09.07.2024
Geçen iki hafta boyunca şeriat konusunda yazdığımız yazılara bazı tepkiler geldi ve somut olmadığımız için eleştiriler yapıldı. Sosyal medyadan gelen bazı eleştirilerde namaz kılmayanı, içki içeni, recme karşı çıkanı, oruç tutmayanı, mürtet ilan edip öldürecek misiniz? Mirasta ve tanıklıkta kadına eşit pay verecek misiniz? Bedensel cezaları uygulayacak mısınız? vs. şeklinde sorular geldi. Yine “Arap şeriatı” ile “Kur’an şeriatı” arasında bir ayrım yapılıp yapılamayacağını soranlar oldu. Tüm bu somut sorular, benim daha önceki yazımlarında dolaylı olarak cevaplandırılmıştı. Şöyle demiştik: “İslam kaynaklarından (Kur’an, Hadis, Kıyas, İcma, Örf vs.) müçtehit imamların yapmış oldukları çıkarımlar ve bunların fıkhi mezhepler şeklinde kurumsallaşması beşerî ve tarihsel birer gerçekliktir. Bunlar hiç zaman günümüze taşınamaz ve “İslam şeriatı” etiketiyle çağımıza sunulamaz. Hele hele Arap veya başka toplumların yerel-kavmi örfleri bizim için bir delil teşkil etmez.”
O zaman şu soru akla gelmektedir: Tarihsel olan çıkarımlar, içtihatlar ve mezhepler günümüze taşınamazsa bugün ne yapacağız?
Yukarıdaki görüşlerimize paralel olarak başta şunu da ifade edelim. Pakistan, Afganistan, Suud ve hatta İran gibi ülkelerde İslam şeriatı adına yapılan uygulamalar bizi hiç bağlamaz ve İslam şeriatı’nın genel bir anlatımı olarak sunulamaz. Çünkü bu ülkelerde ya geleneksel fıkıh hükümleri uygulanmakta ya da bazı mezhep ve meşreplerin kendilerine uygun olan anlayışları İslam düzeni olarak sunulmaktadır. Yine kendi örfleri sadece kendilerini bağlar, örfler her zaman yerel ve bölgesel nitelik taşır. Bizim için ancak evrensel bir kademeye ulaşmış olan insanlık örfü bağlayıcıdır. Burada “örf” ile kastettiğimiz gelenek veya adetler değildir, geleneğin maruf ve şeriatın genel ilkeleriyle çatışmayan boyutlarıdır.
Hem tarihte hem de çağdaş dönemde İslam şeriatının özgünlüğü ve yetkinliği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Tarihte bir örnek vermek gerekirse Şatıbi’ye göre Kanun Koyucu, insanlığın maslahatını korumak amacıyla hüküm koyarken, genel ve mutlak ilkeler vazeder: “Şari’in teşri sırasındaki, maslahatların teminine yönelik amacı, mutlak ve genel bir özellik arz eder” (el-Muvafakat, 2/51). Çünkü “bu şekilde konmaları için bunların, mutlaka bütün mükellefler ve her türlü yükümlülük ve ortam için ebedi, külli ve genel vasıfta olması gerekmektedir.” (2/36). Küllilik ya da tümellik, yasamanın genel ilkelerine ve kurallarına atıfta bulunmaktadır. Bunlar da, çoğunlukla soyut prensiplerdir.
Peki, külli ilkeler ve kurallar, soyut ve yaşamdan uzaksa o zaman ne işe yararlar? İşte, tam da bu noktada tümellik ilkesinin karşısında tikellik ilkesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu ikisi arasında, Şatıbi’ye göre kaçınılmaz bir ilişki olup, biri diğerini gerektirir: “Külli kaideler konulurken ve onların yürürlükleri istenirken dikkate alınan husus, onların çerçevesi içine giren cüzi meseleler olmaktadır.” (2/57). Demek ki, tümel ilkelerin hayata indirgenmesi ve hayatı düzenlemesi için tikel kurallara ihtiyaç duyulmaktadır. Onlar olmadan tümel ilkelerin yaşanması mümkün değildir. Bu durumda onlar Platon’un ezeli ve ebedi ideleri gibi hayattan kopuk kalacaklardır. Nitekim bu hususta Şatıbi, yukarıdaki sözlerin hemen akabinde şu uyarıda bulunmaktadır: “Çerçeve içerisine giren cüzi meseleler dikkate alınmadığı zaman, külli kaidenin konulmasından beklenen netice (maslahat) ortadan kalkacaktır.” (2/57).
İslam’ın yasa koyma tarzı konusunda çağdaş düşünürlerden Pakistanlı Fazlurrahman biraz farklı ama aynı kapıya çıkan görüşler ortaya atmıştır. Ona göre İslam Medine döneminde Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatını düzenleyen tikel hükümler koymuştur. Ahkam ayetleri, bu tikel hükümleri kapsamaktadır. Fakat biz günümüzde iki tür tefsir hareketiyle İslam’ın temel ilkelerini tikellikten tümelliğe doğru geliştirebiliriz. Tefsirin ilk hareketi, bugünden geçmişe dönük olmalı ki, bu hareketle müfessir hangi hükümlerin hangi toplumsal şartlarda konulduğunu araştırmalıdır. Bu noktada iyi bir tarih ve sosyolojisi bilgisi gereklidir. Sonra tümevarım yoluyla tikel hükümlerden genel hükümlere ulaşmalıdır. İkinci hareket ise günümüzde genel ilkelerden hareketle, tikel sorunlara çözümler geliştirmektir. Bu çerçevede Fazlurrahman’ın şeriat görüşü, “tümel ilkeleri”n saptanması ve uygulanması etrafında dönmektedir. Başka bir deyişle şeriat, İslam’ın 7. yüzyıldaki Arap toplumu için koyduğu tikel hükümler değildir. Bu tikel hükümlerin de temeli olan genel ve evrensel ilkelerdir.
Bizce Şatıbi ile Fazlurrahman’ın görüşleri arasında temelde bir fark yoktur. Biri ilahi yasamanın genel ilkelerine vurgu yaparken, diğeri tikel hükümlerine vurgu yapmakta ama buradan genel ilkelerin çıkarsanabileceğini ileri sürmektedir. Aynı meseleye (yasamaya) bu iki farklı yaklaşım sadece perspektifsel bir farklılıktır. Ya değilse her ikisi de şeriatın genel ve tikel hükümlerini kabul etmekte ve bunlar arasındaki organik ilişki konusunda benzer düşüncelere sahiptirler.
Yirminci yüzyıl boyunca Müslüman düşünürlerin çoğunda rastladığımız “sabiteler” ve “değişkenler” ayrımı, biraz önce açıklanan tümeller ve tikellere tekabül etmektedir. İslam’ın tümel ilkeleri sabittir, değişmez; bunlar “şeriatın maksatları” (makasıdı şeria)dır. Bu genel ilkelerin tarihsel bir açılımı ve uygulaması olan tikel hükümler ise değişkendir. Tikel ilkelerin değişmesinin sebebi şudur ki, bu hükümler tarihsel ve toplumsal bir gerçekliği dikkate alarak ve hatta onu belirli bir seviyeye çekmek için işlev görmüştür. Bugün söz konusu tarihsel ve toplumsal gerçeklik, özellikle Sanayi Devrimi’nden bu yana kökten değişmiştir. Değişimi engellemeyeceğimize göre zamanın ve şartların değişmesiyle tikel hükümler değişmek zorundadırlar. Nitekim Mecelle’de ifade edildiği üzere “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.”
Geçtiğimiz yıllarda vefat eden çağdaş İslam bilgini Yusuf El-Karadavi “Öncelikli Meseleler Fıkhı” adlı kitabında Müslümanların asli ve tali meseleler arasında ayrım yapamadıklarını ve bu yüzden şeriatta ayrıntılarda boğulduklarını belirtmektedir. Öncelikli meseleler fıkhı ile makasıd fikri arasında da bir ilişki olduğunu söyleyen Karadavi şu görüşlere yer vermektedir:
- Değerler, hükümler, eylemler, yükümlülükler şeriat nezdinde farklılık gösterir. Hepsi aynı derecede ve seviyede değildir. Bunlar arasında asli ve tali olanlar, büyük ve küçük olanlar, gövde ve dallar gibi ayrımlar bulunmaktadır.
- Tikel hükümler, tümel hükümlere göre değerlendirilir. Maksatlar sabit amaçlar, bunlara götüren vasıtalar ise değişkendirler.
- Şeriatın tümü maslahattır; hükümler ya zararları uzaklaştırmak veya faydaları celbetmek için vardırlar.
- Sabit amaçlarla (makasıd) değişken vesileleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Birincisinde demir gibi sert, ikincisinde ipek gibi yumuşak olmalıyız.
Özetle; şeriatın ve daha dar anlamda İslam “hukuk”unun evrensel ilkeleri ve maksatları kalıcıdır ve son din, kendini bu ilkeler yardımıyla var eder. İtikat ve ibadetler ile muamelat arasında önemli bir fark vardır. İlk iki alan dikey ilişkiyi düzenler ve “Din” denilince ilk etapta bu akla gelir. İnanç ilkeleri ve temel ibadetler ise tüm sahih dinlerde aynı kalmıştır, fakat muamelat, yani toplumsal ilişkileri düzenleyen mevzuat (şeriat) değişmiştir. Şeriattaki değişiklik temel ahlaki ve hukuksal maksatlarda değil, tarihsel ve toplumsal şartlara göre detaylandırılmış olan hükümlerdedir. O halde, daha önce ifade ettiğimiz üzere “Din statiktir, ama şeriat dinamiktir.” Bu temel formülasyon çerçevesinde, 7. yüzyılda Arap toplumuna gelmiş olan tikel hükümler bizi bağlayıcı değildir. Hele hele kaynaklara dayalı olarak belirli bir usulle çıkarsanmış beşerî içtihatlar ve mezhepler tarihsel o dönemin bir ürünü olarak kabul edilmelidir. Bu noktada yenilikçi (modernist değil) Müslümanlarla gelenekçi Müslümanlar arasında giderilmesi mümkün olmayan bir ayrılık bulunmaktadır. Çünkü onlar tarihsel olan hadisleri, içtihatları ve mezhepleri İslam’ın bir yorumu ve çevirisi olarak değil, ta kendisi olarak görmektedirler.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.