İrfan Burulday: “Militarist Modernleşme”, Kültürel Hegemonya ve Kürtler

20.06.2023

Altı yüz yıllık imparatorluktan yeni bir “modern” ulus-devlete geçen Türkiye’de farklı ideolojilerin ve toplumsal grupların birbirleriyle çatıştığı dönemin siyasi olaylarından etkilenen ve hatta zaman zaman belirlenen olayların ışığında kurucu egemen iradenin değişip değişmediği her zaman tartışma konusu olmuştur.  Bu açıdan değerlendirildiğinde Türk siyasetinin “otokrat geleneği”nden merkez-çevre ilişkisi ve modernleşmenin toplumsal rolüne uzanan bir dizi konulara özgü içerik analizi yapmak gerekmektedir.

1923 öncesi toplumsal kimliğin “tebaa” olduğunu düşünen Türk akademik çevreler, konuya ilişkin derin, uzun soluklu analizler yaparak ulus-devletin anayasal ve etnik kimliğini tasnif etmede Türklüğe ayrı bir rol biçtiler. Gerek “teknik” anlamda gerekse de siyasi, sosyal ve kültür merkezli modernleşmenin en temel sorunun özgürlük ve yenileşme olmadığı, asıl faaliyetin otoriterliğe zemin hazırlayan kurumların inşası olduğu gerçeğini bugün çok daha açık görmekteyiz.

Yeni Osmanlıların modernlikle İslam’ı, İttihatçıların ise Batıcılık, laiklik/sekülerlik ile Türklüğü bağdaştırmaya çalıştıkları ve buna uygun politikaların geliştirildiğine ilişkin bu dönemde devletin kurucu şablonunun hiç değişmeden günümüze geldiğini hatırlamakta fayda var. Bir anlamda her iki uç siyasal gücün yaptığı görünür olmanın nedenlerini derinlikli analizler çerçevesinde tahliller yapmaktı.   

Bu çalışmada, Türkiye’de “militarist modernleşme” çerçevesinde gelişen olgu ve olayların sistematik anlatımının yanı sıra, bu bağlamada resmi ideolojinin Kürtlerle ilişkisi ve günümüze değin süren farklı formlarda da olsa tedib-tenkil politikaları ele alınacaktır. İkincisi,  bunu yaparken de Kemalizm’in/yeni Sol’un ve yeni-Osmanlıcılığın bir başka ifadeyle İslamcılığın kafa karıştırıcı ikilemler üzerinden nasıl bir etki alanı yaratarak Kürtleri çepeçevre kuşattığına ayrıca dikkat çekilecektir.

Bu ilişkinin kuramsal temelleriyle birlikte ayrıntılı bir şekilde ele alınması, Kürtlerin nasıl bir devlet örgüsü, ulus egemenliği, ortak bir toplumsal akıl, ideoloji, siyasal güç ve hegemonya ile karşı karşıya oldukları konusuna açıklık getirilecektir. Dolayısıyla “Kemalist devrim”in emir ve yasaklardan oluşan ulus merkezli indirgemeci “militarist modernleşme”si ve ardından sol liberallerin 2002’den itibaren toplum/sivil merkezli “devrimsi değişim” diye tabir ettiği,  “muhafazakâr demokratlar”ın ise  “karşı devrim” şeklinde tanımladıkları heyulanın Kürtler üzerinde nasıl bir hegemonya alanı inşa ettiğini anlamış olacağız.

Türkiye’de ulus milliyetçiliğine dayalı bir devlet, militarist bir modernleşme, ulusalcı bir ideoloji, inkârcı-baskıcı bir kültür ve monoblok politikaların yerleşik bir baskı aracına dönüşmesi Kemalizm’in var oluşuyla ilintili olsa da kökeni çok daha gerilere gider. Ancak sistematik otoriter bir ulus-devlet projesine dönüşümü İttihatçı ve devamı Kemalist modernleşme ile gerçeklik kazanır. Zira cumhuriyet tarihinde Kemalizm ve merkezin temel dinamizmini temsile eden Türklük bir siyasal iktidar modelini değil, egemen iradeyi yani kurucu iradeyi/felsefeyi veya gücü temsil eder.

Ne yazık ki Türkiye’de siyaset tartışmalarında siyasal iktidar ile egemen kurucu irade birbirine karıştırılan iki unsur olarak öne çıkmaktadır. Oysa egemen irade, yasa yapma gücüne sahip olan ve kendisinden daha üstün ya da kendisine denk otorite kabul etmeyendir. Egemenlik aynı zamanda var olmak için herhangi bir güç tarafından onaylanma ihtiyacı duymayan, karar alma ve kararı uygulama gücüne sahip olmayı betimler. Egemenlik devletin kurucu unsurlarında sayılır. Haliyle egemen/kurucu irade olmaksızın devletin meydana gelemeyeceği söylenir. Siyasal iktidar ise devlet kurulduktan sonra, devletin bir unsuru olarak ortaya çıkar. Egemenlik ile arasındaki bir diğer fark ise sınırlı bir iktidar gücünü temsil etmesidir. Ancak aynı sınır tanım egemenlik için kullanılmaz.

Türkiye’de egemenliğin en temel kurucu unsuru olarak öne çıkan Türklük bir ideoloji değil, ulus-devletin varoluş kimliğidir. Haliyle solculuk, İslamcılık, Komünizm ve siyasal ideolojiler/düşünceler siyasi yönetime ilişkin kategorilerdir.  Siyasal düşünceler ise ulusun refahı, gelişimi ve özgürlüğü dışında hiçbir role sahip olmazlar.

Türkiye’nin gerek laik, seküler, cumhuriyetçi ve ulusçu bir devlet kimliğiyle gerek milli, milliyetçi ve Müslüman/İslamcı kimliğiyle tarihselleştirilmesi egemen ulus kavramında herhangi bir değişim oluşturmaz. Diğer bir ifadeyle Kemalizm’in ümmet-ulus, İslamcıların ulus-ümmet dönüşümüne ilişkin kültürel ve siyasal paradigma Türklük merkezli bir çerçevede konumlandırılır.

Yakın Tarihin bu şekilde inşa edilmesinde Kemalizm, ideolojik dönüşümü ve militarist modernleşme mirasını II. Mahmud’la başlayan “yenileştirme” girişiminden tevarüs eder. Bir farkla; Kemalizm, ordu ve kamusal alanı modernleştirmekle kalmaz gerek toplumun modernleşmesinde gerekse de Kürtleri Türkleştirmede orduyu militarist bir güç olarak konumlandırır. Bu yaklaşımın bir diğer temel sorunu ise “saltanat-ı meşrutadan cumhuriyet-i mutlakaya inkılâb” olunduğudur. Cumhuriyetin 1923’ten sonra tek parti sürecinde nasıl bir otoriter rejime dönüştüğü ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir paradigma değişimidir.  

Türkiye’nin modernleşme sürecinde askerin rolü yadsınamayacak derecede daha yüksek ve etkilidir. Asker, sürecin başından beri modernleşmenin en tepe noktasında konumlanarak politika dışında değil fiilen içinde yer alır. 1908’de İkinci Meşrutiyet’le birlikte askerin ağırlığı daha da artarak kurumlaşır ve devlet en dip noktasına kadar bu kurumlaşmanın denetimine girer. Bu süreci körükleyen, hızlandıran ve adeta zorunlu kılan en önemli etmenlerden birisi, Kemalizm’in Batılılaşma kavramı etrafında yapmak istediği modernleşmeydi. Kurumsallaşmada modernleşmeyi amaç edinen Kemalist politikanın eşdeyişle Kemalizm’in bir pratik olarak hayata geçilmesiydi. Türkiye’de iktidar, güç ile kültür arasında karmaşık bir ilişki olsa da Kemalizm’in “militarist modernleşme”si şüphesiz bu gücün belirleyici olmasına bağlıydı. Bu nedenle cumhuriyet dönemi modernleşmenin temel araçlarının zorlama ve baskı olduğu söylenebilir. Gücün temerküz alanı ise bir modernleşme dinamizmi olarak toplum değil asker/ordudur. Bu güç ise Türkiye’de “militarist modernleşme”nin ana unsurudur. Zor kullanarak iktidara gelebilen asker, toplumsal hiçbir destek olmadan ya da toplum desteğine ihtiyaç duymadan bunu gerçekleştirebilirdi. Modernleşme kavramı Türkiye gibi otoriter rejimlerde darbeler ve demokrasi ile eşdeğer tutularak demokrasi için orduyu darbeye çağıran onlarca beyanat hâlâ zihinlerde. 

Asker, sadece modernleşmede veya “kültürel-siyasal hegemonya”nın inşasında bir güç olarak temerküz etmez, aynı zamanda Türk olmayan etnik unsurlara karşı da elindeki bu gücü kullanabilirdi.  Bu anlamıyla Türkiye’de kültürel ve siyasal hegemonya yerini aleni olarak askeri bir güç-merkezli ilişkiye ve tahkime bırakmaktadır.  

Günlük yaşamın her katmanına nüfuz eden bu hegemonya son tahlilde “zor”a tandanslı benimseme ve içselleştirme temelli bir ilişkiyi şekillendirir. Diğer bir ifadeyle bu güç, egemen kurucu iradenin ulusal kimliğini, modernleşmeyi baskılama aracı olarak diğer topluluklara/uluslara ve özellikle de Kürtlere karşı kullanmaya başlar.

Kemalist rejim/ideoloji, cumhuriyet tarihinde ulus-ulusal kimlik ve Türk milliyetçiliğin inşasında önemli bir yer tutar. Kuşkusuz Kemalist ideoloji, iktidarını sadece baskı ve yasakçılık ile değil aynı zamanda “kültürel hegemonya”nın etkisi altında toplumsal düzenden destek alarak ya da toplumsal sivil örgütler/örgütlülük aracılığıyla da yürütmüştür. Bu açıdan bakıldığında kültürel hegemonya Kürtler karşısında bir ulusal hegemonya şeklini alır. Baskıcılık arttıkça devletin, kamusal düzenin, militarist modernleşmenin görünürlüğü de artar ve totaliter bir rejime ihtiyaç hissi ve onu içselleştirme duygusu aynı oranda artar.

Kürtlerin söz konusu bu kültürel ve siyasal hegemonyayı benimsedikleri söylenemez.  Ancak yirminci asrın başından itibaren artan “militarist modernleşme”nin ve günümüzde İslamcılığın devlet desteğini-gücünü de yanına alarak Kürtler üzerindeki hegemonik etkileri onları istemeden de olsa söz konusu bu kültürel ve dini hegemonyayı benimsemelerine ve hatta onu içselleştirmelerine yol açar.

Cumhuriyet sonrası İslamcılığın Kürtler üzerinde büyük ölçüde etkileri ulusçuluk merkezli bir hegemonya alanı oluşturması ve bu hegemonik gücün Türk ulusçuluğu bağlamında büyük bir kültür politikasına evrilmesiyle sonuçlanmasıdır. İslamcı ve sol Kemalizm’in Kürtler karşısında siyasal ve ahlaki doğruluk tekeli oluşturması ve otoriter rejim araçlarıyla ulusal değerlerin üstünlüğünü tartışmaz hale getirilmesi de bu kültürel-siyasal hegemonya fikridir.  

Bir başka ifadeyle Türkiye’de kültürel ve siyasal alanda yaratılan hegemonya, baskılama ve zor kullanma kültürü hatırı sayılır başarı elde etmiştir. Bu, şüphesiz,  kültürel hegemonya eleştirisi yapıyor görünen sol ve İslamcıların da benzer bir yapı inşa etme gerçeğini de içerdiği gözden kaçırılmamalıdır. Bu yaklaşımın egemen olduğu eğilim, farklı bir riski beraberinde getirmektedir. Türkiye’de kültür kavramı kolaylıkla “hegemonya”nın araçsallaştırılabileceğini göstermektedir.  O halde Kemalist militarist modernleşme karşıtı İslamcılar, hegemonya konusunda benzer politikalar izlemekten geri durmayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında Kemalist ve İslamcı ideolojinin gerek millileşme gerekse de milliyetçi/milliyetçilik bağlamında tek tip vatandaş yaratma projesini sürdürdükleri görülür. Dinin, ulusal kimliğin ve kültürün araçsallaştırılarak meşruiyet sağlama ve toplumsal tabanı genişletmeye çalışmayan bir egemenlik elbette tasavvur edilemez. Buna karşılık, Türkiye gibi siyasetin “beka savaşı” olarak kavramsallaştırıldığı bir toplumda “militarist modernleşme” özelinde sürdürülen kültürel-siyasal hegemonya, İslamcıların toplumsal tabanı genişletmede elini güçlendirmiştir.

Türkiye’de Kemalizm’in kültür ve modernleşme üzerinden yürüttüğü Batılılaşma hareketine ilişkin bağdaştırmayı İslamcılık “teknik” üzerinden ele alarak sürdürür. Bir başka ifade ile tartışmaların odak noktasını oluşturan Batılılaşma, teknik ve kültürün geçmiş ile güncel ya da devamlılık ile belirleyicilik temelinde nasıl inşa edileceğiydi. Kültür üzerinden modernliğin ürettiği Batılılaşma tehlikesi İslamcıları kaygılandırmaktaydı.  Söz konusu bu eylemin öznesi olan tehlike teknik ile de söz konusu olabilir miydi? Sonuçta ortaya Batı’dan daha Batılı bir Türk ve Doğu’dan (Ortadoğu) daha Batılı bir Müslüman kimliği inşa gayretine girişilir.  

Farklı zamanlardan günümüze ulaşan tartışmaları üreten bu söylem/tarih, Türk politik kültürünü belirlemede önemli bir yer tutar.

Osmanlı ve cumhuriyet dönemi modernleşmenin Kürtlere etkisi baskıcı ve zora dayalı bir fiili durum yaratmış oldu. Bir taraftan militarist modernleşme, diğer taraftan İslamcılık ve yanı sıra farklı ideolojilerin ürettiği kültürel hegemonya, Kürtleri kendi coğrafyasında anakronik bir çıkmaza sürükler.

Kuşkusuz Türk milliyetçiliği Osmanlı’nın son yıllarından günümüze ulaşan bir zaman diliminde hâkim ideoloji görevi görmüştür. Kültürel milliyetçilik olarak gelişen bu ideoloji daha sonra siyasi bir kimlik edinerek İttihad ve Terakki ile birlikte günümüze toplumdaki resmi ideolojilerin, siyasal örgütlenmenin ve entelektüel tartışmaların da arka planını oluşturmuştur.

Militarist modernleşme ile başlayan sürece gelince; kültürel hegemonya/milliyetçilik, militarist bir ulusalcı kimliğe evrilir.  Dolayısıyla Türkçülük ve Türk milliyetçiliğinin bir asrı aşkın bir süredir Kürtlerle farklı ideolojiler ve kurumsal kimlikler üzerinden çatışma alanları oluşturmaktadır. Türk milliyetçiliği farklı tartışmalar ekseninde bile olsa, ulusalcı kimliğin siyasi, sosyal ve kamusal alan üzerinden belirleyici etkisi varlığını güçlendirmektedir. Türkiye’de söz konusu tartışma ekseninin dinamizmini oluşturan Türk milliyetçiliğinin İslam ile olan ilişkisidir. İlginçtir ki bu ilişki Türkiye’de farklı ideolojilerin ortak düşünce karakterini yansıtan bir anlayışa sahiptir. Diğer bir ifadeyle Türk milliyetçiliğinin İslamcılık ile olan ilişkisi Türklüğün tanımlanmasında temel belirleyici olarak görülmektedir.  Kemalizm’in ırk temelli milliyetçiliği muhafazakâr İslamcılarda din temelli bir milliyetçiliğe evrilir. Bu evrilmenin siyasete yansımaları dünden bugüne Türk milliyetçiliğinin temelini oluşturur.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.