26.03.2024
Bir toplum, özne-nesne ilişkisinde kullandığı kavramlarıyla dünyayı algılar. Bu noktada ne kadar ve ne tür epistemik kavramlarla düşündüğü ve konuştuğu önemli bir noktadır. Geçen hafta yazdığımız “İlim marifete neden perdedir?” yazısına binaen bazı geri dönüşler oldu ve bu konuya devam etmem talep edildi. Ben de okuyucularımıza Müslüman zihinde yer etmiş ve etmesi gereken “epistemik kavramlar”ı yazmaya devam edeceğimi bildirdim. Şüphesiz ki geçen hafta yazdığımız yazıda “ilim” ve “marifet” kavramları bizim epistemik bakış açımızın en önemli kavramlarıydı ve bunları geçen hafta açıklığa kavuşturduğumu düşünüyorum. Kısa bir özet geçmek gerekirse, ilim kavramı en genel anlamda “bilme” ve “bilgi türleri”ni kapsayan bir şemsiye kavramdır. Herhalde epistemik kavramlarımız içinde Kur’an’da en sık geçen bir kelime budur. Bir tefsir hocamızın yaptığı taramaya göre Kur’an’da toplam 750 kez “ilm” kelimesi geçmektedir.
Marifet, ilmin bir türü olup çok spesifik bir anlam ifade eder. Bir şeyi diğerinden ayırt etmemizi sağlayan şeydir. Bu anlamda marifet Türkçemizde en doğru şekliyle “tanıma” olarak çevrilebilir. Bir örnekle açıklayalım: Biz Allah’ı bilemeyiz, ancak tanıyabiliriz. Nitekim klasik kitaplarımızda Allah’ı tanıma anlamında hep “Marifetullah” tamlaması kullanılmıştır. Çünkü Allah ilmin değil, marifetin konusudur. Kelam ilmi çok isabetli bir biçimde şu söylenmiştir: “Allah’ın zatı bilinmez.” Bu anlamda Müslüman bir kişi agnostiktir. Bununla birlikte Allah’ın sıfatları ve isimleri bilinir. Çünkü Kur’an’da Allah bize kendini sıfatları ve isimleri itibariyle tanıtmaktadır. Tanıma ya da marifet olayında eşyaya tam bir hakimiyet sağlanamaz, ancak ipuçları ve belirtilerden yola çıkılarak bir fikir elde edilir. Yine aynı şekilde insanı tanıma konusunda da tarihte kullanılan tamlama “Marifet-i nefs”tir. Çünkü biz hem bilen özne, hem de bilinen nesne olarak kendimizi tam olarak kavrayamayız. İnsanı bilmek, ancak zahiri beden ve eylemlerle sınırlıdır. İnsanın iç dünyasına nüfuz etmeye kalktığımızda bunu tam olarak başaramayız, bunun için onu ancak tanıyabiliriz. Yani görünen belirti ve özelliklerden hareketle bir fikir elde edebiliriz.
Bu kısa özetten sonra, şimdi epistemik kavramlarımızın başında gelen ve birbirine yakın olan iki kavramla devam etmek istiyoruz. Bunlar “akıl ve idrak” kelimeleridir. Sözlükte “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl kelimesi, Kur’an’da hep fiil haliyle kullanılmaktadır. Akıl bizi neden engeller ya da alıkoyar? Kişiyi kötülük yapmaktan alıkoyan ve engelleyen bilgidir. Akıl, kötülüğü bilmek ve bunu yapana engel olmaktır. Zıddı “ahmaklık”tır.
Bağlamak anlamında kullanıldığında akıl, nesneler arasında bağ kuran ve dolayısıyla sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koyan bir yetenektir.
Akıl kelimesi başından beri Müslüman dünyada bilinse de, bu konudaki asıl tartışmalar Mu‘tezile kelâmcılarının ortaya çıkmasından sonra başlamıştır. Aklı kesin bir bilgi kaynağı olarak kabul eden Mu‘tezile kelâmcıları, onu birbirine yakın olmakla birlikte yine de farklı sayılabilecek şekillerde tarif etmişlerdir. Vâsıl b. Atâ’ya göre akıl “hakikatin bilinmesini sağlayan kaynak”tır. Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf da aklı, “insanı diğer varlıklardan ayıran ve nazarî bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir güç” diye tanımlar. Câhiz ise şöyle der: “Akıl insandaki anlama ve kendisini zararlı şeylerden koruma gücüdür.” Cübbâî’nin tarifi de buna yakındır: “Akıl, kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgidir.” Bu tariflerden anlaşılacağı üzere ilk Mu‘tezile kelâmcıları, aklı mahiyeti itibariyle genellikle araz olarak kabul etmişler, onu insanın düşünce ve davranışlarına yön veren en önemli bilgi kaynağı saymışlardır (Bakınız: Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl” maddesi, İslam Ansiklopedisi, TDV).
Kur’an, insanlara sürekli olarak akletmelerini emreder. Aklın isim olarak değil, fiil olarak geçmesinin de hikmetini burada aramak gerekir. Akıl durağan bir cevher olarak kaldıkça anlamlı değildir. Onun sürekli olarak çalıştırılması ve aktif halde tutulması gerekir. Bu anlamda aklını kullanmayanlara karşı Kur’an’da aşağılayıcı bir tavır sergilenir. “Gerçek şu ki, Tanrı katında, yerde debelenenlerin en kötüsü (bir türlü) akletmez olan sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal, 8:22) Allah yarattığı eşya hakkında akletmeyi ve çıkarımlarda bulunmayı talep etmektedir. “Andolsun ki; onlara: Gökten su indirip onunla ölümünden sonra yeri dirilten kimdir? diye sorarsan, elbette; Allah’tır diyecekler. De ki: Hamd Allah’adır. Ama onların çoğu akletmezler.” (Ankebut, 29:63) Bu ayette, tabiatla iç içe yaşayan bir halka, ölümden sonra diriliş olayı, tabiattaki oluşumlar üzerinden anlatılmaktadır. Yeryüzünde ölümden sonra dirilişi gözlemleyen bir topluma bunun imkân dahilinde olduğunu akli olarak izah etmektedir. Demek ki akıl, aktif bir biçimde kullanıldığında sadece gözlem dünyası hakkında değil, gözlem-ötesi dünya hakkında da fikir elde edebilir. İşte, bu da marifetin (tanımanın) bir versiyonudur.
İkinci kavramımız olan idrak, İngilizce’de “perception” (algı-lama) olarak ifade edilir. Bu kelime hem epistemoloji hem de psikoloji alanında sıkça kullanılır. Sözlükte “İdrak farkına varma, tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme gibi zihnin çok çeşitli ve karmaşık faaliyetlerini ifade eden genel bir terimdir. Kelimenin Arapça kökü olan derk “kavuşmak, yetişmek; olgunlaşmak, nihaî sınırına ulaşmak; bir araya toplamak; farketmek, anlamak ve bilmek” gibi mânalar taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de idrak fiil haliyle “nihaî aşamaya gelmek” (Yûnus 10/90), “ulaşmak, yetişmek” (en-Nisâ 4/78, 100; Yâsîn 36/40), “algılamak, görmek” (el-En‘âm 6/103; eş-Şuarâ 26/61) anlamlarında kullanılmıştır. Terim olarak “bir nesneyi tam mânasıyla ihata etmek, bir nesnenin sûretinin akılda hâsıl olması, bir şeyin hakikatine ait imaj ve fikirlerin algılayanın zihninde temessül etmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.” (Bakınız: Hayati Hökelekli, “İdrak” maddesi, İslam Ansiklopedisi, TDV)
Akıl ve idrak aynı kelimeler değildir, ancak aralarında sıkı bir işbirliği vardır. İdrak ve akıl, insanın zihinsel işleyişinde önemli kavramlardır ve birbirleriyle yakından ilişkilidirler. İdrak, bir şeyi algılama, kavrama ve anlama yeteneği olarak tanımlanabilir. Akıl ise mantık, düşünme ve çıkarım yapma yeteneği olarak kabul edilir. İdrak, duyular aracılığıyla dış dünyadan gelen bilgileri alır ve bunları anlamlandırır. İnsanlar, idrakleri sayesinde çevrelerinde olanları algılar ve bunları anlamlandırarak bilgiye dönüştürürler. Ancak idrak sadece bilgiyi almakla kalmaz, aynı zamanda bu bilgileri işler, karşılaştırır, ilişkilendirir ve anlamlı bir şekilde kullanır. Akıl ise bu idrak edilen bilgileri değerlendirme ve sonuç çıkarma sürecini içerir. Akıl, mantık yürütme, muhakeme etme, çıkarım yapma gibi yetenekleri kapsar. İnsanlar, akıllarıyla, idrak ettikleri bilgileri analiz eder, çeşitli önermeler üzerinde düşünür, sonuçlara varır ve bu sonuçlara dayanarak davranışlarını yönlendirirler.
İdrak eyleminin iki türü vardır. Eğer idrak, olumlu veya olumsuz hiçbir yargı ihtiva etmeden yalnızca zihinde oluşan imaj ve kavramları ifade ediyorsa buna tasavvur, onlar hakkında bir yargıyı da beraberinde taşıyorsa ona da tasdik denilmektedir. İdrakin tasavvurdan tasdike ulaşması için akla ihtiyacı vardır. Çünkü zihnimizde beliren resim, aklın değerlendirmesi olmadan tasdik gerçekleşmez.
Kısacası, idrak ve akıl arasındaki ilişki şu şekilde özetlenebilir: İdrak, bilgiyi algılama ve anlama sürecidir; akıl ise bu bilgiyi değerlendirme, analiz etme ve sonuç çıkarma sürecidir. İdrak, akıl için gerekli olan ham materyali sağlar ve akıl, idrak edilen bilgileri kullanarak daha karmaşık düşünme süreçlerini gerçekleştirir. Birbirleriyle uyumlu çalıştıklarında, insanların anlama ve çözümleme yetenekleri artar, böylece daha etkili kararlar alabilirler.
Hem akıl hem de idrak insanda sınırlıdır. Akıl ve idrak özellikle gözlem dünyası içinde çalışır. İdrake kıyasla akıl, kısmen gözlem dünyasının dışına da taşar. Sözgelimi biz bir derslikte eğitim yapılıp yapılmadığını anlamak için gözlem yaparız, ama akıl, bir sınıfta olup biten somut şeylere tanıklık etmeden de tahtadaki yazılardan hareketle orada bir ders yapıldığına hükmedebilir. En azından tahtadaki yazıların kendiliğinden olmadığını, birisinin bunu yazdığı sonucuna varır. Çünkü akıl, somut idrakin ötesinde kendisine bazı göstergeler bularak çıkarımlar yapabilir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.