22.04.2024
Başta Hollanda Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders olmak üzere Batı dünyasında ırkçı ve aşırı sağcı birçok siyasetçi ve düşünce insanı, ısrarla İslam’ın bir din değil, ideoloji olduğunu öne sürüyorlar. Bununla biz onların ne yapmak istediklerini biliyoruz. Onların yapmak istedikleri şey, İslam’ı bir ideoloji olarak lanse ederek Batı dünyasında bir dinin veya bir dinî grubun yararlanabileceği din ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerden yoksun kılmaktır. Yalnız onların bilmedikleri bazı gerçekler var, biz bu yazımızda bu gerçeklere değinmek istiyoruz.
Her şeyden önce İslam bir ideoloji değildir, çünkü ideoloji denilen fenomen oldukça yeni ve modern bir olgudur. İdeoloji kavramı, ilk kez 18. yüzyılın sonlarında Fransız Devrimi’nin çalkantılı döneminde ortaya çıkmıştır. Fransız filozof Antoine Destutt de Tracy, 19. yüzyılın başlarında bir fikir bilimini veya inançların sistematik bir çalışmasını tanımlamak için “ideoloji” terimini icat etmiştir. Ancak kavramı özellikle “Alman İdeolojisi” ve “Komünist Manifesto” gibi eserlerinde önemli ölçüde geliştirenler Karl Marx ve Friedrich Engels olmuştur. Onlar, ideolojiyi yalnızca fikirlerin tarafsız bir incelemesi olarak değil, aynı zamanda yönetici sınıfların inançlarını ve algılarını kendi lehlerine şekillendirerek toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları bir araç olarak görüyorlardı. O tarihten bu yana kavram evrim geçirmiş ve sosyoloji, siyaset bilimi ve felsefe gibi alanlarda farklı düşünürler ve akademisyenler tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmıştır.
İdeoloji fenomeni ne kadar yeni ise İslam da o kadar eskidir. İslam, bilindiği üzere M. 7. yüzyılın başlarında (610) Hz. Muhammed’in Hira mağarasında vahiy almasıyla başlamış ve 23 yıl süren bir zaman zarfında İslam’ı son din olarak insanlığa tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed gerçekte yeni bir din getirmemiştir, o Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi büyük peygamberlerin çizgisinde ve devamında ilahi mesajı son bir kez daha formüle etmiş ve güncelleştirmiştir. O, Hz. İsa’nın gerçekleştirmek istediği ancak yarıda bıraktığı bir projeyi hayata hâkim kılmıştır. Bilindiği üzere Hz. İsa bir meşhur sözünde “Ben peygamberliği yıkmaya değil, tamamlamaya geldim” demişti. Ondan önce Yahudiler Musa’nın mesajını yasaya (şeriata) indirgemişler, İsa ise buna tepki olarak bir sevgi, ahlak ve maneviyat dini tebliğ ederek şeriatı tamamlamak istiyordu. Fakat onun kısa ve dramatik hayatı bu işi yapmaya müsaade etmemiştir.
Hz. Muhammed, İsa’nın projesini tamamlamak üzere şeriat ile ahlak dini olan İslam’ı getirmiştir. Batılı oryantalistler sıkça İslam’ı ve Kur’an’ı Tevrat ve Yahudiliğin uzantısında bir olgu olarak gösterirler. Bu eksik bir anlayıştır. Onlar iki konuda yanılmışlardır. İlk olarak Kur’an ve önceki kitaplar arasındaki benzerliklere bakarak ilahi mesajın süreklilik ve evrenselliğini anlamak yerine İslam’ı öncekilerden bir araklama olarak görmüşlerdir. İkinci olarak içeriksel bakımdan şeriat ve ahlak arasında denge kurmak isteyen İslam’ı da anlamakta uzak kalmışlar ve onu sadece şeriattan ibaret zannetmişlerdir.
Etnosantrik yaklaşımlarından dolayı Batılı oryantalistler, islamologlar ve anti-İslamistlerin İslam’ı anlama konusunda zorluk çekmelerini doğal karşılamak gerekir. Çünkü onlar “din” denilince evrensel ve doğal bir olgudan ziyade kurumsal bir yapı veya manevi bir mesajı anlıyorlar. Oysa İslam ne kurumsal bir din ne de manevi bir dindir. Ancak onların sandığı gibi İslam sadece bir kanun dini de değildir. Kur’an’ın hüküm içeren ayetleri Medine döneminde gelmiştir, Mekke döneminde ise İslam’ın inanç ve ahlak ilkeleri vazedilmiştir. İslam’ın kanunlarının fıkıh sistemi yoluyla sistemleştirilmesi ise zamanın ihtiyaçlarının gereği olarak çok sonraki bir zamanda gerçekleşmiştir. İslam, sanıldığı gibi fıkıh sistemi de değildir.
İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin bir kitabında (“Dine Karşı Din”) ortaya koyduğu gibi tarihte hiçbir zaman dindarlar ile dinsizler arasında bir savaş olmamıştır. Tam tersine savaş her zaman “dine karşı din” şeklinde cereyan etmiştir. Kur’an’da rastladığımız din kavramına göre, bu kavram yerleşik dinleri ifade ettiği gibi, buna karşı koyan peygamberlerin getirdiği dinleri de kapsamaktadır. Tarihsel ve antropolojik olarak insan tanım gereği dindardır. Her insan şu veya bu dine inanır ve onu izler. Kur’an, sosyologların yaptığı gibi işlevsel bir din tanımla yetinmez, bilakis filozofların yapmaya çalıştıkları gibi özsel bir din tanımı yapar. Buna göre din, bir otoriteye bağlılık temelinde oluşan bir sistemdir. Bu otoritenin aşkın ve içkin olması, ilahi ya da beşeri olması hiç bir şeyi değiştirmez.
Hz. Muhammed, Mekkeli politeist karşıtlarına seslenirken, onları dinsizlik veya ateistlikle suçlamamıştır. Bilakis onlara “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” (Bakınız: Kafirûn Suresi) derken, onların da bir dine mensup olduklarının bilincindeydi. Yine Kur’an’da belirtildiği üzere Hz. Musa, Firavun’a gittiği zaman onun şu sözleriyle karşılaşmıştı: “Bırakın beni; Musa’yı öldüreyim de o (gidip) Rabbine yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” (Mü’min, 26) Tarihte bugün bildiğimiz anlamda tam seküler veya ateist bir toplum yoktur. Kaldı ki bugünkü modern toplumun da seküler olduğuna birçok din sosyoloğu katılmamaktadır.
Amerika’da Peter Berger ve Thomas Luckmann ile Hollanda’da Anton Zijderveld, modern toplumda dinin kaybolmadığını, sadece kılık değiştirdiğini ileri sürmektedirler. İlk iki yazar, etkileyici çalışmaları “Gerçekliğin Sosyal İnşası” (1966) adlı eserinde “görünmez din” kavramını ortaya atmışlardır. Dinin sadece resmi kurumlar, ritüeller ve doktrinlerle sınırlı olmadığını, aynı zamanda toplumun günlük uygulamalarına, inançlarına ve sembollerine de derinden gömülü olduğunu öne sürmektedirler. Berger ve Luckmann, seküler toplumlarda bile bireylerin dini öneme sahip inançlara sahip olduğunu veya geleneksel olarak dinle ilişkilendirilen işlevleri yerine getirdiğini ileri sürmektedir. Örneğin, hayatta anlam ve amaç arayabilir, önemli olayları işaretlemek için ritüeller oluşturabilir veya ortak değer ve inançlara dayalı topluluklar oluşturabilirler. “Görünmez din”in bu yönleri açıkça dini olarak etiketlenmez ancak yine de anlamın ve sosyal düzenin inşasına katkıda bulunur. Özünde, “görünmez din”, görünüşte laik bağlamlarda bile, dini temaların ve sembollerin toplumdaki yaygın etkisini vurgular ve din ile kültür arasındaki dinamik ilişkinin altını çizer.
Anton Zijderveld, “soyut toplum” tezine bağlı olarak modern toplumda din ve kültürün giderek soyutlaştığını ve görünmez bir hale geldiğini anlatır, ancak sekülerleşme din ve benzeri anlam sistemlerini ortadan kaldırmaz. Sadece bir anlam sisteminin yerine başka birini ikame eder. Bazı din sosyologları, seküler ideolojileri de birer anlam sistemi olarak görürler ve onları “ikame din” olarak tanımlarlar. Ali Şeriati’nin de vurgulamak istediği şey budur. Batı dünyası geleneksel Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerden koptukça bunların yerine geçen seküler ideolojileri (liberalizm, sosyalizm, faşizm vs.) kendilerine bir anlam sistemi olarak kabul etmişlerdir. Bu anlamda modern ideolojiler de birer dindir. Fakat çoğu modern insan bunun farkında değildir, çünkü onlar din denilince geleneksel dini sistemleri anlamaktadırlar.
Toparlayacak olursak, İslam’ın din anlayışına göre ideoloji de bir dindir, ancak seküler ve beşeri bir dindir. Genel ve Kurani anlamda bir dinin, din olarak tanımlanması için ilahi kökenli olması şart değildir. Kur’an ve İslam iki tür din ayırt etmektedir: Hak din ve batıl din. Modern ideolojiler hak dinler değil, batıl dinlerdir. Çünkü hak din, ilahi bir kökene sahiptir ve sadece dünya hayatını düzenlemez, öte dünya ve metafiziksel anlam dünyasına da sahiptir. Oysa batıl dinler beşeridir ve sadece dünyevi bir işlev ve alanla sınırlıdırlar. Bu anlamda İslam sadece bir ideoloji değil, ondan daha fazla bir şeydir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.