03.04.2024
Bir ulusun geleceği rastlantıya bırakılamaz. O zaman şu soru ortaya çıkar: Bir ulusun geleceği plansız ve amaçsız bir olaylar zincirine mi bağlıdır?
Hegel’e göre birey için özgür olmak, “kendinde olmak”tır. Diğer bir ifade ile tarihsel ve toplumsal koşullar içindeki konumunun farkında olmaktır. (Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, s 100). Buna göre Hegel düşüncesinde bireyin kendini gerçekleştirmesi, insan olarak kendi gerçekliğini bilmesine veya bireysel varlığını ancak bir toplum içinde gerçekleştiriyor olabilmesinin farkında olmasıdır.
Bir ulus açısından tarihte var olmak yetmez, ona politik (zoon politikon) varlığını hissettiren bir siyaset felsefesinin de olması gerekir. Aynı zamanda söz konusu tarih ve siyaseti bir özgürlük miti veya bilinci olarak düşünebilmesidir. Böylece ulusal ve toplumsal bilincine bir keşif yolculuğu yapabilsin; milli şuurunu, devlet anlayışını ve Tanrı’nın bahşettiği özgürlük arzusunu fark edebilsin. Her ulusun kendine özgü tarihi algılama bilinci olduğu gibi kültürel ve teknik açıdan ilerleyişini, daha doğrusu medeniyet ile kurduğu bir ilişki biçimi vardır. Bu nedenle uluslar kültürel farklılıklarıyla bir bütünlük oluşturur; homojenleştirilerek veya tektipleştirilerek değil.
Tarihsel bağlam içinde ortaya çıkan uluslar yine aynı tarihsel gelişim içinde kendilerine özgü değerlerin yanı sıra bir özgürlük bilinci üretirler. Ulusların tözünü oluşturan özgürlük bilinci bu bağlamada özseldir ve bu yüzden coğrafyalar zorunlu olarak bu bilincin mekânını oluşturur. Bir diğer ifadeyle, uluslar ancak bu özgürlük bilinciyle hareket ederek coğrafyada oluşan düşünce ve eylemselliklerle olaylara bakar. Ne var ki tarihin yapıcı gücü olarak uluslar için en önemli nokta şimdi ile geçmiş arasında organik bir bağ oluşturabilmesidir. Bu kavrayışa göre, ulusların mahiyetine ilişkin şu argümanı öne sürmemizde hiçbir beis yoktur: “Uluslar her ne kadar ortak bir kader ve ortak bir karakterle birbirine bağlanmış insan grupları” olsa da gerçek anlamda yalnızca kendi gerçeğini, tarih ve kültürünü bilmek üzerinden biçimlenip gelişirler. Onları ortaklaştıran şey de bu algıdır. Haliyle bu fragmanlar /nosyonlar arasında bir bağlantı uluslara söz konusu kendi kaderini veya geleceğini belirlemede önemli bir rol belirler ve uluslar bu kavramlarla dini ve dünyevi olanı algılar. Bir diğer ifadeyle, uluslar kendi geleceklerini belirlemekle kalmaz aynı zamanda inşa edilen bu geleceğin tüm araçlarından sorumludurlar. Dahası toplum geçmişin etkililiği olarak kendi çağını var ederek ulusal sorunlarla başa çıkmak için somut politik stratejilerin çerçevesini belirler.
Bu çerçeve her şeyden önce ulusal fenomeni anlaşılır kılmak ve sosyo-tarihsel doğasına hakkını vermek ve politik boyutunun mahiyetini sunmakla başlar. Böylece uluslar için özgürlük soyut bir tasarım olmaktan çıkarak bir mücadele ve tanınma/kabul görme olarak hem geçmiş hem de bugünün gerçekleşen bir kavganın süreci olarak öne çıkar. Özgürlük ile belirtmiş olduğumuz şey bir tür toplumun kolektif kapasitelerindeki özgürlüktür ve bu özgürlük, ulusal bir mücadelenin temel ilkesinin ilk koşuludur. Bu özgürlük fikri ulusun kolektif bilincinde görülür ve orada ortaya çıkar.
İnsan açısından “dil düşüncenin dışavurumu” ise ulusların kendi kaderi/geleceği üzerinde tayin edici olması da topraklarını yönetiyor olabilmesiyle ortaya çıkar. Kelam (söz-dil) insan açısından ne denli önemliyse, bir nevi kamusal nitelik gibi siyasal bir nitelik de taşıyan yasallık/meşruiyet de bir ulus açısından o denli önemlidir. Kürtler sözkonusu olduğunda bunun önemi daha da anlaşılır. O halde sorulması gereken, söz konusu kolektif ilke ve geleceğin tayini kavramıyla neyin tasarlandığıdır.
Millet olma bilinci topluma ait bir kolektivitenin dışavurumudur, değişken ve zaman içinde ilerleyebilendir. Bilinç ve kolektivitenin bir arada düşünülmesi ise özgürlük kavramının içeriğini oluşturur. Ancak bu tanımlamayla belirttiğimiz gibi ulusun, tarihin yanı sıra özgürlük bileşimi ile kurduğu ilişki ortak bir siyasal çıkarı da gerektirir ki, bu da kamuyu da içeren hukuki bir yapı olarak self-determinasyon ilkesini zorunlu kılar. Zira ulus, siyasetin kurucu unsurudur. Millet/ulus, siyasetin arızi bir unsuru değil onun kurucu motifi veya yapı taşıdır. Siyaset bir düzen kurma faaliyetidir. Bu anlamıyla ulusların, tarihi kendileri için ele alırken ve onu bir “tarih teolojisi” olarak düşünmeleri tarihsel olanın önemini gösterir. Bu da üzerinde konuşmamız ve dahası, şimdiyi geçmişle ilişkilendirirken belirli epistemolojik temelleri de ortaya koymamızı gerektirdiğini gösterir.
Ulusların kurulu bir hukuki düzen içerisinde hak ve özgürlüklerden yararlanarak hukuki sorumluluklar üstlenmesi kaçınılmazdır. Ulusun siyasal bir özne olarak karşımıza çıkması ona yüklediğimiz self-determinasyon ilkesiyle temelde uyumluluk gösterir. Yapısal anlamda bu ilke, ulus açısından kurucu özne niteliğini kavramsal bir tanınma diyalektiğiyle pekiştirir. Diğer bir deyişle, bir tanınma nosyonu olarak geleceğini tayin hakkı, oluşturucu bir eylem olarak hâlâ kabul edilmektedir. Öte yandan ulus teriminin tarihsel gelişim süreciyle birlikte günümüzde aşıldığını düşünmek oldukça yersizdir.
Kürtlerin gerek iç hukukta gerek uluslararası hukukta bir tanınma nosyonuna sahip olmadıkları bir gerçek olarak hâlâ duruyor. Tanınmanın Kürtler açısından oluşturucu/belirleyici bir rol oynayacağı şüphesizdir. Bu çerçevede Kürtlerin bir özne olarak var olması öteki ile karşılıklı tanınmanın oluşturucu etkisine ihtiyaç duymaktadır. Sürdürülebilir bir kimliğin devamı için Kürtlerin kendi politik topluluğunu oluşturması gerekir. Bu topluluğun dışında kalan Kürtler günümüz itibarıyla kurucu olma durumuna da sahip değiller. Bu anlamda Kürtler hukukun nazarında tescil edilmiş bir ulusal kimliğe sahip değiller. Oysa her millet özünde “devlet”in izlerini taşır ve bu taşımayla birlikte hukukun konusuna tabidir. Kürtlerin kendi varlıklarını gerçekleştirmesinin yegane yolu buradan geçer. Millet sadece kültürel bir forma tekabül etmez, kültür formlarını da içeren içeriden ve dışarıdan kendini siyasal tecrübesiyle gerçekleştirebilen bir toplumsallığa karşılık gelir. Böylece kendi geleceğini bir düzene sokabilmesi için Kürtlerin bir dizi “ekonomik-teknik” ve siyasal aklın belirleyici olduğu “siyasi-hukuki” formlara ihtiyacı vardır. Nihai olarak diğer uluslar gibi Kürtlerin de son çözümlemede siyasal külliyatını pekiştiren bir mevcudiyet deneyimine, politik ruha ve mekânın “tin”ine dayanmaları gerekir. Belki de bu incelenmesi gereken en can alıcı tespittir. Ulus merkezli bir politik tasavvurun yanı sıra geleceğin teminat altına alınması yani kendini temsil yetkesi bu anlamda birincil koşul olarak öne sürülebilir. Günlük siyaset çekişmelerinin dışında kalan bir zaman diliminde Kürtler, siyaset pratiği üzerine düşünürken bir kamu etkinliği olarak “devlet” kavramıyla özdeş millet/ulus kavramını da düşünmek zorundalar. Bir diğer ifadeyle, aşkın ya da içsel birlik zemini olarak Kürtlüğü kolektif kimlikle beraber düşünmeliler. Zira Kürt coğrafyasına hükmeden egemen ulusların katı bir anti-Kürtlük hissiyatının olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Bu ulusların bünyesinde topladıkları güçlü dini duyguların bile bu hissiyatın değiştirilmesinde herhangi bir rolünün olmadığını da biliyoruz. Topraklarının bölünmüşlüğü üzerine inşa edilen bu egemenliğin yine katı bir ırkçılık fikrine ve kayıtsız hâkimiyete dayandığı da son derece açıktır. Her ne olursa olsun umumî olarak böyle bir hakikat mevcut ve Kürtler böyle bir hakikat karşısında hiçbir temsil yetkisine sahip olmamakla beraber, karşı koyabilecek teorik ve pratik bir perspektiften de yoksunlar.
Ulus ve millet arasında bir ayrım yapmanın gereksizliğini-gerekliliğini tartışmak yersizdir. Bize göre millet ya da ulus olan arasında bir ayrım yoktur. Bu kavramsallaştırmada millet varoluşsal (ontolojik) bir duruma işaret etmekte ve toplumun nasıl kurulduğuyla ilgilenmektedir. Benzer kavramsallaştırma ulus için de geçerlidir. Zira ulus varlıksal (ontik) olana işaret etmekte ve çeşitli geleneksel pratiklerle ilgilenmektedir. Buna göre, siyasal perspektif açısından bir ulusal mücadele hem varoluşsal (ontolojik) ve hem de varlıksaldır (ontik) bir zemine dayanmaktadır.
Ulus açısından siyaset varoluşsal anlamda bir düzen kurma eylemidir. Dolayısıyla Kürtlük salt ulusal bir kimliğin de ötesinde siyasal bir düzeni kurma fikrinin öncülüdür ve siyasalı ortadan kaldırmanın Kürtlüğün geleceğini askıya almak anlamına geldiğini de belirtmiş olalım. Dahası toplum hem ulusal kollektivite hem de belli bir yere ait olma duygusunu kaybeder. Kürtlerin ulusal haklarının domine edildiği bu süreçte kimlik siyasetine daha çok ihtiyaç olduğu söylenebilir. Zira ulusu siyasalın merkezine alan, onu öne çıkaran yegane form kimliktir. Toplumun her türlü siyasal eylemine kaynaklık eden ulusal kimliği din, demokrasi ve eşitlik karşıtıymış gibi tarif etmeye kalkışmak yanlış bir tutumdur. Bir başka ifadeyle siyasete kaynaklık eden toplumu ulusal kimlikten ayrı düşünmek olanaksızdır. Siyasetin toplumdan ayrı düşünülmesi siyasi yaşamı ortadan kaldırır. Neticede ulus, mekân/toprak gibi siyasetin praksisini oluşturur. Tüm tarih boyunca toprağın sahiplenilmesi veya mülk edinilmesi toplumların en temel yapı taşını oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, ulusal praksis tarihsel durumunun bilincinde olmayı gerektirir. Aksi durumda ne tarih ve kültür ne de antropolojik olarak tarih hakkında kayda değer bir şey söylenebilir. Ulusun salt antropolojik ve kültür bir bilgiyle sınırlandırılması onu depolitize eder ve sıradan bir toplumsal kültür haline getirerek toprak ile bağını koparır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.