18.03.2024
Toplumsal hafızanın şekillendirilmesi genellikle varsayıldığında tarihi de içine alan önemli bir düşünce eylemi olarak öne çıkar. Bir başka ifadeyle toplumsal varoluşu tanımlarken, buna benzer bir hareket noktası seçmmamek bilfiil var olandan yola çıkmayı gerektirir. Onu önemli kılan kurumların, yapıların ve farklı mekânların tarihi üzerinden fiili bir süreç olarak yeniden biçimlenmesidir. Kendi içine kapalı bir toplum yoktur, toplum daima bir nesne gibi soyut ya da somut bir şeye, bir olguya, tasarıma ya da bir amaca yönelim durumunda var olur. Bu amaçla toplum ya da birey milliyetçiliğin fenomenolojisini yani bilincini oluşturur.
Hem mekân hem zaman boyutlarında iki dünya arasında kalmış bir ulusu anlama çabasından bahsediyoruz. Coğrafya içine sıkışmışlık halinden kurtulmak ve kendi içindeki bölünmüşlüğü birlik haline sokmaya çalışan ve topraklarına hükmeden, egemenlik kuran, galip ve muktedir güçlere rağmen var olmaya çalışan bir ulustan… Kürt olmanın isyan etmek anlamına da geldiği bir tarihten bahsetmenin kolay olmayacağının farkındayız. Kendini yönetmeye talip bir dünyada kendi iktidarını savunmak Kürtleri birçok şey olmak durumunda bırakmaktadır. Kürt ulusal mücadelesini anlamak ancak benzeri bir kuşatılmışlık tecrübesi içinde olmakla mümkündür. Kendini mağlup ve madun hisseden bir ulusun tarih karşısında savunmacı bir vaziyette olması anlaşılır bir durumdur.
Birinci paylaşım savaşıyla birlikte bir parçalanma planı sonucunda yok sayılan ve toprakları pay edilen bir ulusun, kültürel ve siyasal faşizm karşısında milliyetçilik temelli teleolojik başkaldırısı elbette anlaşılmaya değer. Dolayısıyla, “Doğu Sorunu”na indirgenen ve özünde parçalanmayla birlikte ortaya çıkan realpolitik bu durumun dayattığı nedenler üzerinden her parçasına nüfus etmiş bir istiladan bahsetmenin zorluğunu anlamak mümkün.
Ölüm çanlarıyla birlikte İran, Irak, Suriye ve bilhassa Türkiye’nin egemenliğine sokulan Kürtlerin parçalanması, bölge devletleri açısından bir başarı olarak görünse de Kürt ulusçuluğun sonunu getiren yolun taşlarını döşeyecektir. Parçalanma ve ardından paylaşım sonucu Kürtler küçük alanlara hapsedilmiştir. Bu Kürtlerin başına gelen büyük bir felakettir. Doymak bilmeyen bir egemenliğin yanı sıra otoriter rejimlerin baskısına maruz kalan Kürtler çözüm üretme gücünü kaybetmekle karşı karşıya kalır. Kürtler için siyaset gerçekten bitmiştir. Her türlü tartışmanın ötesinde Kürtlere hükmetmenin oldukça basit olduğunu vurgulamak yerinde olur. Hatta tam tersi yönde kaygılanmamak için sebepler vardır. Kürdistan’ın parçalanmasıyla birlikte sosyal, kültürel ve hatta siyasal yaşamı da etkileyen dini mezhepler ve siyasi ideolojiler tarafından bu kez daha küçük parçalara bölünürler. Bu bölünmenin günümüze etkileri son derece açıktır.
Erken Cumhuriyet döneminde “tek parti diktatörlüğü” anakronik bir rejimler silsilesi doğurmakla kalmaz, benzer şekilde inkâr ve baskıcılığın devletin ontolojik ideolojisine evrildiği uzun bir dönemi kapsar hale gelir. Bunun yanı sıra “Fransız İhtilali”nden devşirilerek ilan edilen “hürriyet, müsâvât, uhuvvet” ilkeleri hiçbir şekilde Kürtleri de içine alan kapsamlı bir açılıma dönüşmez. Hatta zaman içinde tecrübe edildiği gibi bu üçlü sloganın vaat ettiği “özgürlük” temelli, eşitlikçi ve hukukun hayata geçirildiği bir uluslar ilanına da dönüşemedi. Benzer şekilde yakın dönemde yani liberal rüzgarların estiği veya modern demokrasilerle ilişkilendirilen liberalizm, bireycilik, rasyonalizm gibi modern düşüncelerle ilişkilendirilen kavramlar bile slogan olmanın ötesine geçemedi. Örneğin 1982 anayasası gibi “devlet merkezli” bir anayasanın dışına hiçbir şekilde çıkılamadı. Özü itibarıyla fantastik siyasi kombinasyonların dışında önemli bir değişikliğe uğramadı. Belli ki, böyle bir düşünce sistemi devlet ideolojisi için belirleyici bir tasavvurdu. Tabiidir ki, toplumsal kurumlar gibi, fikirler de zamanla değişir. Ancak eğer gerçeği söylemek gerekirse Türkiye-İran gibi ulus devletlerin Kürt politikasında hiçbir değişiklik olmadı. “Laik Türkiye” gibi “İslamcı İran” da kendine has küflenmiş, baskıcı, inkârcı ve ulusa dayalı politikaları sürdürmekten vazgeçmedi. Tarihi gelişmelerin de ortaya koyduğu gibi “Türk milliyetçiliği”, “Türk sağı” ve “İslamcı ulus” fikri “buharlaşmıyor”, aksine “Kürt sorunu” karşısında konumlanarak klasik ulus politikalarıyla daha çok güç kazanıyor. Daha vahim olanı ideolojik bu yaklaşımların nasıl şekilleneceği öngörülemez olsa da toplu bir girişim olarak Kürtleri çevreleme politikalarında başarılı olmaktadır.
Başlangıç noktamıza dönelim. Bir başka deyişle bakış açımıza uygun olması bakımından milliyetçilik üzerinde konuşmanın daha önemli olduğunu belirtelim. Bu çalışmada maksadımızı aşan milliyetçiliğin özellikle de Kürt milliyetçiliğin varoluşsal/ontolojik temellerini soruşturmak olmayacaktır. Zira “milliyetçilik konusunu konuşmak oldukça problemlidir, çünkü milliyetçiliğin tarihi sorunlu bir süreçtir.” Birleşik Krallık merkezli sanayi devrimi ve Fransız İhtilali sonrası geliştiğine inanılan milliyetçilik bu süre zarfında birçok olayın başat sorumlusu olarak gösterilir. Bu sorunların başında Hitler’in “Nasyonal Sosyalizm”i göze çarpar. “Nasyonal Sosyalizm”in katıksız bir ırkçılığı/ faşizmi temsil ettiği konusunda hiçbir şüphe yok, ancak buna rağmen milliyetçiliği faşizmle karıştıran ideolojiler hep varolmuştur. Türkiye’de bunun birçok örneğine rastlanabilir. Örneğin Türkiye’de genel kanı Marksist solun milliyetçilik karşıtı olduğudur. Oysa Türk Marksistler, “ulusalcılık” adı altında hem de ırkçılığa varan düzeyde kendini milliyetçilik karşıtı “ulusalcı sol” şeklinde tanımlamaktan imtina etmezler. “Ulusalcı sol”un, Kürt sorunu/Kürtler konusunda ileri sürdüğü tezlere bakıldığında Avrupa’yı kasıp kavuran “Nasyonal Sosyalizm”den farklı şeyleri savunmadıkları görülür. “Eric Hobsbawm “Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok” (Anderson, Hayli cemaatler, Metis, s. 16 ). Meselenin özü şudur: “Milliyetçilik tarihsel mukedderatın terimleriyle düşünür, oysa ırkçılık zamanın başlangıcından bu yana iğrenç bir çiftleşmeler dizisiyle aktarılan ebedi bulaşıklar rüyası görür: Tarih dışıdır.” Anderson, Hayali Cemaatler, s. 173
Kürt sorununu ele alan tarihsel-politik olanla ilgili gelişmelere gönderme yaparken, milliyetçi temelde ulusal bir mücadele olduğunu göz ardı ediyoruz. Oysa tarihsel ile politik olan arasında bir yakınlık olduğunu biliyoruz. Her ikisi de milliyetçiliğin siyasal kavramlarını temsil etmede önemli bir sürece tanıklık eder. Kürt milliyetçiliği kendi politikasını, politik fikirlerini, politika felsefesini gözler önüne sermekle işe koyulabilir. Kürt milliyetçiliğini kavramsallaştırır ve onunla kurulan bağı tanımlarken sosyokültürel ve tarihi nedenleri dikkate alınmalıdır. Nitekim toplumların siyasallaşmasıyla milliyetçilik önemli bir siyasal form/figür olarak öne çıkar. Bu da öteki olmanın yanı sıra karşı tezi olarak konumlanmış bir özdeşleştirme ve kendi gerçekliğini üretme ile kavramsallaştırılabilir.
Tartışmasız doğru Kürtler anayasal bir statü kazanma ve bunu siyasetin aracı olarak kullanma durumunda kendi gerçekliğini yaratabilirler. Zira olgusal gerçeklikten kopuk bir milliyetçilik popülizmin yükselişi ile paralel gelişm gösterir ve bugün olduğu gibi politik sürecin sorunu haline gelebilir. Bu tür olguların siyaseti şekillendirmesi yerine siyasetin kendi gerçekliği çerçevesinde olgular yaratması ise sorunu minimalize ederek siyasete meşruiyet kazandırır. Kürt milliyetçiliğin varoluşsal temeli, millet/ulus olan Kürtlerin mevcudiyetidir. Hiç kuşkusuz bu bir duygu ya da bir sorundan kaynaklı varlık kazanmış değildir. Kürt Milliyetçiliği var olan bir gerçeklik üzerinden gelişen bir tasavvur ve kişi ya da toplumun kendini bu millet ile ilişkilendiriş şeklidir.
Kürt milliyetçiliğinin bir diğer özelliği kendi siyasal kozmosunu oluşturmak, ulusal gelişimini tamamlamak ve benzeri tarih anlayışıyla kendi merkezli bir anlatım çerçevesinde çoğulcu bir politik durum yaratmak olacaktır. Bu süreçte dünyada nelerin olup bittiği, küresel gelişme ve değişimlerin ne gibi sonuçlar doğurduğu gibi verili alanlar konusunda somut adımlar atabilecek ulusal bir iradenin kurucu bir külte dönüşmesini sağlayabilmesidir. Bu bağlam içinde yereli de kapsayan entelektüel ve toplumsal düşünce tarihinin nasıl ele alınacağı önemlidir.
Kürtler için önemli bir dönem değerlendirmesi yapmak oldukça zordur. Pratikte bir yandan içinde yaşanan gerçekliğin önemi abartılmakta öte yandan da toplumun genelini doğrudan etkileyen sürecin kapsamını kavramaktan uzak bir durum söz konusudur. Kürt milliyetçiliğinin hareket noktası kendine özgü çoğulcu bir kültür ve siyasal bir dünya inşa etmektir. Bu nedenle Kürt milliyetçiliğinin ontolojik temeli siyasal düzlemde kendini yönetmeyi esas alır.
Kürt toplumunda zaman zaman alevlenen milliyetçilik tartışmalarını okumuşlar ve siyasi şahsiyetler arasında cereyan etmesi bakımından olumlu görüyoruz. Özellikle de okumuşlar arasındaki tartışmalar bu anlamda çok daha önemlidir. Onların tartışması Kürtlerin düşünme biçimini uzun vadede etkileme potansiyeli taşımaktadır. Asıl sorun buradadır. Milliyetçilik tartışmalarının milli duyarlılık çerçevesinde şekillenmesi bu açıdan önemlidir. Bu tartışmalar bize, sosyal ve siyasal bir olgu olarak milletler gerçekliğinden, dolayısıyla Kürt bireylerin aidiyetinden ve insanlar arasındaki konumunu yanı sıra siyasal-sosyal ve kültürel açısından da bir duyarlılık kazandırmış olur.
Milliyetçilik toplum siyasetinde ve entelektüel çevrelerde sıklıkla kullanılan bir kavramdır. Büyük toplumsal hareketlerin düşünsel gücüne atıfta bulunan milliyetçilik, söz konusu fikirlerin dinamizmini canlandırarak kronik bazı tarihsel sorunları aşmayı savunmaktadır. Bu çerçevede günümüzde unutulmaya yüz tutan tarih metaforuna ihtiyaç duyar. Ancak günümüz modern milliyetçi hareketler kendilerini söz konusu tarihle sınırlı tutmaz ve daha geniş bir siyasal tasavvur etrafında örgütlenen geniş toplumsal kesimleri de içine alır. Diğer bir ifadeyle on dokuzuncu yüzyılın yükselen ideolojilerinden biri olan milliyetçilik dar bir bölgede değil, şaşırtıcı bir biçimde tüm ulusların/milletlerin motor gücünü oluşturmuştur. Etnik farklılıkları reddetmeyen Batı milliyetçiliği, daha geniş kesimleri de içine alan bir ortaklık veya birlik çerçevesinde şekillenir. Milliyetçiliğe bu şekilde yaklaşılması, onu öteki toplumlar ile çatışan değil uzlaşan, reddeden değil kabul eden bir amaca yönlendirir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde milliyetçilik mevcut etnik kimlikleri reddederek onlarla çatışmak yerine onları da kapsayıcı bir hedefe kanalize eden bir düşünce olarak kavramsallaştırılabilir.
Siyasal ve kültürel anlamda Kürtlerin milliyetçilik ile tanışması önemli bir araştırma konusu olsa da yirminci asrın başından itibaren milliyetçiliğin kültürden ziyade siyasal bir fikir olarak yer edindiği söylenebilir. Ancak bu düşünce kitlelere nüfuzda sorunlarla karşılaşsa da Kürt politikacı ve aydınların çalışmalarında yeni bir ideal olarak yer alır. Bu süreçte Kürtleri de yakından ilişkilendiren iki temel milliyetçilik akımı ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi seküler yaklaşıma dayalı milliyetçilik, diğeri İslam ile milliyetçiliğin sentezini merkeze alan milliyetçilik. Birincisi “sol”da konumlanırken, ikincisi “sağ” bir düşünce olarak gelişmiştir. Burada ilginç olan ise Türkiye’de “sağ”- “sol” ve İran’da “İslam-din”in milliyetçiliği içselleştirmiş olmasıdır.
Fransız İhtilali sonrası Osmanlı aydınların tartışmalarında öne çıkan iki ana akım bu milliyetçilik fikri Kürt aydınların da içinde olduğu bir siyasal süreci kapsar. Ne yazık ki ne “sağ” ne de “sol milliyetçilik fikri Kürtlerde kendine has bir durum yaratabilmiş değildir. Kısacası sağ veya sol merkezli bir Kürt milliyetçiliğinden bahsetme henüz mümkün olmamaktadır. Kürt milliyetçiliğin bu temelde bir tasavvur geliştirememesi, dahası imparatorluk sonrası önemli bir rol alamaması aynı hataların günümüzde de tekrar edildiğini gösterir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.