Kadir Canatan Yazdı: İslamcılık İle Muhafazakarlık Arasındaki Farklar (II)

20.11.2023

Geçen hafta İslamcılık ve Muhafazakarlığın tarih ve şartlar itibariyle farklı fikir sistemleri olarak ortaya çıktıklarını açıkladık ve bu iki fikir sisteminin ideoloji muhteva itibariyle de farklı olduğunu belirtmiştik. Bu yazımızda bu son noktayı geniş bir biçimde ele almak istiyoruz.

Bilindiği üzere İkinci Meşruiyet döneminde İslamcılık dönemin en güçlü fikir akımıdır ve ilk kuşak İslamcılar ideolojik yaklaşımları şu dört ilke üzerine bina etmişlerdir:

  1. Kur’an ve Sünnet’e dönüş (Özedönüş);
  2. İçtihat kapısının açılması (Yenilikçilik);
  3. İttihad-i İslam (Birlikçilik);
  4. Cihat ruhunun diriltilmesi (Mücadelecilik).

Bu ilkeler İslamcıların programının iki yönlü bir amaç içerdiğini göstermektedir. Bir yandan tarihsel İslam’ın yükünden kurtulmak için ana ve öz kaynaklara dönmek ve İslam’ı bu kaynaklardan hareketle ortaya koymak amacındadırlar. Çünkü İslam, tarihsel ve kültürel yüklerin etkisiyle kendi asli kaynaklarına yabancılaştırılmış ve Mehmet Akif’in resmettiği üzere “marifet ve fazilet”ten yoksun bir din haline getirilmiştir. İslam’ın yeniden inşası konusunda İslamcılar kaynaklara dönmekle yetinmeyip tıpkı ilk çağlarda olduğu gibi İslam’ın bu çağdaki sorunlarını çözmesi için içtihat kapısının ardına kadar açılmasını talep etmektedirler. Çünkü İslam dünyası içtihatlar çağının ardından bir taklit ve durağanlık dönemine girmiş ve yeni sorunlara eski içtihatlarla cevap verme gibi bir çıkmaz yola girmiştir. Oysa çağdaş İslam’ın sorunları yepyenidir ve bu kaynakların başka bir gözle incelenmesini ve yeni çözümler üretilmesini gerektirmektedir. 

Diğer yandan İslamcılar Müslüman dünyanın sömürgeci güçler karşısında tutunabilmesi için cihat ve birlik ruhunun canlandırılması şart koşmaktadırlar. Başka bir deyişle İslamcılık hem tarihsel İslam’ı reforme etmek çabasıdır, hem de anti-kolonyalist ve anti-emperyalist bir hareketi başlatma girişimidir. İlki eğitim, fikir ve yayınlarla yapılacaktır, ikincisi ise siyasi, diplomatik ve askeri yollarla başarılacaktır.

İslamlaşma fikrinin nasıl bir muhtevaya sahip olacağını Said Halim Paşa “İslamlaşma” risalesinde şöyle tanımlamaktadır: “Bizim için ‘islamlaşmak’ demek, İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesidir. Bu uygulama, o esasların, her vakitte, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılacaktır.” Hem Mehmet Akif hem de Said Halim Paşa kendi zamanlarının farkındadırlar. Bu farkındalık ve bilinç onlarda, İslam’ın çağdaş koşullara tercüme ve tefsirinin ne kadar önemli bir entelektüel faaliyet alanı olduğu fikrini uyandırmıştır. Entelektüel bir faaliyet alanı İslamcılık, İslamı bir bütün olarak kavramak için kendi öz kaynaklarına gidişi zorunlu görürken, modern dünyaya tercüme edilip uygulanması sürecinde de modern dünyanın iyi bir okumasının yapılması gerektiğini hep gündeminde tutmuştur.

Siyasal bakımdan İslamcıların başından beri saltanata karşı oldukları, saltanat ile hilafetin tarihsel özdeşiminden rahatsız oldukları bir gerçektir. Bu nedenle Meşrutiyet döneminde “Hürriyet” taraftarlığı yapmışlar ve Sultan Abdülhamit’in istibdat rejimine muhalefet etmişlerdir. Hatta bu noktada kendileriyle aynı fikirlere sahip olmasalar da İttihad ve Terakki’yle aynı kulvarda mücadele vermişlerdir. Bilindiği üzere Said Halim Paşa İttihat ve Terakki hükümetinin de başbakanlığını yapmıştır.

Cumhuriyet dönemi İslamcılarının siyasi tavırlarını anlamak için bu dönemde neye muhalefet ettiklerini ve ne yapmaya çalıştıklarını izlemek gerekir. Osmanlı’nın dağıldığı son evrede üç tarz-ı siyasetten ikisinin (Osmanlıcılık ve İslamcılık) yenilgi alması ve en zayıf olan Türkçülük akımının iktidar olmasının akabinde zorlu muhalefet günleri başlamıştır. Bu günlerde Mehmet Akif gibi kimi İslamcılar ülke dışına çıkarken, Said Nursi gibi kimi İslamcılar da pasif bir direnişe geçmişlerdir. Tek Parti döneminde yukarıdan aşağıya Batılılaşma ve Modernleşme politikalarına karşı oldukları bilinmektedir, ama İslamcıların bir grup olarak meydana çıkmadıkları da bir gerçektir. Çünkü Cumhuriyetin tek partiyle özdeşleşen ilk dönemi İslamcılığın inkıta dönemi olmuştur. 

İslamcıların entelektüel ve siyasi bir grup olarak yeniden sahneye çıkmalarını altmışlı yılların sonu ile yetmişli yıllara kadar beklemek gerekecektir. Bir yandan Milli Nizam ve Milli Selam Partisi’nin kurulması, diğer yandan da İslamcı aydınların dergi, kitap ve çevirilerle seslerini duyurmaya başlaması bu yıllarda mümkün hale gelecektir. Aydınların partilerle ilişkisi paradoksal bir nitelik arz etmektedir. Doğrudan partilerde yer almak yerine dışardan destek vermek ve gerektiğinde eleştiri yapmak gibi bir konum alışları olmuştur. Parti ile aydınlar arasındaki organik ilişkinin nasıl çetin bir iş olduğunu göstermesi bakımından yetmişli yıllarda yayın hayatına atılan Yeni Devir gazetesi ilginç bir örnek-olay olmuştur. Belki de ilk kez İslamcı aydınlar bu dergide kendi fikirlerini ifade etme imkanını yakalarken, Parti’den gelen talimatlarla zaman zaman kapatılması da aydın ve siyaset ilişkilerinin nasıl karmaşık bir şey olduğuna işaret etmektedir.

İslamcılık, en başında entelektüel bir hareket olarak doğsa da Cemalettin Efgani ve Muhammed Abduh farklılaşmasından anlaşılacağı üzere iki farklı stratejiyi içinde barındıragelmiştir. Efgani siyasi yollarla ümmetin kurtuluşunu araştırırken, Abduh ıslah yoluyla ümmetin uyandırılmasını bir proje olarak öne çıkarmıştır. Daha sonraki yıllarda da bu iki çizgi, parti ve aydınlar arasındaki mücadele şeklinde kendini yeniden üretecektir. Türkiye’de Milli Görüş partileri önemli oranda Arap dünyasındaki İhvan hareketine benzer bir yapılanmayı tercih etmişlerdir. Bu iki hareketin amacı da önce iktidar olmak, sonra toplumu ve sistemi İslamileştirmektir. Bu strateji “yukarıdan aşağıya İslamileştirme” stratejisi olup Siyasal İslam’ın izlediği bir yoldur. Bunun karşısında ise sivil cemaatler ve aydınlar ise “aşağıdan yukarıya İslamileştirme”yi esas alan bir çizgi ortaya koymuşlardır. Elbette bu ikisi kesim arasında geçirgenlikler ve örtüşmeler hep olagelmiştir.

Soğuk Savaş döneminde İslamcılar, dünya dengeleri içinde sağ ve sol içinde yer almak yerine “bağımsız ve üçüncü” bir yol olarak İslam’ı ideolojileştirme çabası içinde olmuşlardır. İslam’ın farklı ülke ve toplumlarda liberalizm ya da sosyalizmle özdeşleştirme girişimlerine karşı çıkarak İslam’ın kendine özgü bir siyasal, ekonomik ve sosyal sistem tasarımına sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu dönemde yazılan İslamcı eserlere bakılırsa, İslam hep liberalizm ve sosyalizm gibi sistemlerle karşılaştırmalı olarak anlatılır ve hep kendine özgü bir yapı olduğu vurgulanır. Milli Görüş partileri (MNP, MSP, RP, SP) ideolojik rengini hep billurlaştırma çabası içinde olmuşlardır ama hiçbir zaman da kendilerini tam olarak “İslamcı” olarak tanımlayamamışlardır. Çünkü Türkiye’de din ve sınıf temelli partilere getirilen yasaklar bunu hep engellemiştir.

28 Şubat, Türkiye’de İslamcılık açısından bir kırılma noktası olmuştur. Çünkü RP içinden çıkan yenilikçiler Türkiye’de siyasal İslamcılığa son vermişler ve kendilerine başka bir ideolojiyi temel almışlardır. İslamcı aydınlar ise ikiye bölünmüş, bir kısmı kendilerini Milli Görüş’ün mirasçısı olarak gören küçük partilere destek verirken, bir kısmı da yeni kurulan AK Parti ile yollarına devam etmeyi tercih etmişlerdir.

Ak Parti ile yollarına devam eden bir kısmı İslamcı aydın sonradan bunun yanlış bir tercih olduğunu görmüşler ve saflarını yeniden belirlemek zorunda kalmışlardır. İslamcılığın gidişatı, aslında 2010’larda Mümtaz’er Türköne’nin “İslamcılığın Ölümü” tartışmasıyla konuyu gündeme getirmesinden çok önce belirsizlik sisine girmişti. 2000’li yıllara girerken siyasal İslamcılık çoktan bitmişti, ne var ki sonraki yıllarda hala İslamcılık güdüleriyle hareket eden bazı siyasetçi ve yazarlar AK Parti içinde umutlarını zamanla tümden kaybetmişlerdir. Bu tartışmayla birlikte AK Partililerle İslamcıların yolları tamamen ayrılmıştır. Dolayısıyla Türköne’nin bahsettiği ölüm, Ak Parti içindeki “İslamcılığın Ölümü”dür. Ak Parti dışında da siyasal İslamcılığın yaşadığı söylenemez. İki yıl önce Temel Karamollaoğlu bile bir televizyon programında “Ben İslamcı değilim Müslümanım!” dediğine göre siyasal İslamcılık hakikaten ölmüştür. Ancak başından beri İslamcılık kendini sadece siyasal değil, bir entelektüel bir hareket olarak ifade etmiş ve bu hareket yaşamaya devam etmektedir.

Şimdi Muhafazakarlığa gelelim. Bu terim Türkiye siyasetinde ilk kez Ak Parti’nin kuruluşuyla gündeme gelmiş ve tartışmaya açılmıştır. İslamcılıktan 100 yüzyıl sonra Türkiye’de muhafazakarlığın siyasal bir ideoloji olarak ortaya çıkması, hem de siyasal İslamcı bir partiden ayrılan bir grupla özdeşleşmesi, yepyeni bir olayla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Dünyada liberalizm ve sosyalizm yanında muhafazakârlık, geçtiğimiz son iki yüzyılının üç büyük siyasal ideolojisinden biri olarak görülmektedir. Bu siyasal ideolojilerin hepsinin de referans noktası Fransız Devrimi ve genel kabule göre bu devrime yol açmış olan Aydınlanma felsefesidir. Başka bir deyişle bu ideolojiler, “olan” bir durum olarak Fransız Devrimi ve Aydınlanma etrafında olası üç normatif değerlendirme-yargılama biçiminden doğmuşlardır.  

Sosyalistlere göre Aydınlanma ve Fransız Devrimi doğmakta olan yeni günün ilk ışıklarını, liberallere göre apaydınlık bir gündüzü, muhafazakârlara göre ise karanlığın basmasını ifade etmektedir. Başka bir deyişle ilk kesime göre Aydınlanma ve Devrim yeterli bir olgunluğu ve ilerlemeyi temsil etmemektedir. Hakiki mücadele, yakın gelecekte burjuva sınıfı ile işçi sınıfı arasında olacaktır. Liberaller, Aydınlanma ve Devrimi doğru siyasal ve toplumsal ilkelerin ilk uygulaması olarak görüyorlardı. Bundan sonra yapılması gereken, bu doğru ilkelerin tam olarak uygulanması ve pratiğin teoriye göre şekillendirilmesidir.

Muhafazakârlar, Aydınlanma ve Devrimi gelenekten entelektüel ve siyasal bir sapma olarak görmüşlerdir. Bunlarla ve bunların ürünü olan sosyalizm ve liberalizmle mücadeleyi en yüksek erdem olarak görmüşlerdir. Çözüm, şeylerin doğasına uygun olan toplumsal düzene geri dönmek ve eski düzeni diriltmektir.

Muhafazakârların toplumsal ve siyasal görüşleri önemli oranda devletin rolü etrafındaki düşünceleri tarafından belirlenmektedir. Onlara göre önümüzde iki alternatif bulunmaktadır: Vergilerin yüksek ve devletin ise büyük olduğu bir toplum ile vergilerin az ve devletin küçük olduğu bir toplum. Muhafazakârlar bu iki seçenekten ikincisini tercih ederler. Onlara göre vergilerin yüksek, devletin ise büyük olduğu ilk seçenekte toplum, sorumsuz bireyler üretmektedir. Böyle bir toplumda aile ve sivil toplumun alanı daralmaktadır. Tersine az vergi ve küçük devlet ise, daha sorumlu bir toplum oluşturmaya olanak sağlamaktadır.

Muhafazakârlar, devleti hem zorunlu hem de tehlikeli bulurlar. Devlet zorunludur, çünkü toplumsal düzeni sağlama, dışardan gelen tehditlere karşı ülkeyi savunmak ve aynı zamanda barış ve güvenliği sağlayan kişi ve kurumlar üzerinde siyasal denetim sağlamanın en etkin yoludur. Öte taraftan devlet tehlikelidir, çünkü gönüllü olmayan katkılarla finans edildiği halde büyük bir güç yığışmasını beraberinde getirmekte ve gücün kötüye kullanılmasına neden olmaktadır. Muhafazakârlara göre günümüzde devlet, gereğinden fazla yükü üzerine alarak devasa büyümüş ve buna rağmen toplumsal sorunların altından da kalkamamaktadır.

Muhafazakârlık, farklı versiyonları ayırt edilen bir siyasal gelenektir. Klasik muhafazakârlık, doğal düzen fikrini; romantik muhafazakârlık, eski basit yaşama dönme nostaljisini; ulusçu muhafazakârlık, farklı sınıfların birliğini; liberal muhafazakârlık ise serbest ticaret ve sınırlı devleti odak noktası seçer. Bu farklı biçimleriyle muhafazakârlık, daha çok liberalizm ve milliyetçilik gibi akımların etkisi altında gelişmiştir. O halde muhafazakârlık, sosyalizmden ziyade liberalizme yakındır ve onunla doğal düzen, serbest ticaret ve sınırlı devlet temalarında örtüşür. Ayrıştığı en önemli nokta, bireyciliktir. Liberaller, bireyciliği kendi temel ilkelerinden biri olarak görürken, muhafazakârlar insanı sosyal bağlantı ve bağlılıklarıyla birlikte ele alırlar. Onlara göre tek başına bireyin varlığı gerçek bir vakıa değil, sanal bir efsanedir.

“Gelenekçilik” yanında muhafazakarlığın merkezi değerleri, “insani yetersizlik, organik toplum, hiyerarşi, liderlik ve mülkiyet” olarak sayılabilir. Muhafazakâr düşüncede gelenek ve devrim birbirinin zıddı olan kavramlardır. Gelenek; tarih ve kültürel yapıda sürekliliği, devrim ise yıkım ve kopuşu ifade eder. Gelenek, tüm toplumsal kurumları ve birikimleri yaratan kaynaktır. Geleneğin yok edilmesi anlamına gelen devrim, insanlığın yüzlerce yıllık tarihinde oluşturduğu birikimi sıfırlamak ve geriye doğru bir gidiş demektir. İnsanlık, devrimle değil evrimle gelişir. Evrimsel gelişme ise, eskinin üzerine yenilerinin eklenmesiyle mümkün olur.

Muhafazakârların geleneğe bağlılıklarının ve toplumsal kurumları (aile, din, devlet vs.) önemsemelerinin gerisinde, olumsuz bir insan görüşü (yetersiz insan) yatmaktadır. İnsanlar, içgüdülerine göre hareket eden hayvanlardan farklı olarak kurumlara göre yaşarlar. Kurumlar ve bunun aktarılması, insanı yetersizliklerden korur ve onu sürekli olarak daha iyiye yaklaştırır. Kötülüğe yatkın olan insanı, içsel ve dışsal kontrol mekanizmaları korur. İçsel kontrol mekanizması “vicdan”dır. Vicdan, ahlakın kaynağıdır. Ahlak insanı içerden denetler. Diğer toplumsal kurumlar (aile, din, devlet vs.) ise, insanı dışarıdan denetler. İşte, tüm toplumsal kurumlar, insanın kendi eksikliklerine karşı bulduğu çözüm yollarından ibarettir.

Dünyada muhafazakarlığı, adı doğrudan muhafazakâr olan partiler ve Hıristiyan demokrat partiler temsil etmektedirler. Adında doğrudan muhafazakarlık kelimesinin geçtiği çok az parti bulunmaktadır. İngiliz Muhafazakâr Partisi, bunlardan ilki ve en iyi bilinenidir. David Cameron liderliğindeki Muhafazakâr Parti, 2010 yılında “Muhafazakâr Manifesto 2010” adıyla beş bölümden oluşan bir bildiri yayınlamıştır. Bu bildirinin bölümleri, temel kavram ve sözcükleri İngiliz muhafazakarlığı hakkında birçok ipucu vermektedir. Bildirinin ilk üç bölümünde “ekonomi, toplum ve siyasette yapılması gereken değişimler” sıralanmaktadır. Burada “ekonomi”nin ilk plana çekilmiş olması ve programda “değişme” sözcüğünün çok sık kullanılması dikkat çekicidir. Geriye kalan iki bölümden biri, “çevrenin korunması”; diğeri ise “ulusal çıkarların savunulması”yla ilgilidir. Önsözde vurgulu olarak kullanılan sözcükler ise şunlardır: Ekonomik iyileşme ve büyüme için plan, güçlü toplum ve radikal siyasal reform. Burada dikkat çeken bir başka ifade ise, partinin kendini “ilerici muhafazakâr” olarak nitelemesidir. Bu manifesto ilk etapta muhafazakârların değişim yanlısı bir parti olduğunu vurgulamakla kalmıyor, bu değişimin daha çok ekonomik ve siyasal reformları da kapsadığını göstermektedir. 

Muhafazakâr partilerin geleneksel olarak önemsediği aile, Manifesto’da sözcük olarak en az 20 kadar geçmekte ve sürekli olarak partinin “aile dostu” olduğu vurgulanmaktadır. Devlet kavramı, 50 kadar yerde geçmekte ve büyük devlet yerine “Büyük Toplum” kavramı kullanılmaktadır. Bununla toplumsal grup ve örgütlerin daha fazla sorumluluk üstlenmeleri ve girişimciliğin desteklenmesi anlatılmak istenmektedir. Güçlü bir toplumun inşa edilmesinde okullarda standartların yükseltilmesi, daha iyi öğretmenlerin atanması ve sert disiplinin gerekliliği vurgulanmaktadır.

Güvenlik kavramı da, Manifesto’da sık kullanılan kavramlar arasında yer almaktadır. Çevre, enerji ve gıda güvenliğinden toplumun güvenliğine kadar çok geniş bir alanda güvenliğin sağlanması önemli bir hedef olarak saptanmaktadır. Sadece dışarıdan değil, içerden de terörizmin kaynaklarının kurutulması için hükümetin ve ilgili kurumların ellerinden geleni yapacakları hatırlatılmaktadır.

Manifesto’yu kamuoyuna açıklayan Cameron, değerlerle ilişkili olarak Muhafazakâr Parti’nin insana ve topluma güven duyduğunu belirterek hükümet, iş dünyası, gönüllü kuruluşlar, aileler ve bireyler olarak İngiltere’nin ortak geleceği için ortak sorumlulukları olduğuna işaret etmiştir. Nitekim Parti, Manifesto’da “Bu konuda hepimiz birlikteyiz” sloganını kullanmaktadır.

Türkiye’de kendini ilk kez açıkça “Muhafazakâr” bir parti olarak niteleyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), adından da anlaşılacağı üzere “Adalet” ve “Kalkınma” sözcüklerini öne çıkarmıştır. AKP’nin zaman zaman da kendi isminin başına “Demokrat” kelimesini ekleyerek “Demokrat Muhafazakârlar” şeklinde bir tamlama yaptığı bilinmektedir. Peki, AKP hangi değerleri önemsemektedir? AKP, Parti Programı’na “Temel Haklar ve Siyasal İlkeler”le başlamayı tercih etmiştir. Bundan sonra sırasıyla “Ekonomi”, “Kamu Yönetimi”, “Sosyal Politikalar” ve “Dış Politika” gelmektedir. Programın “Giriş” bölümünde Türkiye’nin “sancılı” bir dönemden geçtiği hatırlatılarak, AKP’nin  “ayakları yere basan, yerli ancak çağdaş” bir parti olduğu belirtilmektedir. Hemen ardından Parti’nin “ekonomik kalkınma hamlesini başlatacak, gelir dağılımındaki bozuklukları düzeltecek, yoksulluğu ortadan kaldıracak, küskünlükleri giderecek; birleştirici, kucaklayıcı, toplumsal barışı temin edici, kurumlarla yurttaşlar arasında güven sağlayıcı, yeni ve dinamik bir siyasi irade”yi temsil ettiği vurgulanmaktadır.

AKP’nin hangi değerlere önem verdiğini, Programı’nın ilk bölümünden takip edebiliyoruz.  “Temel insan hak ve özgürlükleri, insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadeleleri sonucu elde edilmiş kazanımlardır” diye başlayan bu bölüm; “Bu özgürlüklerin düzeyi”ni, “Medeni bir toplum olmanın göstergesi” olarak sunmaktadır. AKP’ye göre “Özgürlükler demokrasinin temelini oluşturur” ve “Hiçbir bireysel ve kurumsal baskı kabul edilemez”. Bu ifadelerden AKP’nin “özgürlük” kavramını öne çıkardığını söylemek pekâlâ mümkündür. Özgürlük değerine vurgu, geleneksel olarak liberal partilerin özelliğidir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi muhafazakâr partilerin liberal değerlere atıfta bulunması olağanüstü ve sıra dışı bir şey değildir.

İlerleyen bölümlerde toplumdaki “güven duygusu”nun önemine değinilerek, “laiklik”, “din”, “ifade özgürlüğü”, “insan hakları ihlallerinin önlenmesi” ve “kamu hizmetlerinden eşit yararlanma” gibi birçok ilke ve değerlerle ilgili açıklamalara yer verilmektedir. Türkiye bağlamında en önemli konulardan biri, şüphesiz ki AKP’nin laiklik ve din arasındaki gerginliği nasıl uzlaştırdığı meselesidir. Bu noktada “Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır” diyerek bu değerlerin birbirlerine zıt olarak yorumlanmaması gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu tür bir uzlaştırma çabası, Parti’nin “yerli ama çağdaş” kimliğinin bir gereği olarak görülebilir. Parti’nin laiklik anlayışı şüphesiz ki özgürlükçüdür; çünkü laiklik, din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak yorumlanmaktadır. Öte taraftan “Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder” diyerek din üzerindeki siyasal istismara da karşı olduğunu vurgulamaktadır.

AKP’nin “Temel Haklar ve Siyasal İlkeler” başlığında öne çıkardığı diğer bazı hususları şu şekilde özetlemek mümkündür:

  1. Siyaset, topluma hizmetin bir aracıdır;
  2. Hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin teminatıdır;
  3. Devlet ile millet arasında yeni bir “toplum sözleşmesi” (anayasa) önerilecektir.
  4. Demokratikleşme, olgun bir demokrasinin tüm niteliklerine kavuşma olarak algılanmaktadır.
  5. Türkiye’nin bütünlüğü ve üniter devlet yapısını bozmaksızın her türlü farklılık ve kimliğe yer verilecektir.

Tüm bu ifadelerde özgürlük, hukuk, insan hakları, din, laiklik, eşitlik, güven(lik) ve farklılıklara saygı gibi değerlerin AKP’nin siyaset felsefesinde önemli olduğu anlaşılmaktadır. Nasıl değişime tepki olarak doğan Muhafazakârlık akımı, bugün İngiliz Muhafazakâr Parti’nin programında “değişim” sözcüğünün merkezi bir yer işgal etmesiyle çelişki arz etmiyorsa, Türkiye muhafazakârlığı da; bir yandan özgürlük ve laiklik gibi çağdaş kavramlara, diğer yandan da din ve aile gibi geleneksel değerlere pekâlâ aynı anda atıf yapabilmektedir. Bu durumda muhafazakârlığın kesin hatlarla tanımlanması da giderek zorlaşmaktadır. Muhafazakârlık, doğuş döneminde değişime ve devrime karşı reaksiyoner bir hareket iken, bugün değişim ve özgürlüklerin öncüsü bir harekete dönüşmüştür. O halde tüm “muhafazakâr eğilimleri”ne rağmen, muhafazakârlık da değişime ve dinamizme açık bir siyaset anlayışı olarak yorumlanabilir. 

Gelecek hafta konuyu, İslamcılık ve Muhafazakarlığın bir karşılaştırmasıyla tamamlamak istiyoruz.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.