökümü, Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı istatistiklerle aşağıda sunulmuştur.
Aşağıdaki grafik 1959-2019 yılları arası Türkiye’nin AİHS ihlalleri dağılımını göstermektedir.
Tablo 1
Tablodan görüldüğü üzere anılan tarihler arasında 932 adil yargılanma hakkı, 771 özgürlük ve güvenlik hakkı, 674 mülkiyet hakkı, 607 yargılanmanın uzunluğu ve 356 ifade özgürlüğü hakkı ihlali olmak üzere toplam 4947 ihlal kararı verilmiştir.
Aşağıdaki tablo 1959-2019 yılları arasında toplamda 100’ün üzerinde ihlal kararı bulunan ülkelerin sıralamasına ilişkindir.
Tablo 2
100’ün üzerinde ihlal kararı bulunan 28 ülkenin yer aldığı bu tabloda Türkiye, 3225 ihlal kararıyla birinci sırada yer almıştır.
Aşağıdaki tablo 1995-2019 arası yıllara göre Türkiye’nin AİHS ihlallerini içermektedir.
Tablo 3
Yukarıdaki tablo, iki ekonomik kriz ve bir de askeri darbenin yaşandığı koalisyon dönemleri ve 17 yıllık Ak Parti iktidarları döneminde verilen AİHS ihlal sayılarını göstermektedir. Tablodan da görüleceği üzere AKP öncesi 8 yıllık dönemde 288 ihlal kararı verilirken, Ak Parti dönemlerinde 2926 ihlal kararı verilmiştir.
Türkiye’nin, İnsan Hakları siciline ilişkin olarak sunduğum bu istatistikleri nasıl yorumlamalıyız? Her şeyden önce istatistiklerin bize siren sesiyle ilettiği ana bir mesaj var. O’da devletin, hukukun üstünlüğü ve demokrasiyi bir sorun olarak gördüğü mesajıdır. Söz konusu ana mesajı yorumlamadan önce birkaç soru soralım: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yı evrensel hukuk ilkeleri ve demokratik değerlere göre yeniden inşa etmek amacıyla bir araya gelen ülkeler ideallerindeki düzeni gerçekleştirirken Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi olan Türkiye neden başarısız oldu?
1930’lu yılların ortalarından 1970’li yılların ortalarına kadar askeri diktatörlük tezgahından geçerek yozlaşan İspanya ve Portekiz, Avrupa’yı kuran ilke ve değerlere kısa sürede uyum sağlarken Türkiye neden uyum sağlayamadı?
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla demir kafesten çıkan totaliter Doğu Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği ailesine katılırken Türkiye neden katılamadı?
Bu sorulardan sonra devletin hukuksal ve demokratik davranış bozukluğunun nedenlerine geçebiliriz. Yazıda altı genel neden göstereceğim.
Bana göre birinci neden tek parti döneminde siyasal kültürü oluşturan otoriter ve ideolojik mirastır. Menderes ve arkadaşlarının 1946’da CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kurması otoriter ve ideolojik mirasa çatışmacı siyaset tarzını da ilave etti. Türkiye 1950’de çok partili demokratik sisteme çatışma siyasetinin ilave edildiği bu mirasın gölgesinde geçti. 1950’li yılların ortalarından sonlarına kadar gerginleşen siyasal ortamın temel sorumlusu ikiye bölünen otoriter miras ve çatışmacı siyaset tarzıydı. Öyleyse çatışmacı siyaset tarzını devletin hukuksal ve demokratik davranışını bozan ikinci neden olarak gösterebiliriz. Bu neden, Türkiye siyasetinin temel eğilimlerini hala belirlemeye devam etmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kurulduğu 1959’dan bir yıl sonra on yıllık zayıf demokratikleşme serüvenini sona erdiren askeri bir darbe gerçekleşti. 1960 askeri darbesinin en önemli sonucu 1961 Anayasası aracılığıyla hukuk ve demokrasi üzerinde askeri vesayetin kurumsallaşmasıydı. Davranış bozukluğuna neden olan üçüncü faktörü böylece tespit etmiş olduk: Askeri vesayet. 1961’de Demokrat Parti’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi üst üste iki seçimi kazandıktan sonra 12 Mart 1971 askeri muhtırasıyla iktidardan düşürüldü.
12 Mart Muhtırası’nın en önemli sonucu 1961 Anayasası ile verilen bazı hakların geri alınması, Milli Nizam Partisi ve Türkiye İşçi Partisi’nin kapatılmasıydı. Sağ ve sol tandanslı ideolojik şiddet döngüsünü gerekçe göstererek 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe tam anlamıyla siyasetin sonunu getirdi. 1982 Anayasası ile yeniden kurumsallaşan askeri vesayet, demokrasi ve hukuk sistemi üzerinde Demokles’in Kılıcı olarak olarak tasarlandı.
1980 Askeri Darbesi’nden sonra kapatılan partilerin 1987’de yeniden açılması ve yasaklı liderlerin siyasete tekrar geri dönmesi siyasette çeşitliliği de beraberinde getirdi. 1990’da kurulan Halkın Emek Partisi’nin 1991 seçimlerinde Sosyal Demokrat Partisi ile ittifak yaparak meclise girmesi siyasete çarpan etkisi yapan yeni bir dönemi başlattı. Bu dönem Kürt sorununun siyaset sahnesinde tartışılmaya başlandığı bir dönemdi. Terörizmle bağlantılı oldukları gerekçesi ile 1993’ten 2010’a kadar HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP’nin kapatılması nedenler silsilesine dördüncü bir nedeni ekledi. Bu nedenin adı, Bölünme endişesiydi.
1983’te kurulan Refah Partisi’nin 1995 seçimlerinde oyların %21’ini alarak Meclise girmesi Demokles’nin Kılıcı tarafından Siyasal islam’ın güçlendiğinin bir göstergesi olarak sunuldu. 28 Haziran 1996’da kurulan Refah Yol Hükümeti’nin 28 Şubat 1997’de gerçekleşen askeri bir muhtıra ile iktidardan düşürülmesi ve ardından partinin kapatılması beşinci bir nedeni ortaya çıkardı: Bir ideoloji olarak siyasal islamcılık.
Türkiye, 2000 yılına genel panoramasını sunduğum bu ağır tabloyla girdi.
AK Parti’nin 3 Kasım 2002’de yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde oyların %34’ünü alarak tek başına iktidar olması yeni bir dönemin başlangıcı oldu.3 Kasım 2002’den bugüne ülkeyi yöneten Ak Parti iktidarları dönemini reformasyon ve deformasyon, demokratikleşme ve otoriterleşme üst başlıklarıyla iki döneme ayırabiliriz.
Avrupa Birliği ile 3 Ekim 2005’te başlayan ve 2011 yılına kadar devam eden müzakere süreci demokratikleşme yönündeki performansı teşvik ettiği gibi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanında bir dizi reformun yapılmasına da eşlik etti. Bu dönemde yapılan reformlar büyük bir umut dalgasını oluşturduğu gibi daha fazlasının yapılması yönündeki beklentileri de arttırdı. Fakat beklenen ile gerçekleşen arasındaki fark korkunç oldu. 2011 yılında MİT kriziyle patlak veren Ak Parti-Cemaat çatışması, Kıbrıs ve daha bir çok sorun nedeniyle donan Avrupa Birliği müzakere süreci Ak Parti’nin farklı bir yolu tercih edeceğinin ilk sinyalleriydi. Mayıs 2013’te başlayan Gezi Olayları’na iktidarın gösterdiği sert tepki bu yolun radikal otoriterleşme olduğunu gösterdi. Fethullah Cemaati’nin Aralık 2013’te yolsuzluk iddiasıyla 4 bakana karşı gerçekleştirdiği operasyon Erdoğan tarafından darbe girişimi olarak kodlandı. Nisan 2013’te başlayan Çözüm Süreci’nin 2015’te bozulması geniş alanlara yayılan yeni bir çatışma dönemini başlattı. Çatışma döneminde PKK’nin uyguladığı irrasyonel hendek stratejisi ve özerklik ilanına ordunun verdiği askeri cevap son derece sert oldu. Nihayet Fethullah Cemaati tarafından 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe teşebbüsü zaten bozulan özgürlük-güvenlik dengesini özgürlükler aleyhine iyice bozdu. 20 Temmuz 2016’da ilan edilen ve iki yıl süren olağanüstü hal sadece terör ve darbe teşebbüsünde bulunanlarla mücadele etmenin aracı olarak kullanılmadı, aynı zamanda muhalifleri kamusal alandan ihraç etmenin, muhalif sivil toplum kuruluşları ile muhalif medyayı tasfiye etmenin ve yeni hükümet sistemine geçmenin aracı olarak da kullanıldı. Türkiye 9 Temmuz 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçti. İktidar 18 Temmuz’da olağanüstü hali kaldırsa da olağanüstü hal psikolojisiyle demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandırmaya devam etti. Halkın iradesiyle seçilen HDP’li belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyumların atanması, İstanbul Belediye seçiminin iptal edilmesi ve muhaliflerin gösteri ve yürüyüş özgürlüklerinin kısıtlanması olağanüstü hal psikolojisinin göstergeleriydi. Güçlü yürütme argümanını referans alan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli zaten sorunlu olan güçler ayrılığı ilkesini fiilen işlevsizleştirdi. Bu nedenle demokratik denetim ve kontrol mekanizmaları çöktü. Sistemin bütün girdi ve çıktıları tek bir kişi tarafından kontrol edilmeye başlandı. Hiçbir şekilde hesap vermeyen ve sürekli hesap soran kişi kültüne dayalı bir iktidar profili oluştu. Yargı ve yasama organlarını kontrol eden bu yeni sisteme bir isim koyacak olursak otoriter sivil vesayet sistemi ismini koyabiliriz.
Bu makalede devletin hukuksal ve demokratik davranışlarını bozan ve sistematik insan hakları ihlalleri ile sonuçlanan altı nedene işaret ettim. Konunun genişliği ve yer darlığı nedeniyle pragmatizm ve popülizm gibi iki önemli komplikasyonu ihmal etmek zorunda kaldım.
Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına yansıyan ümit kırıcı ve kabarık insan hakları sicili düzelebilir mi? Bir başka deyişle Türkiye, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir sistem inşa edebilir mi? Bana göre bu ancak, siyaseti enfekte eden nedenlerin terk edilmesi ve ahde vefa gibi ahlaki ilkelerin özümsenmesiyle mümkündür. Pozitivist hukuk teorisinin kurucusu Hans Kelsen’e göre uluslararası hukukun normlar hiyerarşisinin temelinde ahlaki olan bir ilke var. “Pacta Sunt Servanda” yani ahde vefa ilkesi var. Bu ilke ise bugünkü iktidarın persona non gratasıdır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.