İrfan Burulday: Kurucu Özne Olarak Türklük

04.05.2024

Siyasetin kurulmasında Türklüğün kurucu kimliği göz ardı edilemez. Türklüğe kurucu özne konumu sağlayan politik söylemin çok daha ötesinde, yönetim mekanizmalarını elinde bulunduruyor olmasıdır. Son zamanlarda Türklüğün baskın, yönetici ve kurucu iktidar olarak incelendiğine daha sık tanık olunmaktadır.  Dahası Türklüğün egemen kurucu iktidar kategorisine nasıl eklemlendiğini ele alan çalışmalar son yıllarda giderek artıyor.

Bu çalışmanın temel tezlerinden birisi eğer Türklüğü kurucu iktidar veya kimlik olarak inşa eden sistemi çözebilmek veya anlamak istiyorsak, o zaman onun Kürdistan’da siyasi, sosyal, kültürel varlığının aynı anda nasıl bir farklılaştırma biçimi yarattığını anlamamız gerekir. Bir başka ifadeyle Türklüğün egemen kurucu iktidar veya Kürtler karşısında hâkimiyete dayanan bir bağlamda nasıl konumlandırıldığına ilişkin bir okuma yapmak zorunludur. Bu çalışmada indirgemeci bir kimlik olarak Türklüğün etnografyası amaçlanmadı, bu nedenle Türklüğün kurucu ulusal kimlik olarak nasıl kurulduğuna ilişkin birkaç noktanın altını çizmenin daha yararlı olacağı düşünüldü.

Türklüğün kurucu iktidar normu şeklinde ele alınmasının başlıca nedeni bir dizi siyasal, ulusal ve dini terimlerin tek tip bir form üzerine inşa ediliyor olmalarıdır. Dolayısıyla bu durum kendi içinde homojenliği ima eder.  Başka bir biçimde ifade edecek olursak; Türklük-kurucu iktidar ve egemenlik gibi kategoriler aynı zamanda homojen bir ulusal kimlik oluşturmaktadır.

Türklük terimi birçok başka belirlenimi içerse de, yine de kurucu iktidar veya irade olarak adlandırılan konumun dışında bir anlam ifade etmez. Çünkü burada bizi bekleyen asıl tehlike, sorun olan bir kimliği yeniden devreye sokmaktır. Yapılması gereken şeylerden biri, bir yandan bu terimi kullanmanın Kürt toplumu içinde hâlâ güçlü bir etkisinin olması, diğer yandan bu terimin içinde kurulduğu siyasal bağlamı yeniden ele alarak değerlendirilmesidir.

Türklüğün anayasal normatif bir norma dönüştürülerek kurucu iktidar/özne olarak öne çıkarılması görünüşte yasa koyma kudretiyle ve imkânıyla ilişkilendirilmektedir. Ancak kurucu iktidar salt hukukun kaynağı olarak bir yetki gücü ile kendini sınırlamaz, aynı zamanda kendini hukukun üstünde bir varlık olarak konumlandırır. Kısacası kurucu iktidar/Türklük, yetki gücünü hukukun kaynağı olarak belirlediği anayasadan değil kendisinin nedeni olmaktan veya “kendinden menkul” olmaktan alır. Bu nedenle Türklüğün mutlak kurucu bir iktidar olarak anayasal çerçevede değişmezlik teziyle ifade edilmesi devlet açısından hayati bir öneme sahiptir. Özellikle Cumhuriyet projesinde temel alınan Türklük ve kurucu kimlik nosyonuyla ifade bulan “kendinden menkul özne”, Türk ulusçuluğunun esas kurucu öğesini oluşturur. Bu sebeple, bizim kurucu özne terimini kullanmamız merkezileştirilen Türklük otoritesinin ele alınmasını zorunlu kılar. Başka bir deyişle bu yönde bir eleştiri, söz konusu bu öznenin “metafizik” temellerinin yapısökümünü gerektirir. Bu aynı zamanda “kurucu özne”nin tarihsel bir irade olarak işaretlenme sürecini de anlamamızı sağlar. Türklüğün oluşum süreci devletin ontolojisinin oluşturulması sürecine işaret eder. Türklüğün kurucu bir politik özne olarak kurgulanması ve Kürtlere baskı ve şiddet yoluyla dayatılması sürecin nasıl işlediğini göstermektedir.

Türklüğün kurucu özne düşüncesi son yıllarda Kürt entelijansiyası tarafından ciddi bir eleştiriye maruz kalsa da bu eleştiriler epistemolojik içerikten yoksundur. Üstelik bir açıdan değil, birçok bakımdan.

Türklük basitçe bir ulusal kimliğin çok daha fevkinde hükümran bir özne anlamında teolojik bir argüman olarak ele alınmaktadır. Bu politikadan anayasaya, kültürden yaşama kuramsal bir temel oluşturmaktadır. Geniş bir çerçeveye yayılmış bu hükümranlık algısı devlet düşüncesiyle iç içe geçmiş ırksal konfigürasyonuna ilişkin arka planı gösterir. Ancak Kürt entelijansiya yukarıda sözünü ettiğimiz eleştiriler üzerine yeterince eğilmemektedir.

Türklüğün sosyo-ekonomik, politik ve idari kurumlarla olan ilişkisinin ayrıcalıklığı, kurucu özne tezinin salt ideolojik bir eklentiye indirgenmediğini gösterir.  Bu açıdan bakıldığında Türklük, hakikat üreten bir söylem biçimi ve siyasetin öznesi olarak öne çıkar. Siyasal bir kavram olarak kurucu iktidar coğrafi, politik, dini ve kültürün yanı sıra devletin de temel dayanağını temsil eder ve ondan bağımsız düşünülemez. 

Türklüğün prehistoryasını oluşturan ve İmparatorluk dönemi ulusçuluk tartışmalarını alevlendiren, Türklüğün modernleşme süreciyle olan ilişkisidir. Bu da kurucu özne olarak Türklüğün uluslaşma, İslamileşme ve merkezileşme gibi süreçlerden bağımsız olmadığını göstermektedir.

Siyasi ve sosyolojik bir gerçeklik haline gelen Türklüğün üzerinde yürüdüğü temel aks veya politik tasarım, Türk ulusçuluğu fikrinin resmi bir devlet ideolojisi nosyonuyla şekillenmesidir. Türklük her ne kadar farklı dönemlerde ayırt edici ulusal tarzlar sergilemiş olsa da, zaman içinde öteki uluslara karşı “müstemlekecilik” (Şark Islahat Planı) kriterini elden bırakmamıştır.  Bu bağlamda “sekülerleşme” veya “İslamileşme” gibi düşüncelerin Türkçülüğün esasları kuramı çerçevesinde sahneyi terk etmediği görülür.  Kurucu özne olarak Türklük çok yönlü bir ulusal kategoride ele alınabilir. Bu sebeple Türklüğü inşa edildiği düzlemler üzerinden tanımlamak ve ele almak daha uygun olur. Türklüğün siyasi karakteri ve dayandığı ideolojik arka plan aynı zamanda devlet teorisi açısından önemli olan egemenlik kavramıyla özdeş kabul edilmektedir. Devletin mutlak ve daimi olarak egemenliği elinde bulundurması Türklük ideolojisiyle ilişkilendirilir. Bir diğer ifadeyle gerek bir egemen olarak gerekse de kurucu özne olarak Türklüğün yasa üstünde bir siyasal güç olarak ele alındığına dair birçok uygulama mevcut. Bütün bu tür kurucu özne düşüncelerinde olduğu gibi Türk siyasetinde “bölünemezlik” veya “beka-yı devlet” teorisi kurucu ideolojinin kutsanarak dokunulmazlık/değişmezlik haline yöneldiğini gösterir. Siyaset yapımının merkezine yerleştirilen bu değişmezlik, günümüze değin Türklük/Türkçülük fikrinin katı ideolojisini oluşturmaktadır. İlerleyen yıllarda kendisini farklı açılardan üreten bu düşünce siyasal, sosyal ve kültürel kesimlerce benimsenmiştir. Altı çizilmesi gereken husus Türklüğün  “siyaset üstü bir siyaset “ haline gelmesidir.

Küresel ölçekte yaşanan değişimler, tarihi kültür ve sosyal, siyasal gelişmeler göz önüne alındığında Türkiye’de Kürtleri de içine alan bir anayasal değişime ihtiyaç duyulduğu ve merkezi yapının yeniden düzenlenmesi gerektiği çok açık. Bu temelde yapılan bir değişim egemenliğin eşit düzeyde paylaşımı, çoğulculuk dâhil birçok konuyu da tartışmaya açmaktadır. “Beka” sorunsalının her daim ileri sürülmesi ve “hikmet-i hükümet” merkezli yaklaşımın egemen kılınarak Kürtlerin “dost olmayan” kategoriye indirgenerek çoklu/çoğulcu yapısal çözümleri dışlamanın gelecek açısından ciddi sorunları beraberinde getireceği ortadadır. Dolayısıyla kurucu bir özne olarak Türklüğün mutlaklaştırılması somut bir gelecek tasavvuru veya ortak bir irade üzerinden siyaset yapımını olanaksız kılmaktadır.

Diğer bir ifade ile yeni anayasa yapımında veya “millet inşa” projesinde Türklük karşısında Kürtlerin alt-kimlik şeklinde konumlandırılarak marjinalleştirilmesi ulusal kimliklerin yanı sıra farklılıkların korunmasını imkânsız hale getirmektedir. Kültürel paradigma, kaynaşmış kitle, din, birlik ve beraberlik anlamda sözü edilen “ortak değer arkeoloji” tezlerinin siyasetin yanı sıra anayasa ve yönetim alanın şekillendirilmesinde eşitlik sağlayıcı olmadığını da belirtmek gerekir. Kuşkusuz bu, milletler arasında ortak değerlerin önemsiz ve işlevsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak burada tartışılması gereken ortak değerlerin söz konusu olduğu ya da olmadığı değil evrensel içerikli çoklu demokrasinin inşa edileceği veya edilemeyeceğidir.

Ortak amaçların ya da ortak kültür ve değer yargıların olması görüş farklılıkların görmezlikten gelinmesini gerektirmez.  Bunun içindir ki insanlar azami hukuki normlar, ahlaki değerler ve siyasi çıkarlar konusunda ortaklıklar kurar. Bu ortaklığı ise siyasal bir yönetim altında politik bir organizasyona dönüştürür. Ancak bu bile görüş farklılıklarını ortadan kaldırmaz.

Dolayısıyla uluslar kendileri için karar verilen değil karar veren, kendi amaçlarını, politik eylemlerini tasarlayabilen ve onları gerçekleştirebilen birer kurucu özne olarak var olmak isterler. Bu bakımdan uluslar kendi geleceklerini kurarken başka ulusların egemenliğinde nesneleşmeden kendi iradelerini kullanarak özne olmayı amaçlarlar. Uluslar iddia edildiği gibi çöküşe değil, hak ve özgürlükler çerçevesinde var olmak ve büyüyen hoşnutsuzlukların karşısında demokratik değerlerle, çoklu anayasalarla anılmak isterler.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.