İrfan Burulday: Kemalizm ve İslamcılık Kavşağında Kürtler

08.06.2023

Herhangi bir incelemeye kavramlarımızı tanımlayarak başlamamız gerektiği varsayılır. Ancak  klasik bu önyargının aksine metinde herhangi bir kavram tanımlamasına gidilmeyecektir. Zira olası bir kavram analizi konuyu daha başka alanlara yönlendirir ve söylemek istediklerimizin dışına çıkmış olacağız.  Ancak resmi ideolojinin “Müslüman milliyetçiliği” veya kısaca islamcılık üzerinden Kürtlerle ilişkisini bilmek/anlamak veya tanımak gerekiyorsa, en açık ifadeyle Kürtlerin Müslümanlığının Türklüğe, Türk ulus-devlet paradigmasına açılan kapı olduğu ifadesini kullanmak yerinde olur. Bir diğer ifadeyle bu konuda anlayışımıza çok şeyler katacak başkaca bir anlam arıyor olsak, bir siyasal ideoloji olarak İslamcılık ve Kemalizm’in gerek Batılılaşma-“sekülerizm” gerek “Doğululaşma”- İslamcılık siyasi aktivizminin Kürtlerle ilişkilerde nasıl işlediğine bakmak gerekir. Aynı şey Kürtlerin İslamcılıkla kurduğu duygusal ilişkiler için de geçerli sayılır.

Kemalizm’in tarih merkezli söylemi, hilafet merkezli Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasından mutlak bir kopuş ve kurtuluşu biçimler. İslamcı tarih merkezi anlatısı ise ulusun geleceğini Osmanlının parlak geçmişinin devamlılığında arar ve onu merkezileştirerek siyasi aktüalitenin öznesi kılar. İslamcılığı İmparatorluğun çatısı altında siyasal bir projeye dönüştüren II. Abdulhamid oldu. Abdulhamid’e göre,  Tanzimat döneminin ürünü Osmanlılığın, İmparatorluğun kurtarılmasında etkili olamayacağı yönündeydi. İslamcılığın bir diğer muhayyel projesi ise II. Abdulhamid’in “İttihadı İslam” (dini kardeşlik duygusunun siyasi olarak ortak bir bilince dönüşümü) tahayyülünün hayata geçirilmesidir. Siyaseten araçsallaştırılan, devletin çıkarlarını savunan uluslararası dış politikada aktivizmi ön plana çıkaran İslam halifesi kimliği/ hilafet makamı paradigması da bu amaca matuf bir projedir. Bu da bir devlet projesi olarak İslamcılığın Osmanlı/Türk kökenli bir siyasal ideoloji olduğu noktasında önemli ipuçları sunar.

 Saydığımız söz konusu nedenlerden hareketle, İslamcılığın erken ya da geç ulus-devlet temelinde bir proje olarak öne çıkacağıydı. Bir başka açıdan modernliğin ürünü bir ideoloji olan İslamcılık konusu tartışılırken üzerinde durulması gereken husus da onu tarihsel gelişimdir. Zira İslamcılık sivil, dini ve inanca dayalı bir hareket veya muhayyile olmanın çok daha ötesinde ulusçuluğu teorik bir çerçeve ve ideolojik bir pozisyon edinen toplumsal, anayasal ve kamusal alanın en temel prensibi olarak kabul eden kurucu bir devlet formuna dönüşmüştür.

Kemalizm kopuş tezini savunurken, İslamcılık devamlılık fikrini öne sürerek ayrışma yoluna gider.  Bu inanış, gelenekçi-ilerlemeci bir tarih görüşünün gelişimiyle birlikte günümüze değin Türk politik kültürün siyasi haritasını ve ulus-devleti ihtiva eden kamusal dönüşümünü belirler. Aslına bakılırsa İslamcılık gibi Kemalizm’de Türk ulusçuluğunun çıkış noktalarından biri sayılabilir. Kemalizm gibi İslamcılığın da politik ve düşünce momenti millet-i hakime-egemen ulus üzerine kurulu esasa taalluk eden bir paradigma anlayışına sahip olmasıdır. Başka bir deyişle İslamcılığın değişik düşüncelere göre değişmeyen genel geçer ilkeleri ve değerlerinin başında bir kurucu irade olarak millet-i hakime prensibi gelir.

Kemalizm model olarak tepeden indirgemeci bir modernleşmeyi, İslamcılık ise devamlılığı ölçüt alarak tedrici bir toplumsal değişimi merkezileştirir ve tüm siyasi-toplumsal modellemeleri buna kilitler.  Cumhuriyetin kurucuları ulus-devlet ideolojisi için gelenekten kopuşu zorunlu varsayar ve bunu kuramsal bir çerçeve kapsamında meşrulaştırmaya çalışır. “Millet yaratma” faslında ise “ Milleti/ulusu devlet inşa eder” ifadesi, Kemalizm’in ideolojik saiklerinin resmi söylemini oluşturur.

Kemalist ideolojiye göre, Cumhuriyetten önce etnik bir kimlik yaratımından bahsedilemez ve Osmanlı kimliği Türk kimliği silsilesini birebir yansıtmaz. Çünkü tayin edici olarak öne çıkan ve kurucu ideoloji olarak Kemalizm’in dayandığı toplumsal, siyasal sınıflar veya toplumsal üreticiler, Osmanlının sosyolojik dokusuyla uyuşmamaktadır. Bu sebeple Cumhuriyet yeni bir millet yerine yeni bir ulus yaratma iddiasıyla yüzünü farklı yöne çevirir. Ancak söz konusu yaklaşımın temel sorunu, tutarsızlıklarla malûl bir tarih yorumu içermektedir.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde seküler Türkçülüğün amacı kendisi gibi homojenleştirici seküler bir ulus-devlet inşa etmekti. Bu da doğal olarak diğer anasır kimlikleri tedip ve tenkil politikasıyla bertaraf etmeye ve Türkleştirmeye çalışmaktı. Bu durumda olağan olarak ulus-devletin inşasında Türkçülük yegane referans olarak öne çıkar.

Meselenin bir diğer düğüm noktası ise İslamcılığın milli seciye yazımında gösterdiği çabadır. İslamcılığın tarih yazımı mütemadiyen Türklerin Müslümanlaşmasıyla iptida eder ve günümüze değin Türk milliyetçiliği mevzusuyla yoluna devam eder. İslamcılığın Osmanlı’dan tevarüs ettiği siyasi, iktisadi ve içtimai hayata ilişkin bu formülasyon, muhafazakâr Türk milliyetçi akımın ana omurgasını oluşturur. Ancak İslamcılığın hedefinde olan sadece bu değil ulus-devletin de dönüşümüydü. Bir “Osmanlı milleti” inşa etmeye soyunan İslamcılar, cumhuriyet dönemi aydınlarınca çok büyük tepkilerle karşılansa da tevarüs ettikleri “millet projesi” biyografik bir mesele olmanın çok daha ötesinde köklü bir fikri ameliyeyi gerektirmektedir.

İslamcılık, Kemalizm’i kurucu babası olarak tanımladığı ulus-devletin Türkçülüğünü törpülemede kısmen etkili olsa da nevzuhur İslamcı ulusun yükselişinde Türkçülük soy kütüğüne geri döner.  Nitekim dikkatli bakanlar bunun katıksız bir eve dönüş projesi olduğunu görürler.

Velhâsıl, din-ü devlete dönüşen Türk milliyetçiliğinin kurucu akım siyasi ve ideolojik fikirler üzerinde baskın olduğundan şüphe yok, kurucu heyulası (ontolojisi) olduğu bile söylenebilir. Şüphesiz İslamcılık ile Kemalizm’in “yerli, milli ve beka” söylemi üzerinden azametli bir ulusalcı politikada buluşması simbiyotik bir ilişkiyi andırır. “Millet yaratma” ile “ulus yaratma” fikri üzerinden yürüyen bu tartışma, bugün siyasal arenada çatışan iki uç siyasi zümrenin zuhur etmesine düğümlenir.

Tanzimat sonrası geliştirilen toplumsal ve siyasal tasavvur dikkate alındığında başlangıçta etnik ve dini aidiyet yerine “Osmanlı vatandaşlığı” merkezli bir “demos” yaratılmasıydı. Ancak bu proje daha sonra evrimleşerek demos olmaktan çıkıp, farklı etnik unsurlardan oluşan çoğulcu bir projeye dönüşürken, kurucu iradeyi temsilen “Türk unsuru”na  “millet-i hakime” statüsü çerçevesinde kapsamlı bir güncelleme yapılır. Ardından “merkeziyetçi” ve “adem-i merkeziyetçi” tartışmalarla birlikte bu ideal de rafa kaldırılır ve İttihatçı projenin de içinde yer alacağı Türklerden başkasının bulunmayacağı türdeş, monolitik bir ethos tahkimine bırakır.  Böylelikle 1923’le beraber vatandaşlıktan demosa, demostan ethosa, ethostan türdeş monolitikliğe ve katı ulusçuluğa tarihsel hamaset yerini “ulus yaratma” tezine bırakır. Ancak bu iki ana-akım siyasi zümrenin/kliğin iktidar çatışmaları daha sonra Türk siyasetinin politik hatlarını oluşturacaktır.

Türklüğün, Türklük duygusunun belirgin veya egemen bir kimlik olarak şekillendirici gücü sadece ulus-devletin inşa sürecinde değil aynı zamanda müesses nizamın resmi ideolojisinin güçlü bir şekilde hissedildiği kamusal zeminde, siyasi ideolojilerin politik-kültürel çalışmalarında, bireysel ve toplumsal mekânlarda, dini, sivil ve sosyal alanlarda da kendini farklı biçimlerde hissettirmektedir.  

Kürtlerin Müslümanlığı: Türklüğe Açılan Kapı

Uzun süre gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüzde değin İslamcılığın yanı sıra Kemalizm’in alenen veya zımnen politik gündemini belirleyen konuların başında Kürtler ve Türkleri aynı zeminde bir araya getiren bir kimlik olarak “Müslümanlık” gelmektedir. Bir başka deyişle uzun süredir gündemimizde olan ve aslında dini kimlik olmanın çok ötesinde müesses nizamın siyasal bir ideoloji olarak öne çıkardığı İslamcılığın farklı ulusal kimlikleri birleştirici bir üst-kimlik olarak ele alınarak tartışılması önemli bir eşiğe gelindiğini gösterir.

Ancak bu tartışmanın daha kapsamlı netice verebilmesi İslamcılığın siyasal yansımaları hakkında tartışılmasını zorunlu kılmaktadır. Bir süredir Kürtleri etkileyen ve birleştirici bir unsur olduğu iddia edilen İslamcılığın tartışma konusu olarak gündeme getirilmesi önemli oldu. Tartışmayı bu kapsayıcı tanımdan hareket ederek sürdürmek ve Osmanlı/Türk İslâmcılığı üzerine analizler yapmak ancak bu açıdan mümkün olabilmektedir.

Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerde genel olarak Müslümanlık, özel olarak da İslamcılığın Kürtlerle ilişkisi konusunun göz ardı edilmesi önemli bir boşluk yaratmaktadır. Bu nedenle İslamcılık tartışmasının geniş bir çerçevede yapılması önem taşır. Buna karşılık İslamcılık tartışmalarında tarihi anlatılara, olay ve olgulara gidilmesini doğru bulmadığımı belirtmekte yarar var.  

Bir diğer önemli husus ise tartışmayı zorlaştıran en önemli iddia bir ideoloji olarak İslâmcılık ile Türklük arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığı tezidir. Bunun tartışmayı farklı bir mecraya sokacağı şüphesizdir. Burada söylenilmeye çalışılan İslamcılığın siyasal Türk ulusçuluğuyla şöyle ya da böyle bir bağının olduğu, ondan kopuk olmadığıdır. Buna karşılık İslamcılığın ideolojiden soyutlanarak kavramsallaştırılması onu anlayabilmemizi imkânsız kılar. Zira İslamcılığın Kürtlerle ilişkisi birliktelik ve ortaklık merkezli kurucu irade üzerinden değil, “Millet-i hakime”, “devlet-i ebed müddet” doktrini üzerinden şekillenmektedir.

Hristiyan ulusların kaybedildiği bir süreçte geriye kalan tek enstrüman olarak öne çıkan İslamcılık, Türklüğün bekası açısından önemli bir siyasal güçtür. Zira dün olduğu gibi bugün de İslamcılığın İslam dünyası söylemi üzerinden Batı karşıtlığı, batı sömürgeciliği vurgusu beka odaklı bir devlet politikasıdır.  Birinci paylaşım savaşı sonrası Birinci Meclis ve Lozan görüşmelerinde Kürtlerin Müslüman kimliğinin dillendirilmesi de söz konusu bu çöküş-beka stratejisinin devamını teşkil eder.  Dolayısıyla Türklüğün ve ulus-devletin inşası ancak Kürtlerin İslamcılık, din kardeşliği ve Müslümanlık duygusuyla ikna edilmeleriyle mümkün bir hale gelir. Duygunun siyasi bir bilince dönüşümü içeride Türkler ve Kürtler, dışarıda ise Müslüman diğer topluluklar nezdinde “yeni tip bir siyasi topluluk” fikrinin gelişmesinin yolunu açtı.

Osmanlı Devleti için bir felakete dönüşen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası döneme ilişkin II. Abdulhamid’in İslamcılık politikaları incelenebilir. Şüphesiz bu incelemeler gerek o dönemde yürütülen devletin Kürt politikalarına gerekse de Cumhuriyetin ilanından sonra günümüze değin devletin Kürtlerle ilişkilerinde ne tür politikalar izlediğine dair çok önemli bilgiler sunmaktadır. Haliyle Kürtlerin, Müslümanlık/İslamcılık duygu bilinci karşısında devletin izlediği tebaa politikasının bugünlerde nasıl bir post-politikaya evrildiğini anlamaları gerekir. Bu konuda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin referandum sürecinde Türkiye ve İran İslamcılığının izlediği politika dikkate değer.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.