İrfan Burulday: Teoloji-Politik Soruşturmalar-2

23.08.2023

Görünüşe göre içinde bulunduğumuz çağın temel problematiği din merkezli politik teorilerin, tarihi deneyimlerin kusursuz alternatif bir toplumsal ve siyasal model olarak ileri sürülmesidir. O zaman şu soru ortaya çıkar:  Din, içinden siyaset pratiği çıkarılabilecek bir düzine teoriden ibaret midir? Dahası din, politikada ona hizmet etmek zorunda olduğu bir zorunluluk kavramından mı ibaret? Bu sorunun din-siyaset (teoloji-politik) ilişkisinin yeniden tartışıldığı bu yakın zamanda can alıcı bir yer iştigal ettiğini görüyoruz. Bu gereksinim, özellikle din-siyaset, din-devlet, din-felsefe, din-bilim ve din-laiklik hakkında sürmekte olan çekişmeler ve anlaşılmazlıklar bağlamında da önemlilik taşımaktadır.   

Bütün sorunlarıyla birlikte siyasetin dünyevileştirilmesi ya da dinden yalıtılması oldukça karmaşık görünse de insan doğasına ilişkin uyum içerisinde daha derinden anlamaya çabaladığımız siyasal/politik eylemlerimizi gerçekleştirme isteklerimizle birlikte liberal, rasyonel ve hatta deontolojik bir savunusu mümkündür. Bu durumda dinin politik olan ile ilişkisi yerine insan ve duygulanımlarıyla bağlantısı somut bir gerçeklik elde eder.

Burada öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, sosyal ve siyasal alanda olan biten her şey sırf oluştuğu için dinin nesnesi değildir. Örneğin tarihi olaylar, edindikleri tarihsel olma özelliklerini sadece insanların eylemlerine yönelik etkiye borçludurlar. Aynı şekilde plansız ve amaçsız rastlantısal olaylar zincirinde yaşanılan eylemler de insan etkilerine borçludurlar.

Sözcüğün gerçek anlamında salt din merkezli bir politik tarihten bahsetmek oldukça zordur.  Bir diğer ifadeyle epistemolojik ve ahlaki değerleri farklı kökenlere sahip olsa bile, teoloji-politik bir fikir olarak İslamcılık/İslamizm öteki siyasal ideolojilerle benzerlikler gösterir.  Peki, böyle bir tanım kapsamında İslamcılığın/”İslamizm”in Tanrı merkezli din/inanç ile ilişkisi nasıl okunmalı? Deyim yerindeyse, siyaseti dinin yörüngesinden çıkarmaya ve onu salt insani bir etkinlik olarak ele almak, teoloji-politik/siyasal teolojinin etkinliğini tartışmaya açacaktır. İslamcılığı idealize eden kabullerin tersine siyaset bir yandan birey diğer yandan toplumsal etkinliğin ürünüdür ve kutsal ile ilişkilendirilmesi ona etkinlik ya da coşkunluk değil, dokunulamaz bir meşruiyet kazandırmış olur. Bu da dinin sivil kimliğini yerinden eder.

Günümüzde siyasetin önde gelen sorunlarından birisi meşruiyet kaynağıdır. Doğal olarak insani bir etkinlik sayılan siyasi meşruiyetin kaynağı kutsala değil, insani eylemlere/faaliyete dayandırılır. Öyleyse siyasi meşruiyetin has kaynağı veya karar merkezi de bu güçtür. O halde hukuk gibi siyasal kültür de içerisinde yer aldığı toplumsal örüntü çerçevesinde biçimlenir. Kavramlar gibi politik/siyasal olgu ve olaylar, hukuki yasallık, kurucu mahiyet ve normatif değerler kendi tarihleri ve anlamlandırıldıkları toplumsal yapı içinde değerlendirilir. Zira siyasal kültür ve hukuka ilişkin normatif kararlar politik açıdan ilahi bir nitelikte değil, insanın eylemleriyle içinde yer edindiği dünyevi bir tarih anlayışına sahiptirler.

 Modern dünyada siyasal iktidarın veya politik olanın kaynağına yönelik gerçekleşen dönüşümle birlikte meşruiyetini toplumsal iradeden alan siyaset, dünyevi olan ile tanınmaya başlamıştır.  Bu durum meşruiyetini ilahiyata dayandıran yönetimlerde büyük bir etki göstermiş ve günümüzde siyasetin başta olmak üzere siyasal iktidarın doğasına ilişkin tartışmalar gündemdeki yerini almaya başlamıştır. Söz konusu tartışmalar, temelde modern dünyanın inşa ettiği hukuk, özgürlük ve eşitlik eksenli siyasal ve sosyal kimlikler üzerine kurulu hukuk devletine yönelik önemli bir fikir tartışması oluşmasına olanak tanımıştır.  Ancak, siyasalı temsil iddiasıyla ortaya çıkan İslamcılık, bunun karşısında klasik bir tavır takınmanın ve çözümsüz kuru gürültü yapmanın ötesine geçememiştir.

 Gerek düşünsel gerekse siyasal alanda dünyevileşmenin etkisinin güçlendiği bu dönemde, özü itibarıyla din ve devleti, siyaset ve dini bir gören siyasal teolojinin etkilerini taşıyan İslamcılık,  hak/hukuk ve özgürlük merkezli dünyevi siyasete karşı savunma pozisyonu alarak farklı bir alternatif yarattığını iddia eder.

Bundan hareketle siyasetin teoloji ile izdivacında,  inancın siyasileşmesine yahut siyasetin dinin bir parçası haline getirilmesi siyasi geleneklerin öne sürdüğü din-devlet, din-siyaset özdeşliği  “teoloji-politik” çabaların nasıl bir toplumsal siyasal tasavvur etrafında dolanarak içinde çıkılamaz bir döngüye sebebiyet verildiği gözden uzak değil.

Modern dünyanın seküler/dünyevileşme rüzgarının tarihi, siyasi ve sosyal sebepleri bilinmeden yapılan sosyo-politik analizler havada kalmaktadır. Altı çizilmesi gereken husus, Hristiyan teokrasisinden haklar ve özgürlükler merkezli çoğulcu bir düşünce evrenine dönüş plüral/çoklu bir toplum ve hukuk anlayışıyla birlikte bireysel özgürlüklere açık bir dünya tahayyülüne olanak tanımıştır.  O halde hak/hukuk, adalet ve özgürlük gibi kavramların insani değerler ve etkinlikler dışında dini, etnik, sosyal, siyasal ve ideolojik bir mahiyeti olmamakla beraber bu kategorilerle sınırlı bir tanımı da olmaz.

İslamcı ideolojinin modernite ile kurduğu gerilimli ilişkide öne çıkan sorunlardan biri modern toplumun temel siyasal, hukuki ve insani problemlerini ele alış tarzıdır. İslamcılık, söz konusu problemleri, onun temelinde yatan düşünceyi ve fikir olarak ileri sürdüğü görüşleri teolojik normatif kabuller çerçevesinde ele alarak reddeder. Bu da din ve modernite arasında çatışan ve ölçülemeyen bir hesaplaşma ve uzlaşılması mümkün olamayan politik tartışmalar yaratmaktadır. Bundan dolayı İslamcılığın özgürlükler, kimlikler, haklar görüşü ve kuramı modern hukukun sahip olduğu eleştirel mantıksal işlevi kadar verimli görünmemektedir.

Siyasal yaşama ilişkin demokratikleşme, hukuk, insan hak ve özgürlükleri sürecinde ortaya çıkan can alıcı sorunlar hakkında söyleneneler bizi daha geniş kapsamlı bir soruşturmaya hazırlamış oldu.  Konuya artık dar anlamda dini olan ile sınırlandırmayacak, bir bütün olarak bakıldığında yürütülecek çalışmanın insanın etkinlikleri bağlamında kaçınılmaz eğilimlerin özgürlüklerle nasıl iç içe geçebildiğinin sosyolojik ve politik terimlerle açıklanabileceğini göstermektir.

İslamcı ideoloji, siyasal alanlarda köklü değişimler geçirerek teolojiye/ilahiyata ilişkin tutumunda büyük oranda farklılık göstermektedir. Bu sürecin anlaşılması için İslamcılığın demokrasiye, insan haklarına ve özgürlüklere yönelik katı/radikal tutumuna ilişkin siyasal sürece bakmak gerekir. Bir politik/siyasal ideoloji olarak İslamcılığın kültürel biçimindeki/çehresindeki değişiklikler, toplumsal katmanlara gerek baskıcı gerekse inkârcı yaklaşımı önemli birçok tartışmayı beraberinde getirerek onu diğer siyasal ideolojilerle aynı kulvarlara itmektedir.  Bu soruyu yanıtlamaya girişmeden önce, gelebilecek olası itirazı dillendirmekte fayda var.  Siyasal olanın kadim anlamına geri dönme isteği ve modern hukukun getirdiği özgürlükler bağlamında İslamcılığı Batı muhafazakârlığı ile eşitlemek zor görünmektedir. Bir siyasal ideoloji olarak nitelendirebileceğimiz İslamcılığın siyaset, devlet, sivil toplum ile ilişki anlayışının değişmesi gerektiği söylenebilir. Nitekim siyaset felsefesi bağlamında değerlendirildiğinde her ne kadar evrenselci hukuk teorilerin bir takım açmazları olsa da Batılı demokrasilerde siyasal, sosyal ve eşitlik anlayışının önemli bir mesafe katettiği gerçeği görmezden gelinemez.

Modern siyaset hakkındaki değerlendirmeler,  siyaset ve toplumsal yaşam arasındaki ilişkiyi sorgulamayı amaçlamaktadır. Siyaset, bireyler arası ilişkileri düzenlerken hayatın akışkan ve çatışmalı yapısını değişebilir somut kurallar üzerine inşa eder. Bu maksatla siyaset, toplumsal ilişkilere, özgürlüklere ve teokratik baskılardan uzak bir hayat ilişkisine odaklanır. Ancak siyasetin olağanı nasıl değerlendirip düzenlediğini ve siyaset dışının sınırlarının nereden başlayıp bittiği konusu hâlâ aydınlatılmış değil.

 Siyaset, karar verme etkinliğidir. Her siyasal düzen, ait olduğu toplumsal hayat hakkında kurallar koyan, bir şeyleri yasaklayıp bir şeyleri serbest bırakan ve böylelikle hayatı, ilişkileri, hak ve özgürlükleri yeniden üreten bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte karar bağlamında düşünürsek, hukukun bir karar olarak alındığı ve alınan kararların hangi toplumsal problemi gidermek için koyulduğu konusu da güncel bir nitelik taşır. Hukuki kararların bir şeylerin yapılması gereken anların sonucu olduğuna ve kuralların belirli sorunların çözülmesini sağlayan bir tanımlar bütünü olduğuna inanılır.  Ancak bu inanç, hak ve özgürlüklerin soyut ve dondurucu yapısını değil, somut ve akışkan yönüne odaklıdır. Sonuçta koyulan kurallar veya normlar hak ve özgürlüklerle özdeştir. Aslına bakılırsa İslamcılığın politik ideolojisi olarak tanımlanan teokratik rejimlerde siyaset, meşruiyetini ilahiyata dayandırmakla kalmaz, bizatihi kendisini vasi olarak konumlandırır. Bir bakıma İslamcı ideolojinin toplumsal ve siyasal teolojisinde sitenin/polis’in içinde kalanlar ve sitenin dışında kalanlar düalizmi dini bir zorunluluk sonucu olarak siyasal ve sosyal zeminde boy göstermiş olur. Dolayısıyla İslamcılık kendi varoluş politikasını bu site (ümmet) içerisinde gerçekleştirebileceğine inanır. 

Tarihsel olarak dinin bir iktidar aracına dönüştürülmesi bir diğer ifadeyle dinin iktidarı ile başlayan siyasal varoluş yahut günümüzde olduğu gibi İslamcılığın otoriter bir iktidar şeklinde tezahürü, surların/sınırların (ümmetin) dışındaki diğer insan topluluklarıyla aynı mekânı paylaşmak zorunda kalması önemli tartışmalara yol açmıştır. Günümüzde İslamcı siyasal ideolojinin haklar-özgürlükler ve farklı kimlikler ile kurduğu baskıcı, ötekileştirici ve otoriter ilişkisi, dinin/inancın siyasetten sıyrılarak sivilleşmesini zorunlu bir hale getirmektedir. Zira dini yaşam formunun siyaset ile ilişkisinde iki seçenek vardır: Ahlak metafiziği ve dinin bir inanç olarak bireysel alana yönelimi.

 Siyasetin yeni anlamlar ve yeni varoluş formları üreterek paylaşımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir çabaya ihtiyacı olduğu gibi, dinin de kendi varoluş formunu üreten sivil toplumsal alanlara gereksinimi var. İşte çok kültürlü, çok kimlikli ve plüral bu girişim karşısında insanın özgürlük ile bağı ancak bu düzeyde kurulabilir. Elbette dindarlık kendi öğretilerine, değer ve yargılarına bütünüyle sadık kalarak sivilleşme eylemini yeniden ihya edebilir.  Tersi durumda, siyasetin dinle ilişkilenebileceği, hatta giderek dinin yerine geçebileceği bir yönelim kaçınılmaz olur. Böylelikle dinin metafizik kimliği önü alınmaz bir boşluğa veya hiçliğe sürüklenmiş olmakla kalmaz, insan ve eylemlerine aşkın, mutlak ve otonom bir siyasal rejim ve kutsalın dünyevi vesayeti ile karşı karşıya kalınır. İlginçtir ki, İslamcılığın milliyetçiliğe dayalı toplumsal ve iktidar tasavvuru bu eksene kaymaktadır.  Bir başka ifadeyle “İslamcı yenilikçiler”in iktidar normları ve bu normlar üzerine inşa edilmek istenen siyasal yönetim, toplumsal anlayış bu yönde bir politika sergilemektedir. 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.