Kadir Canatan Yazdı: “İslamcılık Problemi”

14.02.2022

Geçtiğimiz günlerde Mustafa İslamoğlu’nun Karar TV’de yaptığı açıklamalarla İslamcılık konusu yeniden tartışılmaya başlandı. İslamcı camiada bugüne kadar önemli çalışmalara imza atmış olan İslamoğlu, bu son açıklamalarıyla sadece izleyicilerini şaşırtmadı, aynı zamanda İslamcılar arasında “Nereye savruluyoruz?” sorusunu da gündeme getirdi. Özetle; İslamoğlu iki şey söylüyor. İlk olarak “70, 80 ve 90’lı yıllardaki İslamcılığından pişman olduğunu” belirtiyor. Olabilir, bu bireysel bir şey, ama ikincisi daha önemli ve tartışılmaya değer bir konu: İslam ve İslamcılık ayrımı. İslam bir din, İslamcılık ise bir ideoloji. Bu farkı hepimiz biliyoruz. Ancak İslamoğlu’nun bu ikisi arasında kurduğu ilişki önemli. Diyor ki: “Dini ideolojiye dönüştürmek, bizzat dini kendi içinden vurmaktır. Din ideolojiye dönüşünce, din artık din olmaktan çıkar. Eğer bu ideoloji güç ve siyasetle buluşursa nur topu gibi bir faşizm ortaya çıkar. Bunun hiçbir istisnası yoktur.”

Türkiye’de İslamcılık üç düzlemde tartışılıyor.

  1. İslam-İslamcılık ilişkisi;
  2. İslamcılık-Politik İslamcılık ilişkisi;
  3. İslamcılık-muhafazakârlık ilişkisi.

İlkinden başlayalım. Çok global olarak baktığımızda 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında profetik (nebevi) dinlerde bir canlanma olduğunu görüyoruz. Bu canlanma modern dünyanın meydan okumalarına cevap vermek ya da uyum sağlamak şeklinde tezahür etmiştir. Yahudilik içinden Siyonizm, Protestanlık içinden Fundamentalizm ve İslam içinden ise İslamcılık olarak adlandırılan yeni hareketler ve fikir cereyanları ortaya çıkmıştır. Siyonizm, bir tür Yahudi milliyetçiliği olup modern dünya şartlarına bir uyum hareketidir. Çünkü 19. yüzyıl bir milliyetçilik çağıdır ve Avrupa’da baskı altındaki Yahudiler kendi devletlerini kurmaktan başka çare olmadığını düşünmeye başlamışlardır. Yahudi milliyetçiliğin kitabını Theodor Herzl yazmıştır. Doğu Avrupalı olan Herzl 1895 yılında “Yahudi Devleti” (Der Judenstaat) adlı bir kitap yazmakla kalmamış, Dünya Siyonist Kongreleri’ni de organize ederek bugünkü İsrail Devleti’nin kurulması için ilk adımları atmıştır.

Fundamentalizm, Amerika’da protestan ruhanilerin başlattığı bir harekettir. Bu hareket liberal teolojiye karşı bir tepki olarak doğmuştur. Fundamentalistler, 20. yüzyılın başında “Temeller” (The Fundamentals) adlı bir dergiyle görüşlerini yaymaya başlamışlardır. Bu hareketin temel karakteristiği, liberal yorumlara karşı İncil’in harfiyyen okunmasını öngörmesi ve evrim teorisine karşı savaş açmış olmasıdır. Bir başka deyişle İncil’in tarihselci okumalarına ayak diremişler ve İncil’in yanılmazlığını savunmuşlardır.

İslamcılığa gelince, Osmanlı’nın son zamanlarda geri kalmışlık tartışmalarıyla birlikte İslam ve Müslümanların yeni durumu hakkında bir fikir hareketi olarak doğmuştur. Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Namık Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Said Halim Paşa vb. birçok aydının öncülüğünde ve onların kaleminden çıkan dergi, kitap ve yazılarla anlam kazanmıştır. Başından beri İslamcılar içinde siyaset ve devlete vurgu yapan bir çizgi ile toplumsal ıslahata önem veren bir çizgi bulunagelmiştir. Ama genel olarak baktığımızda İslamcıların temel görüşlerinin dört maddede yoğunlaştığını görüyoruz:

  1. İslam’ın asıl kaynakları olan Kur’an ve sünnete dönüş;
  2. İçtihat kapısının açılması;
  3. Sömürgeciliğe karşı İslam Birliği’nin sağlanması;
  4. Cihat ruhunun diriltilmesi.

İlk madde, kısaca “öze dönüş” olarak ifade edilmiş ve tarihsel süreçte deforme olan İslam’ı yeniden asıl kaynaklarına döndürmeyi amaçlamıştır. Çünkü S.H. Paşa’nın ileri sürdüğü gibi bizi geri bırakan din değil, İslam’ın tarihsel ve yerel formlarıdır. Bunlardan kurtulmak için Kitabi İslam’a dönmekten başka çare yoktur.

İkinci madde, İslamcıların yenilikçi yüzünü ifade etmekte ve çağdaş sorunlarla baş edebilmek için tarihsel içtihatlar yerine yeni içtihatler yapmayı amaçlamaktadır. Eğer içtihat kapısı açılmazsa, Batı’nın modern ideolojilerini almaktan başka çare kalmayacaktır. Nitekim İslamcılar karşısında Türkçüler ve Batıcılar bunu savunmaktadır.

Son iki madde, İslam dünyasını istila eden sömürgeciliğe karşı savaşın nasıl yapılacağını göstermektedir. Müslümanlar; ırk, milliyet ve hatta mezheplerini bir yana koyarak birleşmeli (İttihadi İslami) ve topyekûn bir cihada soyunmalıdırlar. Cihat sadece silahlı savaş değildir, aynı zamanda kültür, eğitim ve ekonomi gibi başka alanlarda da uyanmayı ve ayağa kalkmayı dile getirmektedir.

Bu haliyle İslamcılık bir ideoloji midir?

İslamcılık aslında bir “ilkeler demeti”dir; liberalizm, sosyalizm veya faşizm gibi kapsamlı, sistematik ve siyasi bir ideoloji değildir. Bununla birlikte “öze dönüş” kendi içinde böylesi bir ideolojiyi de çıkartabilecek bir potansiyele sahiptir. Nitekim başından beri İslamcılar hem ekonomik hem de siyasi meseleler hakkında düşünmeye ve Batılı ideolojilere karşı bir “İslam ekonomisi” ve “İslam devleti” gibi kavramlar üretmişlerdir. Ama bunların siyaset üzerinden kullanımı ve bir iddia haline gelmesi 20. yüzyıl içinde İslami hareketlerin “siyasallaşması”yla gerçekleşecektir.

Şimdi bu temel bilgiler çerçevesinde İslamoğlu’nun “İslamcılık bir hata idi” ya da “İslamcılıktan pişmanım” açıklamasına gelirsek, bunu nasıl anlayacağız? “İslam bir ideoloji haline gelirse din olmaktan çıkar” sözü ne anlama gelmektedir?

İslamcılık “dinden uzaklaşmak” bir yana, köklere dönüştür. Tarihsel ve kültürel etkiler altında tanınmaz hale gelen Müslümanlığı (ya da Müslümanlıkları) kendi öz kaynaklarıyla buluşturmaktır. İslamoğlu’nun ifadesiyle “uydurulmuş din” karşısına “indirilmiş din”i koymaktır. Eğer İslamoğlu “İslamcılık bir hataydı” diyorsa, bu “uydurulmuş din”e teslim olduğu anlamına gelmez mi? Temel iddiasından vazgeçmişse, “Ben savaşı kaybettim” ya da “Bu savaş zaten anlamsızdı” anlamına gelecektir. Az çok İslamoğlu’nu tanıyan biri olarak onun bu misyonundan vazgeçtiğine inanmıyorum. Karar TV söyleşisinde de bu yönde bir izlenim almadım? Peki, tam olarak ne demek istiyor?

Tam bu noktada İslamcılık-Politik İslamcılık ilişkisinin analizine geçebiliriz. İslamcılık, işin başında Osmanlı’da meşverete dayalı Meşrutiyete taraf olmuş ve hatta bu konuda ricat eden Sultan Abdülhamid’e cephe almıştır. Cumhuriyetin ilk döneminde İslamcılık, bastırılmış ve kesintiye uğramış bir fikir olduğu için bir sessizliğe bürünmüştür. Çok partili siyasal sisteme geçince de farklı parti denemeleri ve tercihleri olmuştur. İlk deneme İslam Demokrat Partisi’dir. 1951’de yazar ve siyasetçi Cevat Rıfat Atilhan tarafından kurulmuş, ancak ertesi yıl Malatya’da Ahmet Emin Yalman’a düzenlenen suikastla ilgili görülüp dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle kapatılmıştır. Yetmişli yıllara gelindiğinde ise MNP ve bunun devamı olan Milli Selamet Partisi kurulacaktır. Bu partinin İslami bir devlet düzeni savunup savunmadığı meçhuldür. Temel sloganı “Önce ahlak ve maneviyattır.” Partililer din’den, ahlak ve maneviyatı anladığı gibi, demokratik oyunun kuralları içinde milli bir eğitim ve ekonomi savunusu yapmaktadırlar. 12 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi ise, “Adil Düzen” sloganıyla ortaya çıkmış ve hiçbir zaman bir “İslam devleti” kavramını kullanmamıştır. Bununla birlikte 90’lı yıllarda “siyasal İslam” ve “İslam devleti” gibi kavramlar Müslüman düşünür ve yazarlar tarafından yoğun olarak tartışılmış ve farklı görüşler ortaya atılmıştır. Siyasal İslam karşısında Sivil İslam söylemleri de bu yıllarda dile getirilmiştir.

Anladığım kadarıyla Mustafa İslamoğlu, “Eğer dini ideoloji güç ve siyasetle buluşursa nur topu gibi bir faşizm ortaya çıkar” sözüyle İslam’ın bir yorumunun siyasallaşmasını kastetmektedir. Nitekim tarihte Mutezile resmi bir ideolojiye dönüşünce nasıl başka görüşten insanlara kan kusturmuşsa, Sünniliği temel alan siyasal yapılar da başka mezhep ve görüşlere acımasızca davranmıştır. M. İslamoğlu ve M. Azimli bunun tarihte bolca örneklerini sunmaktadırlar. Politik İslamcılık, yukardan aşağıya toplumu İslamileştirmek isteyen ve kaçınılmaz bir biçimde iktidarın din görüşünü geniş toplum kesimlerine dayatmak isteyen bir İslamcılıktır. Ancak İslamcılığı, politik İslamcılığa indirgemek ve salt bu nedenle “İslamcılıktan ricat ettim” demek pek isabetli bir yaklaşım olarak görünmüyor. Bunun yerine katılım ve çoğulculuğu esas alan bir Sivil İslamcılık anlayışı önemli bir seçenektir. Bu seçenek, Toplumsal Sözleşme temelli bir anayasal sistem ve siyasal yönetim öngörmektedir.     

Son olarak İslamcılık-muhafazakârlık ilişkisi, öncekilerden daha basit bir konu ama bir o kadar da kafaları karıştıran bir konudur. Muhafazakârlık ya da Muhafazakâr Demokrat kavramı, Türkiye’de AK Parti’nin kurulmasıyla ortaya çıkmış bir kavramdır. AKP’nin kurucuları, bir “gömlek değişikliği” yaparak Refah Partisi ve Milli Görüş geleneğinden sapmışlar ve kendilerine yeni bir yol çizmişlerdir. Daha sonra Yalçın Akdoğan bu yolu, “Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi” (2004) adlı kitabıyla kavramsallaştırmaya çalışmıştır. Farklı muhafazakârlık türlerini inceleyen Akdoğan, bu kitapta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geliştirmeye çalıştığı siyasal kimliğin temel parametrelerini değerlendirmektedir.

Yaygın bir anlayışa göre AK Parti, 2. dört yıllık dönemden sonra bu siyasetten de vazgeçerek yeni bir yola girmiştir. Bu yola girmesiyle Türkiye’de “İslamcılığın Sonu” tartışmaları başlamıştır. Gerçekte bu tartışma başından beri yanlış anlaşılan bir meseleyi yanlış kavramlarla sürdürmekten başka bir işe yaramamıştır. “İki sapma” yaşayan AK Parti, kadrolarının bir kısmını “eski” Milli Görüşçülerden derlemiş olması sebebiyle hala İslamcı olarak yaftalanmış ve onun politik uygulamaları İslamcıları da sorumlu tutan bir anlayışla eleştiri konusu yapılmıştır. Gerçekte ise ortada ne genel anlamda İslamcılık ne de özel anlamda Politik İslamcılık var!

Batı dünyasında muhafazakârlık farklı çağrışımları olan bir siyasal ideolojidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde muhafazakârlık, çoğu Avrupa ülkesinden daha geniş bir siyasi hareket olarak anlaşılır. Dahası, Amerikan muhafazakârlığı kendi gelişmelerini tamamlayarak günümüze gelmiştir. Böylece Amerikan muhafazakârlığı farklı hareketler arasındaki farkı kavrayacak bir erginliğe ulaşmıştır. En belirgin hareketler neo-muhafazakarlık, paleo-muhafazakarlık, sosyal muhafazakarlık ve mali muhafazakarlıktır. Avrupa’da bir liberalizm biçimi olarak görülen liberteryenizm, Amerika Birleşik Devletleri’nde de sıklıkla muhafazakârlık olarak sınıflandırılır.

Türkiye’de muhafazakârlık, AK Parti’nin ilk iki dönemiyle sonraki iki dönemi dikkate alarak kavramsallaştırılabilir. İlk döneminde muhafazakârlık liberal ve reformist özellikler taşırken, sonraki döneminde statükocu ve otoriter bir yönelim içine girmiştir. Ama her iki dönemde de dini sembol ve kavramları kendi söylem ve eylemlerini meşrulaştırmak için kullanagelmiştir. Çoğu insanın da kafasını karıştıran ve hatta AKP’yi Batı medyasında “İslamcı” olarak gösteren şey tam da budur. Ama durum ne olursa olsun, AKP’nin tüm söylem ve eylemleri İslam’a fatura edilmekte ve bu durum pek çok insanı rahatsız etmektedir. Hatta bunu gerekçe göstererek birçok genç İslam’dan uzaklaşmaktadır. AKP döneminde dindarlığın sosyolojisi başka bir yazının konusu olabilir, şimdilik bu konuya girmeyeceğim.

İslamoğlu’nun AK Parti hakkında yaptığı dolaylı açıklamalar, ne yazık ki onun da böyle bir kafa karışıklığı yaşadığını göstermektedir. Oysa İslamcılık ile Muhafazakârlık arasında bir ayrım yapabilseydi, bu kafa karışıklığına gerek kalmayacaktı. Gerçekte kendi söylemleri içinde AKP’yi nerede konumlandıracağına dair ipuçları bulunmaktadır. Muhafazakâr AKP, politik çıkarları gereği “indirilmiş din”den yana değil, “uydurulmuş din”den yana tavrını koymuş bir partidir. “Dinin güncelleştirilmesi” tartışmasından vazgeçtiği günden bu yana, özellikle bu tutum daha açık bir hale gelmiştir. Durum bu iken İslamcılıktan pişmanlığın anlamı nedir? Bence İslamcılık, her zamankinden daha fazla gündeme gelmeli ve siyasal-dini statükonun yapısını ve dilini deşifre etmelidir.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir