06.12.2021
Bu hafta Hollanda’da üçüncü haftamı doldurdum ve yoğun olarak görüşmeler yapmaya devam ediyorum. Geçen hafta, bir zamanlar Wilders’ın sağ kolu olan ve Müslüman olduğunu açıklayan Yoram van Klaveren ile görüşme yaptım ve bu görüşmeyi inşallah Yetkin Düşünce dergisinde yayınlayacağız. Bu hafta ise doktora danışmanım Prof. Dr. Anton Zijderveld ile görüştüm. Bu ikinci görüşme doğal olarak hocama yaptığım bir nezaket ziyaretinden ibaret. Zijderveld’i Türk okuyucusu “Soyut Toplum” kitabıyla tanıyor. Daha sonra ben hocanın birkaç kitabını çevirdim. Sahnelik Toplum, Klişelerin Diktatörlüğü, Kültür Sosyolojisi ve en son Şüpheye Övgü kitabı… Hoca 84 yaşına girmiş durumda ama hala dinç görünüyor ve rahat konuşuyor. Geçtiğimiz sene eşini kaybetmiş ve ondan doğan boşluğu çocukları ve torunlarının doldurduğunu belirtiyor. Rotterdam’ın sakin ve huzurlu bir mahallesinde yaşıyor. Anlattığına göre artık yazma faaliyetini durdurmuş, bununla birlikte müzik dinleyerek ve okuyarak zamanını geçiriyor.
Hem Yoram hem de Zijderveld ile Türkiye ve Hollanda siyaseti üzerine konuştuk. Hocamla politikanın dışında sosyoloji meseleleri üzerine görüş alışverişinde bulunduk. Verdiği bilgilere göre Hollanda’da sosyoloji ancak altmışlı yıllarda renkli bir döneme girmiş ve Hollanda toplumu başta olmak üzere modern toplumun ana meseleleri hakkında görüş üretmeye başlamıştır. Hoca, makro konularda görüş üreten ve kamusal sosyolojiyi temsil eden dört kişiden biri olarak tanınıyor.
Hollanda’da sosyoloji Willem Adriaan Bonger (1876-1940) ve Sebald Rudolf Steinmetz (1862-1940) ile geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başlıyor. Bizimle hemen hemen aynı dönemde sosyoloji çalışmaları başlamıştır. Bonger, bir açıdan Hollanda’nın Saint Simon’u sayılır, çünkü hem ilk sosyolog hem de sosyalist bir kimliği var. Hollanda’da marxist kriminolojinin temellerini atmıştır. 1922 yılında ilk kez sosyoloji profesörü olarak Amsterdam Üniversitesi’ne atanmıştır. 1936 yılında Hollanda Sosyoloji Derneği’nin kurucuları arasında yer almıştır. Uzun yıllar “Sosyalist Kılavuz” dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır. Sonu kötü bitmiştir, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Naziler Hollanda’yı işgal ettiklerinde bilinçli bir şekilde intihar etmiştir.
Steinmetz, 1895 yılında Utrecht Üniversitesi’nde etnoloji ve sosyoloji alanında özel öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamış ve ardından 1900’de Leiden Üniversitesi’nde sosyoloji için geçici bir öğretim görevlisi olarak atanmıştır. 1908 yılında ise Amsterdam Üniversitesi’ne profesör olarak atanmıştır. Bonger kriminoloji alanından sosyolojiye katkılar sunarken, Steinmetz sociografi ve etnoloji alanından hareket ederek sosyolojiye geçiş yapmıştır. Steinmetz, 1925 yılında “İnsan ve Toplum” dergisinin kuruculuğunu yapmış ve sosyal bilimlere akademik dünyada bir yer açmak istemiştir. Boger ile aynı yıl vefat etmiştir.
Altmışlı yıllarda Van Doorn adlı Katolik bir sosyolog ile Hollanda’da modern sosyoloji çalışmaları başlamıştır. Hollanda’da modern sosyolojiyle kastedilen “empirik sosyoloji”dir. Bu alanda başka bir isim Cor Lammers’dır. Van Doorn ve Lammers, uzun yıllar standart çalışma olarak kabul edilen “Modern Sosyoloji” (1959) kitabını yazmışlardır. Bu iki kişiyle birlikte Cornelis (Kees) Johannes Maria Schuyt ve Anton Zijderveld hem sosyolojinin genel meseleleri üzerinde fikir üretmişler hem de Hollanda’da kamusal sosyolog olarak tartışmalara katılmışlardır.
Geçen hafta görüşme yaptığım Yoram van Klaveren Amsterdam Vrije Universiteit’te teoloji eğitimi görmüş genç bir insan. Üniversite yıllarında 11 Eylül ve akabinde siyasetçi Pim Fortuyn ve sinemacı Theo van Gogh öldürülmesiyle ortaya çıkan konjonktürü dolu dolu yaşamış. Zaten sıkı Protestan bir ailede gelmesi sebebiyle İslam’a düşman olarak yetişmiş. Okul sonrasında bir yandan Evanjelik Yayın yapan bir televizyonda program yapıyor, diğer yandan da Wilders’in kurduğu partide aktif bir politikacı olarak görev alıyor.
Yoram, 2014 yılında partisinden istifa ediyor ve Müslüman olduğunu Hollanda kamuoyuna deklare ediyor. İslam karşıtları bu olay karşısında panik yaşarken, Müslümanlar bu gelişmeyi heyecanla karşılıyorlar. Peki, ne oldu da Yoram hem partisini hem de işini bir yana koyarak Müslüman oldu? Üstelik kendi aile ve sosyal çevresini de karşına alma ve bazılarını da kaybetme pahasına böyle bir çıkış yaptı?
Doğrusunu söylemek gerekirse, Yoram’ın din değiştirme hadisesinin arkasında bilinçli ve uzun bir çalışmanın yattığını bilmiyordum. Onu dinledikten sonra anladım ki, durup dururken Müslüman olmamış, ciddi bir araştırmadan sonra buna karar vermiş. Yoram, lideri Wilders’dan farklı olarak popülist bir politikanın ötesine geçmek için İslam’la ideolojik bir mücadelenin gerekli olduğuna inanıyor ve bunun için de ciddi bir kitap yazmak için kolları sıvıyor. Ama 2 yıllık çalışma sonunda bildiklerini unutturan bir bilgilenme içine girdiği gibi kendi diniyle, yani Protestanlıkla ilgili kuşkularını da artırıyor. Bu arada Wilders din temelli yabancı düşmanlığına etnik bir temel de eklemek istiyor. Bir konuşmasında “Daha az Faslı göçmen” söylemini dile getiriyor. Bunun üzerine Yoram, bu nerden çıktı diyor ve lideriyle bir tartışma yaşıyor. Bu tartışmada Yoram Wilders’in tamamen oy toplamak amacıyla söylem geliştirdiğini anlıyor ve siyaseti terk ediyor.
Siyasette ayrılmasında etnik temelli ayrımcı söylem etkili olurken, İslam’a geçmede egzistansiyel arayış etkili oluyor. “Daha önce” diyor Yoram “İslam’ı bir araştırma objesi olarak görüyordum ve okul sıralarında İslam hakkında ders alıp geçmiştim, ama İslam’ı asla bir alternatif din olarak görmemiştim.” İki yıllık araştırma sırasında İslam’ın pekâlâ bir alternatif olacağı fikri gündeme geliyor ve araştırmalarının sonucunda şu iki şey öne çıkıyor:
- İslam’ın Tanrı anlayışı daha evrensel ve akılcı;
- Muhammed önceki peygamberlerden farklı değil.
Bu iki sonuç onun şehadetine sebep oluyor ve şehadet getiriyor. Yaşadığı süreci bir kitap olarak yazıyor ve yayınlıyor. Kitabının başlığı “Mürted: Sekülerlik ve Terör Çağında Hristiyanlıktan İslam’a”, 205 sayfalık kitap katı bir Protestan aileden gelen İslam karşıtı bir siyasetçinin egzistansiyel arayışını anlatıyor.
Avrupa’da Hristiyanlık, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kan kaybediyor. İnsanlar kitlesel olarak kiliselerden kopuyorlar. Hollanda toplumunda bugün Hristiyanlık bir azınlık dini haline gelmiştir. Son yapılan kapsamlı ve temsili bir araştırmada kendini kilise-dışında gören insanların oranı yüzde 68, Katoliklerin oranı yüzde 12, Protestanların oranı ise yüzde 13 civarında. Başka din ve kiliselere mensup kişiler ise yüzde 7,7 oranında bir nüfusa sahiptir. Bu grup içinde Müslümanların oranı yüzde 5’i aşıyor. Katolik ve Protestanlıktan sonra İslam 3. din konumunda. Büyük kentler esas alınırsa, İslam bunların önüne geçiyor. Çünkü Müslümanlar büyük kentlerde yoğunlaşmış olarak yaşıyorlar.
Hristiyanlık sadece üyelerini ve toplumsal temelini kaybetmiyor, aynı zamanda ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor. 30 Kasım 2021 tarihli Trouw gazetesinin verdiği habere göre kiliseler büyük bir mali kriz geçiriyorlar. Her 10 Katolik kilisesinden 8’i zarar etmektedir. Toplam 640 yerel kilise, 15 milyon avro borçlanmış durumda. Bu kriz üye kaybı yanında kiliselerin bakım ve personele yapılan harcamalarından kaynaklanıyor. Geçmişte birçok kilise binasını Müslümanlar satın alıp camiye çevirmişlerdir. Bu süreç devam edeceğe benziyor. İslam korkusunun analizi yapılırken bu husus da göz ardı edilmemelidir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.