Kadir Canatan Yazdı: Şehir, Şiddet Demektir

16.02.2021

Günlük hayatta şiddete nasıl maruz kalıyoruz? Bu soruya herhalde en kolay cevapları İstanbul’da buluruz. Şiddet deyince, aklımıza hemen insan bedenine uygulanan fiziksel cebir geliyor. Şiddetin bir cebir, yani zorlama olduğu doğrudur. Şiddet, kelimesi Türkçe’ye Arapça’dan geçmiş bir kelimedir ve “şedd” kelimesinin değişim göstererek şiddet haline gelmesiyle oluşturulmuş bir kelimedir. Bir hareketin, kuvvetin veya gücün derecesi manasına gelmektedir. Kamus-ı Türkî sözlüğünde şiddet; sertlik, sert ve katı davranış, kaba kuvvet kullanma, kaba ve sert, muamele, mükâfat ve ceza vermede mübalağa, peklik, müsaadesizlik, sıkı ve ziyadelik anlamına gelmektedir. Batı dillerinde “violentia” kökeninden gelen şiddet kelimesi de aynı anlamlara geliyor. Nitekim Oxford English Dictionary’de şiddet; “bedene zor uygulama”, “bedensel zedelenmeye neden olma”, “kişisel özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama”, “bozma ya da uymama”, “rahatça gelişmesine ya da tamamlanmasına engellemek üzere bazı doğal süreçlere, alışkanlıklara, vb. yersiz kısıtlamalar getirme”, “anlamın çarpıtılması” “büyük güç, sertlik ya da haşinlik”, “kişisel duygularda sertlik”, “tutkulu davranışlara ya da dile başvurma” şeklinde tanımlanmaktadır.

Ama şiddetin “fiziksellik”le sınırlandırılması doğru değildir. Şiddetin farklı türleri vardır ve bunlar içinde, sözgelimi psikolojik/ruhsal şiddet bazen fiziksel şiddetten daha etkili ve hasar vericidir. Zira insan bedeninde meydana gelen yaralar zamanla iyileşir, ama insan ruhunda meydana gelen yaralar kolayına iyileşmez.

Büyük kentlerde ve dolayısıyla İstanbul’da da karşımıza çıkan en önemli şiddet, gürültüden kaynaklanan ses şiddetidir. Gürültü derken, arabaların çıkardığı gürültüden tutun insanların yüksek sesle konuşmalarına kadar farklı formları var. Normalde kulağımıza hoş gelen müzik, gençlerin kullandığı ve neredeyse tüm aracı dolduran yüksek tonlu müzik gösterileri bizi rahatsız etmektedir. Çok tartışmalı bir konu olacak, ama işin keyfiyetini bilenler bana hak vereceklerdir: Güzelim ezanlar, öylesine okunmaktadır ki, o kulaklara hoş gelmesi gereken ezanlar kulak zarımızı zorlamakta ve bizi rahatsız etmektedir!

Daha sofistike şiddet formları, giderek şehir semalarını kaplayan yüksek binaların (apartman, gökdelen ve kuleler) oluşturduğu ve bizi bunalttığı beton yığınlarından kaynaklanmaktadır. Bu beton yığınları karşısında insan çaresiz ve yapayalnız kalmaktadır. Bu, felsefede kastedilen anlamıyla tam bir yabancılaşma biçimidir. Yabancılaşma, insanın elinden çıkmış ürünlerin onu kuşatması ve hapsetmesidir. Beton bloklarla sadece İstanbul’un tarihsel ve kültürel silueti değil, İstanbullunun ruhsal kişiliği de bozulmaktadır.

Günlük hayatta bize şiddet uygulayan bir başka durum, kalabalıkların bizim üzerimizdeki tacizidir. Sokakta ve toplu taşıma araçlarında olduğu kadar kapalı mekânlarda da sürekli olarak bir sıkışmışlık ve engellenmiş hali yaşıyoruz. Bu, bizde farkında olmadan bir stres yaratıyor. Eğer rüyalar bilinçaltının uykuda iken bilinç üstüne çıkması ise bazen rüyalarımızın kabusa dönüşmesi bu günlük telaşın bir parçasından başka bir şey değildir. Engellenmişlik, insanda isyan ve patlamalara neden olur. Son anda kaçırdığımız bir araç ya da son anda ertelenen bir yolculuk bir engellenmedir ve bu bize ruhsal şiddet olarak yansır. Bu şiddete karşı verdiğimiz cevap da şiddetten (hiddetten) ibarettir.

Alman sosyolog George Simmel kalabalık ve sıklık hallerinin yaşandığı şehirlerde insan ilişkilerinin gayri-insanileşmesinden bahsetmektedir. Simmel’e göre kent, modern insanın yaşamında merkezi bir yere sahiptir. Modern hayatın en temel sorunu, devasa toplumsal güçler, tarihsel miras, dış kültür ve teknik karşısında, kişilerin kendi özerklik ve bireyselliklerini koruma çabasından kaynaklanır. Kentli insanın psikolojik temeli, dış ve iç uyarıcıların hızlı ve durmaksızın değişmesiyle “sinirsel uyarımın şiddetlenmesi”ne dayanır. Dışardan gelen bu uyaranlar, çoğu zaman hem birbiriyle hem de bireyin kişilik değerleriyle çelişki içindedir. Taleplerin çokluğu sinirsel uyarımın şiddetini artırır. Birbiri ardına gelen uyaranlar, bireyin derin bir değerlendirme yapmasına fırsat vermez ve kentli insandan daha az derinlikli bir bilinçlilik talep eder; tepki gösterme yetisi zayıflar. Kentli insan hızlı karar vermek durumunda olduğu için kalbiyle değil, zihniyle tepki verir. Böylece zekâ, ruhsal alanda meydana gelebilecek gerilimlerden kurtulur.

Kentsel ilişkilere getirilen bu sosyolojik ve psikolojik yaklaşım, bizim neden sokakta bir şey soran insana ilgi duymadığımızı ve neden dilenen bir insanı kolayca geçiştirdiğimizi açıklamaktadır. O kadar fazla insan saldırısına maruz kalıyoruz ki, bu saldırılarla baş etme imkânımız olmadığından sosyal ilişkilerde kaçamak yapmak zorunda kalıyoruz. Bu koşullanma, bazen bizi kendi çocuklarımıza, eşimize, müşterilerimize ve öğrencilerimize de duyarsız ve lakayt kalmaya zorluyor. Çünkü modern kent ortamında yaşamak bizde gayri-insani tutumlar geliştiriyor. 

Başka şiddet türleri yok mu? Mesela İstanbul sokaklarında gezerken karşımıza çıkan yüzlerce levha, reklam ve posterler göz zevkimizi bozmuyor mu? Sürekli olarak aynı sloganlarla ve marka reklamlarıyla karşılaşmak, farkında olmadan zihinsel bir şartlanma yaratıyor ve tüm davranışlarımıza sızıyor. Sık sık karşımıza çıkan çıplak kadın posterleri mahrem ve masum olan kadın bedeni karşısında bizi önce tahrik ediyor, sonra da giderek duyarsız hale getiriyor. Cinselliği her yerde her an “tüketiyoruz”!! Reklam panolarında, televizyon ekranlarında, moda ve benzer dergilerde, internette ve benzer ortamlarda…. Cinsellik, sadece yatakta ve fiziksel olan bir şey değildir. Cinsellik daha çok zihinseldir. Psikologların söylediğine göre zaten her bilmem kaç saniyede cinsel bir imajı zihnimizden geçiyoruz. Eğer dışarıdan ve sık sık uyarılma söz konusu ise, bu olduğundan fazla cinsellikle meşgul olduğumuz anlamına gelmektedir.

Bunun etkilerini tam olarak bilemiyoruz. Ancak göz dengemizin ve sağlığımızın bozulduğu kesindir. Kadınları, hemcinsimiz, bir eş ve arkadaş olarak değil, bir “parça et” olarak algılıyoruz. Onlara yönelik olarak elle veya gözle yapılan tacizlerde bu algının hiç mi rolü yok sanıyoruz?! Batı dünyasında cinselliğin aşırı tüketilmesinin insanları eşcinsel ilişkilere yönlendirdiği konusunda teoriler ortaya atılıyor. Eğer normalin üzerinde bir cinsel tüketim varsa, orada cinsellik sıradanlaşmakta ve hatta cazibesini yitirmektedir. Böyle durumlarda insanlar yeni ve farklı hazlar (!?) peşine düşmektedir.

Bütün bunları dikkat aldığımızda, özel yaşam bize ne kadar sevimli ve insani geliyor değil mi? Orada sadece kendimiz oluyor ve kendimizi yaşıyoruz. Özel yaşam, her tür saldırıdan korunmuş bir yaşamdır. Tam da kamusal yaşamın karşıtı bir hayattır o. Eğer kent ortamında kamusal yaşamı, her gün bu özel yaşamla değiştirip dengelemesek herhalde kent yaşamı bize işkence olacaktır. Öyleyse yaşasın özel hayat!

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.