09.03.2021
1933 yılında Nazizm’in Almanya’da iktidar olması ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin başına gelenler, Yahudi zihninde silinmesi imkânsız izler bırakmıştır. Orijinal adı “God on Trial” adlı İngiliz yapımı film, işte bu yıllara ait bir olayı/tartışmayı gündeme getirmektedir. Film, Elie Wiesel’in aynı adlı kitabında anlattığı bir olaya dayanıyor. Wiesel’e göre, üç Yahudi mahkûmun her biri Auschwitz’de Tanrı’ya karşı dava açtı. Film, bir Amerikan televizyon ağı olan PBS’nin desteğiyle, 3 Eylül 2008’de BBC tarafından üretildi ve yayınlandı.
Frank Cottrell Boyce tarafından senaryosu yazılan ve Andy De Emmony tarafından yönetilen filmde, felsefenin en zor konularından biri olan teodise (kötülük) problemi ele alınır ve bu arada birçok Yahudi kişi ve ailenin hikâyeleri işlenir. Film baştan sona meşhur toplama kampı olan Auschwitz’de ve buradaki bir koğuşta geçiyor. Koğuş lideri doğal olarak bir Alman ve geriye kalanların hepsi Almanya ve Polonya’dan gelen Yahudilerden oluşuyor. Koğuş liderinin şu sözleri değişen dünya şartlarını ve dengelerini anlatmaya yetiyor: “Dünya tersine döndü. Dışarda iken benim gibi insanları aşağılıyor ve küçümsüyordunuz, çünkü hepiniz iyi konumlarda olan insanlardınız. Ama burada ben sizin başınızdayım ve siz düşmekte olan bir halksınız.”
Koğuşta “Dua etmekten başka çaremiz yok” diyen bir adama, gençlerden birinin tepkisi büyük tartışmanın fitilini ateşliyor: “Bu nasıl Tanrı? Beni duyuyor ve hiçbir şey yapmıyor? O pisliği yargılamalıyız, belki bizi duyar.” İşte, bu ilk sözler bir mahkemenin kurulmasına yetiyor. Geldiği yerde hukuk okumuş ve mahkemede hâkimlik yapmış olan bir adam “Ben Tevrat’ı bilmem ama mahkemeyi ve hukuku iyi bilirim” der ve bir savcı ve bir savunma avukatından oluşan bir mahkeme kurar. Savcı, Tanrı’yı suçlu ilan eder; savunma avukatı ise O’nu savunur. Bu arada, orada bulunanlar da zaman zaman tartışmalara katılır ve kendi hikâyelerini anlatırlar.
Peki, Tanrı ne yapmış olabilir?
İddiaya göre Tanrı Yahudilerle yapmış olduğu sözleşmeyi bozmuştur. Gelişen olaylara müdahale etmeyerek Nazilerin işlediği cinayetlere ortak olmuş ve cinayete yataklık etmiştir. Savunma, bu olayın tarihte ilk olmadığını, Yahudilerin nice olaylarla sınandığını ve bugün de böyle bir sınanmayla karşı karşıya olduklarını anlatır. Birisi sorar: “Peki, sınav sözleşmenin bir parçası mıdır?” Verilen cevap: “Evet”. “Sözleşmeyi bozan Tanrı değil, biziz” der biri içlerinde ve şöyle devam eder: “Çocuklarımızı okumaları için şehirlere gönderdik, orada yüksek makamlara geldiler, kimi ateist ve inkârcı akımların peşine düştüler. Kutsal metinleri terkettiler. Dolayısıyla asıl suçlu biziz.”
Suç ve ceza arasında bir orantı olmalı. Peki, hangi suç böyle bir cezayı gerekli kıldı. Bazı Yahudilerin kötülük işlemesi toplu kıyımları açıklar mı?
Bunun üzerine savunma, tarihte suç ve ceza arasında orantının olmadığı birçok olay olduğunu anlatır. Mesela Nuh tufanında yeryüzündeki insanların tümü cezalandırılmıştır. Tanrı birçok kez gönderdiği ilahi cezalarla halkları helak etmiştir! Üstelik bu ceza değil, bir arınmadır. Çeşitli olaylarla sınanıyoruz ve arınıyoruz!
Hatta savunma yapanlar daha ileri giderek şunları da ileri sürüyorlar: “Bu büyük acı bir ayrıcalıktır. İnsanlık bizim sayemizde arınacaktır. Tevrat yaşayacak, ama Hitler ölecektir.”
Suçlama yapanlardan biri sorar: “Ne yani, acı çekmek bir buyruk ise, Hitler Tanrı’nın bir aracı mıdır?”
Bu tartışmalarla sorular giderek çoğalır: Tanrı Yahudilerle birlikte acı çekmekte midir? Tanrı hem kudretli hem adil olamaz mı? Kötülük özgür iradeden mi kaynaklanmaktadır? Özgür irade var mıdır?
Üç çocuğunu Nazilerin elinden aldıklarını söyleyen bir baba, özgür irade diye bir şeye inanmadığını söyler. Nazi subayına yalvaran baba, sonunda çocuklarından birini seçmesiyle sınanır. Baba seçemediğini söyler. Çünkü çocukların hepsi de “Lütfen baba beni al” dediklerinde adam seçim yapamaz! Çünkü eğer bir seçim yaparsa, diğer çocukların kendilerini sevmeyeceklerini düşünür.
Gençlerden biri “Tanrı bizimle acı çekmek yerine düşmanlarımıza ateş göndermeli. Bizim düşmanlarımıza karşı ateş gönderecek bir Tanrı’ya ihtiyacımız var” der. Bu arada bir adam “Tanrı’nın ne düşündüğünü bilemeyiz. Dua etmeliyiz, inancımızı korumalıyız” diyerek karşılık verir.
Mahkeme başkanı mahkemenin kurallarını yeniden hatırlatır: “Tanrı’nın ne düşündüğünü bilemeyiz. Biz sadece şunu sorabiliriz: Tanrı’ya yaptığımız antlaşmayı ihlal ettik mi?”
Tartışmalarda hem Tanrı’nın hem de Yahudi halkının antlaşmayı bozduğunu söyleyenler olur. Sürekli iki taraftan biri sesini duyurmaya çalışır: Bir taraf Tanrı’yı, diğer tarafta Yahudi halkını suçlu ilan eder.
Bu arada mahkemeyi kenarda dinleyen koğuş lideri, bazı Yahudilerin niyetlerini sezmiş gibidir. Onlara şunu söyler: “Ne yani, siz Tanrı ile anlaşmayı bozduk deyip Yahudi olmadığınızı mı iddia edeceksiniz. Böylelikle öldürülmekten kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?” Evet, Tanrı’yı suçlayanların böyle bir niyetleri de bulunmaktadır.
Bu arada, astronomi okuduğunu söyleyen bir Yahudi bilim adamı Yahudilerin “seçilmiş halk” tezini tartışmaya açar. “Milyonlarca gezegen var. Dünya kıyıda bir yerde. Tanrı bu kadar gezegenden dünyayı, dünyada da küçük bir halk olan Yahudileri mi seçti? Neden bunu yapsın? Bu bir çılgınlık değil mi? Bu sadece bir güç gösterisidir. Yahudiler, Tek Tanrı inancıyla ortaya çıktılar. Bu büyük bir fikirdi. Ama sonra ne oldu? Hristiyanlar dediler ki: “Sizin Tanrınız sadece Yahudileri seviyor, oysa bizim Tanrımız herkesi seviyor.” Şimdi ise, Hitler diyor ki: “Tanrı benim.” Evet, bunların hepsi güç gösterisinden ibarettir.”
Eğitimsiz bir Yahudi ayağa kalkar ve ona şunu sorar: “Peki Tanrı’yı inkâr ettin, ama ne kazandın?” Eğitimli biri ona itiraz ediyor: “Şu çılgın dünyada mantığın ne anlamı var? Kimin mantıklı olduğunun pek bir önemi yok!”
Uzayan tartışmayı, mahkeme başkanının toparlaması isteniyor. Mahkeme başkanı kendi görüşünü ifade ediyor. Diyor ki: Ben kendimi hep Alman hissettim. Ta ki Nazi subayları gelinceye ve beni alıncaya kadar. Alman bir kadınla evlendim, çocuklarım şimdi Nazi safında yer aldılar. Sizin her şeyinizi alıyorlar. Lütfen Tanrı’nızı terketmeyin! O’nu da sizden almak istiyorlar. Tek şeyinizi koruyun!”
Diğer taraflar Tanrı’nın iyi olmadığına ve suçlu olduğuna karar veriyorlar. Bir başka Tevrat okuması yaparak Tanrı’nın tarih boyunca kendilerine başka halklar üzerinde hâkim olmak için suçlar işlettirdiğine kani oluyorlar. “Başka biriyle yeni bir anlaşma yaparız” diyerek konuyu kapatıyorlar.
Film, hem sosyolojik hem de psikolojik açıdan tahlil edilmelidir. Kriz zamanlarında insanların maruz kaldığı olaylar, aynı zamanda onların varoluşsal sorunlarının da kaynağıdır. Başına kötü olaylar gelmiş bir kişi ya da halk şu soruyu sorar: Neden ben ya da biz? Böyle kitlesel bir mağduriyetin sebebi nedir? Bu sorgulamalar, kişilerin kendi durumlarını gözden geçirmelerine ve inançlarını da revize etmelerine sebep olur. Pek çok insan kendi yaptıkları hatalardan dolayı başlarına bu tür şeylerin gelmiş olabileceğini düşünür ve daha dürüst bir insan olarak yaşamaya karar verir. Bu aşamada yeniden inanca dönenler olur. Tanrı’ya daha kuvvetli bir söz vererek, bundan sonra onun yolundan sapmayacaklarına yemin ederler.
Yahudilerin de toplama kamplarında böyle bir sorgulama içine girmiş olmaları makul bir durumdur. Fakat buradaki Yahudilerin Tanrı’yı mahkeme kurarak yargılamaya gitmeleri ve nihayetinde onu suçlu ilan etmeleri psikolojik olarak anlaşılamaz. Daha sosyolojik ve belki de onun ötesinde teolojik bir sorgulamayı da gerektiriyor. Filmde dikkat çeken şey, burada hem yüksek eğitimli entellektüellerin hem de sıradan insanların bu tartışmada karşı karşıya gelmeleridir. Film boyunca aslında eğitimliler Tanrı’yı suçlu ilan eden tarafta, eğitimsiz dindar insanlar ise Tanrı’yı savunan tarafta yer almaktadır. Dolayısıyla bu mahkeme eğitimli-seküler Yahudiler ile eğitimsiz dindar Yahudilerin hesaplaştığı bir mahkemedir. Eğitimliler, bir “seçkin halk” inancını ifade eden Yahudilikle, kendi başlarına gelen olayları bir türlü bağdaştıramıyorlar. Bu durumda yaptıkları şey, seçkin halk teorisi yanında bu teoriye dayalı olan sözleşmeyi de inkâr etmek oluyor. Burada sözleşmeden kasıt, “Eski Ahit”tir. Tanrı, Kitab-ı Mukaddes’e göre iki ahit yapmıştır: Birisi Musa ile yapılan Eski Ahit (Tevrat), diğeri de İsa ile yapılan Yeni Ahit (İncil)’dir.
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki travmayı en fazla seküler Yahudiler yaşamıştır. Çünkü onlar önemli oranda inançlarını kaybettikleri, Alman ya da Avrupa toplumuyla özdeşleştikleri halde kendilerine yapılanları kaldıramamışlardır. Oldukça iyi ve yüksek makamlarda olan bu Yahudilerin birden bire gözden düşmeleri ve itibarlarını kaybetmeleri onların inançlarını kaybetmelerine neden olmuştur. Onlar Yahudi olarak toplumda ilerlemeyi kendilerine engel gördükleri için hep bu kimliklerini gizlemişler ya da önemsiz hale getirmişler, sonunda da bu kimlikten dolayı yargılandıklarında Tanrı’yı karşılarına almışlardır.
Bu tür bir sorun, Avrupa’da yeni kuşak Müslümanları da beklemektedir. Avrupa’da 2000’li yıllarda yaygınlaşan İslam karşıtlığı pek çok genç insanı kendi kimlikleriyle de hesaplaşmaya itmektedir. Nitekim İranlı ve Somalili bazı okumuş ve Avrupa toplumunda yol almış olan insanlar İslam’la savaşmaya karar vermişlerdir.
Sanmayalım ki, yakın tarihte sadece Yahudiler bir inanç krizi yaşadılar. Dünya Savaşları’ndan sonra benzer bir krizi Hristiyan Avrupalılar da yaşamışlardır. Hristiyan Avrupalılar hala şu soruyu soruyorlar: Neden Tanrı çocukların, yaşlıların ve zavallı sivillerin ölmesine seyirci kalmıştır? Müdahale etmesi gerekmez miydi? Savaş sonrasında Avrupa yaşayan hızlı sekülerleşme ve deistleşme hareketlerinin arkasında hep bu soru olmuştur. Bu soru nasıl bir psiko-sosyal ve teolojik bağlamdan türemektedir? Bu ayrıca konuşulması ve tartışılması gereken bir sorudur!
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.