Kadir Canatan Yazdı: İlim Marifete Neden Perde Olur?

19.03.2024

Bir süredir mitlerle ilgili olarak yazdığımız yazılarımıza biraz ara verip Ramazan ayının ruhuna uygun yazılar yazmaya çalışacağım. Bunlardan ilki, ilim ve marifet ilişkisi hakkında olacaktır. Son zamanlarda bir yandan İslam kültüründeki epistemik kavramları incelerken, diğer yandan da Gazali’nin meşhur kitabı “Kimya-yı Saadet”i okurken, “İlmin marifete perde oluşu” adlı bir bölümle karşılaştım. Bu iki konu bana yukarıdaki soru üzerinde durmayı ilham etti. İlmin marifete neden perde olduğunu anlamak için öncelikle “ilm” ve “marifet” kavramlarını açıklamak gerekiyor. Bu terminolojik açıklık sağlanmadan konuyu anlatmak mümkün değildir.

İslami epistemolojinin iki kavramından biri “ilim” ise, diğeri de “marifet”tir. Neden bazen ilim kavramını, bazen de marifet kavramını kullanıyoruz? Bunlar arasındaki farklar nelerdir?

İlim kavramı, İslam kültür havzasındaki en genel epistemik kavramdır. İlim, bir şeye, olduğu gibi tam bir güvenle itikat etmektir. Zıddı cehldir, yani “bilgisizlik”tir. Genel bir kavram olduğu için tüm “bilme türleri”ni içine alır. Bunun zıddına marifet, ilmin daha özel bir türüdür. Marifet bir şeyin diğerlerinden ayrıldığı özünü bilmektir. İlim sahibine “alim” denilirken, marifet sahibine de “arif” denilir. Her marifet ilimdir, ama her ilim marifet kapsamında değildir. Türkçe’de marifeti ilimden ayırt etmek için “tanıma” kelimesini kullanılabiliriz. Çünkü günlük hayatta “birini tanıdım” dediğimiz zaman, onu diğerlerinden ayırt edebiliyorum demek istiyoruz.

Bu ilk açıklamalardan sonra ilim ve marifet kavramları arasındaki farkı daha da açabiliriz. İlim, bilginin gerçeklikle uygunluğunu esas alır. “Tahta siyahtır” dediğimde, eğer bahsettiğim tahta siyah renkte ise o zaman bu söylediğim söz “doğru” bir bilgidir. İlmin kaynağı duyularımızdır. Beş duyu, aklın ve kalbin dışa açılan pencereleridir. Bu pencerelerden dışardaki dünyayı gözlemleriz ve dış dünyadan izlenimler elde ederiz.

İlmin ilk aşaması olan duyulardan gelen verileri, sonra aklımızla işleme alır ve değerlendiririz. Bu ikinci aşamada ulaştığımız sonuçlar, bizim için bilgi değeri taşır. Duyulardan gelen verileri değerlendirmeyi değirmene atılan tahıla benzetebiliriz. Eğer değirmene tahıl atılırsa sonuç un olarak karşımıza çıkar. Bunun gibi duyulardan da akla veriler gelirse akıl bunları işler, değerlendirir ve bir sonuca ulaşır. Akıl kendi başına bilgi üretemez. Veri olmadan bilgi üretmek, tahıl olmadan un üretmeye benzer.

Batı felsefe tarihinde, bilginin kaynağı olarak duyuları esas alan sensüalistler ile aklı esas alan rasyonalistler, çeşitli eleştirilere maruz kalmışlardır. Bu iki epistemolojik teoriyi uzlaştırmak Alman filozof İmmanunel Kant’a nasip olmuştur. “Kantçı epistemoloji” olarak da bilinen Kant’ın epistemolojisi, onun daha geniş felsefi sisteminin temel bir parçasıdır. Kant, zamanının iki baskın felsefi akımı olan rasyonalizm ve ampirizmi sentezlemek için “eleştirel idealizm” olarak bilinen bir bilgi teorisi üretmiştir. Kant, dünya deneyimimizin yalnızca nesnel gerçekliğin kendisi tarafından değil, aynı zamanda zihnimizin duyusal verileri düzenleme ve yorumlama biçimiyle de şekillendiğini savunmuştur.

Kantçı epistemolojideki anahtar mesele, fenomenal dünya (bize göründüğü şekliyle dünya) ile numenal dünya (gerçek, bağımsız gerçeklik) arasındaki ayrımdır. Kant, fenomenal dünyaya yalnızca zihnimizin duyusal verileri zaman, uzay ve nedensellik gibi doğuştan gelen kategorilere göre yapılandırması nedeniyle erişebildiğimizi savunur. Algımızın ötesinde yer alan numenal dünya ise bizim için bilinemez.

Kant, ayrıca deneyime bağlı olmayan, bizzat insan zihninin yapısından kaynaklanan a priori bilginin önemini de vurgulamıştır. Matematiksel ilkelere ve ahlaki yasalara ilişkin bilgimizin a priori bilginin örnekleri olduğunu iddia etmiştir. Kant’ın epistemolojisinin modern felsefe üzerinde derin bir etkisi olmuştur ve bilginin doğası, zihnin rolü ve özne ile nesne arasındaki ilişki hakkında pek çok tartışmayı teşvik etmiştir.

Tarihte, İslam dünyasında her bir akım (felsefe, tasavvuf, kelam vs.) ve düşünür kendine özgü bir bilgi teorisi geliştirmiştir. Sözgelimi hem kelamcı ve fakih hem de mutasavvıf bir kimliğe sahip olan İmam Gazali, “El Munkizü Mined Dalal” adlı kitabında beş katmanlı bir bilgi sınıflandırması yapar. İlk katmanı açık-seçik (bedihi) bilgiler, ikinci katmanı duyu bilgisi, üçüncü katmanı aklî bilgi, dördüncü katmanı güvenilir (mütevatir haber) bilgi, beşinci katmanı ise esin bilgisi (ilham) oluşturur.

Gazali’nin ve diğer mutasavvıfların ilim konusundaki iddiası şudur: Eğer insan duyu ve akıl bilgisiyle iktifa ederse, dışdünyanın (zahiri alem) bilgisini elde eder. Bu bilgi türü gereklidir ama yeterli değildir. Hatta bu bilgi türü daha ileri adımlar atmamızı engellerse, o zaman ilim marifet yolunda bir engel haline gelir. Çünkü dışdünyaya odaklanan ve sadece bunun bilgisiyle yetinen kişi, başka bilgi türlerine erişmek istemez ve süreçsel düşünmek yerine kapalı bir düşünce sistemi kurar. Gazali’nin tam olarak kendi ifadesiyle “Eğer zahiri ilimden başka ilim yoktur diye inanırsa, bu yoldaki inancı kendisine perde olur. Bu kabil bir inanç ekseriyetle onlarda bulunduğu için zahiri ilimlerin alimi gerçek marifet derecesinden geri kalır.” Ama bu engelden kendini koruyan ve başka bilgi türlerine kendini açan bir kimse marifet yolunda ilerlemeye devam eder.

Peki marifet bilgisi nasıl elde edilecektir? Bu bilgi türünün belirli bir metodolojisi var mıdır?

Hemen şunu ifade edelim: Marifet bilgisinin iki formundan bahsedebiliriz. İlk formu herkese açık olup tanımayı olanaklı kılan ipuçlarından hareketle eşya hakkında daha derinlikli bilgi elde edebiliriz. Sözgelimi bir insanın kişiliğini tanımak için bazı belirti ve ifadeler yoluyla onun içdünyasına nüfuz edebiliriz. Marifet, özellikle ayırt edici özelliklere yoğunlaşarak eşyayı tanımayı esas alır. Bilgide eşyaya hakimiyet vardır, oysa marifette tam olarak hakimiyet söz konusu olamaz. Mesela Allah’ın zatını bilemeyiz, ama O’nu bazı isim ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz. Bunun için Allah’ı tanımak, “Marifetullah” olarak ifade edilir ve bu, marifetin nihai amacıdır.

Marifetin ikinci formu, kalbin ve nefsin riyazet yoluyla temizlenmesiyle elde edilen esin bilgisidir. Esin bilgisi belirli bir çabanın sonucudur. Durup dururken ve taleple elde edilen bir şey değildir. Ya da salt kalbe doğan bir bilgi de değildir. Esin bilgisi, kendinden önceki bilgi çeşitlerini elde etmiş ve bunun da ilerisine geçmek için nefsini arıtma yoluyla kazanılan bir bilgi çeşididir. Kalbi temizleyen kişinin kalbine bilginin gelmesi, temiz bir aynaya yansıyan şeylerin açık-seçik görünmesine benzer. Kalp aynasını temizlememiş birine de bilgiler yansır ama bunlar açık-seçik değildir. Rüyada bazı bilgilerin elde edilmesi ama bunların yeterince açık-seçik olmaması ya da yorumlanmadan kabul edilmesi hepimizin tecrübe ettiği bir şeydir. Fakat esin bilgisi, başkalarının uyku halinde gördüklerini uyanık iken görmek gibidir.

Sonuç olarak marifetin ilk formu herkese açık ve belirli bir nesnelliği olan bilgi türüdür, ama ikinci formu herkese açık olmadığı gibi bu bilginin kendisine geldiği kişinin bilgisi de nesnel değil, öznel bir bilgidir ve kişinin kendisinden başkasını bağlamaz. Marifetin bu iki formunu Danimarkalı varoluşçu filozof Kierkegaard’ın bilgi teorisiyle kıyaslayabiliriz. Kierkegaard’ın bilgi teorisi, onun varoluşçu felsefesiyle ve öznel deneyime, bireysel tercihe ve inanca yaptığı vurguyla derinden iç içe geçmiştir. Nesnel bilgiye ve rasyonel anlayışa öncelik veren geleneksel epistemolojik teorilerin aksine, Kierkegaard’ın yaklaşımı daha çok insan varoluşunun öznel, kişisel ve tutkulu yönlerine odaklanır.

Kierkegaard’ın bilgi teorisindeki merkezi kavramlardan biri nesnel ve öznel gerçek arasındaki ayrımdır. Nesnel gerçek, evrensel olarak geçerli ve bireysel bakış açılarından bağımsız gerçekleri ve önermeleri ifade ederken, öznel gerçek, bireyin öznel deneyimi, inançları ve varoluşsal taahhütleriyle ilgilidir. Kierkegaard, özellikle inanç ve varoluşsal önem konularında öznel gerçeğin nesnel gerçeklerden daha önemli olduğunu savunur. Varoluşsal gerçekleri anlamada kişisel katılımın, bağlılığın ve tutkulu içe dönüklüğün önemini vurgular. Kierkegaard’a göre gerçek bilgi, salt entelektüel kavramadan ziyade, gerçeklikle derinlemesine kişisel ve öznel bir karşılaşmayı içerir.

Ayrıca Kierkegaard “öznellik olarak hakikat” kavramını da araştırmıştır; gerçek bilginin yalnızca nesnel gerçekler veya mantıksal akıl yürütmeyle ilgili olmadığını, aynı zamanda öznel bir katılım ve hakikatin benimsenmesini gerektirdiğini öne sürer. Gerçeğin özgün anlaşılmasının ve gerçekleştirilmesinin bireysel öznenin içinden geldiği fikrini vurgulayarak meşhur “Gerçek öznelliktir” sözünü etmiştir.

Özetle; Kierkegaard’ın bilgi teorisi, nesnel rasyonellik ve ampirik gözlem yerine öznel deneyime, kişisel bağlılığa ve varoluşsal bağlılığa öncelik vererek geleneksel epistemolojik çerçevelere meydan okur. Felsefesi, bilgi ve anlayış arayışında bireysel seçimin, tutkunun ve inancın önemini vurgular. Bizim kültür dünyamızda da mutasavvıfların yaptığı bundan başkası değildir.

Sözümüzü bitirmeden, Gazali’nin yaptığı bir uyarıyı da burada yapmak zorundayız. Gazali kendi döneminde ilim öğrenmediği gibi alimleri de kötüleyen ve kendilerine mutasavvıf diyen nasipsiz kimselerden bahsederek, bu alandaki sahtekarları deşifre etmektedir. Şu sözler aynen Gazali’ye aittir: “Zamanımızda tasavvuf adı altında bir takım nasipsiz kimseler türemiştir. Bunlar her şeyi mübah görüyor, kendilerinde bu kabil hallerden bir şey yok iken, sofilerden bir avuç ibare ve ıstılah öğrenip kendilerini bunlardan sayıyorlar. İşleri, daima yıkanıp temizlenmek, süslü renkli elbise ve seccadelerle kendilerine özel bir şekil vermek ve daima ilmi ve alimleri kötülemektir. Bunların katli vaciptir. Bunlar insanların şeytanı, Allah ve Resul’ünün düşmanlarıdır.” (Bakınız: Kimya-yı Saadet, Sh. 39, Çelik Yayınevi, İST.)

Buradan şöyle bir sonuç çıkartabiliriz. İlim marifete engel olduğu gibi marifet yolunda bazı sahtekâr insanlar da bu yolun önünde birer engel olabilirler. İlk durumda zahiri ilimlerle meşgul olanlar, tüm ilimleri kendi ilimleriyle sınırlı zannederken ikinci durumda ise zahiri bilgilere bile sahip olmayanlar, marifet bilgisine sahip olduklarını iddia ederler. Her iki durumda da ilim ve marifet yara alır.     

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

 

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir