21.06.2021
Böylesine felsefi bir soruya kendi köşemde yer vermek aklımın ucundan geçmezdi ama zaman zaman sohbetlerde duyduğumuz bu soruyu geçen günlerde sahilde yaşı 60’a varmış bir adam sorunca bir şeyler yazmalıyım dedim. Sahilde elinde kitapla dolaşan bir kişiye rastlamak nadirattandır. Geçtiğimiz günlerde elimde kitap yürürken, sahildeki bir banka oturmuş kitap okuyan bir adama rastladım. Biraz yakından ne tür kitap okuduğuna bakınca elinde meşhur George Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı olduğunu gördüm. İşte, şimdi sahilde birkaç kelam etmenin zamanıydı. İstanbul’dan gelip benim gibi Çiftlikköy’e yerleşmiş olan bu adama selam verip yanına oturdum ve kitap üzerine konuşmaya başladık. “Anlamak için satır satır okuyorum” dedi. Ben de onu onaylarcasına “Böyle felsefi kitaplar hızlı okunmaz, yavaş yavaş okumak gerekir” dedim. Uzayan sohbetin sonunda adam ne kadar entelektüel olduğunu göstermek istercesine “Hocam, Tanrı mı insanı yarattı, yoksa insan mı Tanrı’yı yarattı?” diye bir soru sordu.
Her soru benim için önemli ve doğru sorulmuşsa cevaplandırılmaya da layıktır! İnsanı, dünyayı ve evreni Tanrı’nın yarattığı hemen hemen tüm dinlerin ve hatta bazı felsefelerin temel varsayımıdır. Peygamberler Tanrı’nın var olup olmadığını tartışmazlar, çünkü geldikleri toplumlar inançlı toplumlardır. Sorun daha çok Tanrı tasavvuru konusunda dönüp dolaşır. Varsaydığımız Tanrı bir mi, birden fazla mı? Bizimle Tanrı’nın ilişkisi nasıldır? Ölümden sonraki hayat nasıl olacaktır? İşte bu ve benzer sorulara elçiler cevap verirler.
Soruyu tersine çevirip “Tanrı’yı insan mı yarattı?” şeklinde sormak, felsefi bir sorudur. Felsefe varolanı sorgular ve yeni bilgiler üretir. Sorulmayanı sorar ve dünyaya “başka” bir açıdan bakmayı öğretir. Bu sorgulamalardan sonra yeniden başa dönebiliriz, bu pek önemli değil. Ama bu kez yeniden başa döndüğümüzde kendi tezlerimizde daha tutarlı ve isabetli olma imkânı vardır. Oysa her gün düşündüğümüz gibi hayatı sürdürmek bize fazla bir şey katmaz.
İki anlamda insanın Tanrı’yı yarattığını ve bunun Kur’an tarafından desteklendiğini savunacağım.
Birçok filozofun da belirttiği gibi Tanrı fikri yaratılışımızda mündemiç olan bir fikirdir. Mesela Descartes ve Montesqieu gibi hemen aklıma gelen düşünürler Tanrı fikrinin doğuştan ve akli olduğunu savunurlar. Tanrı’nın bu şekilde delillendirilmesine din felsefesinde “antropolojik delil” denilmektedir. Deyim yerinde ise Tanrı insanı yaratırken kendi imzasını ona atmıştır ve eninde sonunda insan kendinde Tanrı’yı keşfeder. Yıllar önce bir Hindu öğretmen bana demişti ki: “Siz Müslümanlar Tanrı’yı dışarda arıyorsunuz, oysa Tanrı içimizdedir.” Hinduizm gibi Doğulu öğretilerde Tanrı evrenin ruhudur. Dışarda bir yerde değil, insanın ve dünyanın içindedir. Bu içkin Tanrı tasavvurunu en son felsefede güçlü bir biçimde savunan Hollandalı filozof Spinoza olmuştur. O bir keresinde “Ha tabiat ha Tanrı” demiştir. Bu söz onun, Tanrı ile evreni/doğayı özdeş gördüğü şeklinde yorumlanır.
Peki, tabiatımızda içkin olan Tanrı fikri ne zaman ortaya çıkar?
Tanrı fikrinin insanda ortaya çıkması için insanın sarsılması gerekir. Bunun için de bir krize ihtiyaç vardır. Nitekim birçok insan ya bir kaza veya depremin ardından ya da geçirdiği bir entelektüel/ruhsal krizin ardından “dindar” olup çıkıverir. Dünyanın kıyısına varmak, kendi potansiyellerini keşfetmek için bir fırsat vermektedir. Bu felsefi ve sosyal-psikolojik temelli fikir, Kur’an’da apaçık bir biçimde dile getirilmiştir:
“O, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırandır. Öyle ki gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte uygun bir rüzgârla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada ona şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar onlara hücum eder de çepeçevre kuşatıldıklarını (batıp boğulacaklarını) anlayınca dini Allah’a has kılarak “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah’a yalvarırlar. Fakat onları kurtarınca, bir de bakarsın ki yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıyorlar.” (Yunus Suresi, 10:22)
Allah, insanı çeşitli sıkıntı ve darlıklarla sınav etmektedir. Bu sınavın bir amacı da kendini unutmuş olan insanı uyandırmak ve düşündürmektir. “Andolsun, senden önce birtakım ümmetlere de peygamberler gönderdik. (Peygamberlerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tövbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk ve darlıklarla yakaladık. Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya.. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” (En’am Suresi, 6:42-43).
Günlük hayat ve rutin düşünme, insanın en büyük tuzağıdır. Bu tuzaktan kurtulmak için krizler iyi bir fırsattır. Çünkü krizler -ki bunlar ister sosyal, politik ve ekonomik olsun, isterse doğal ve ekolojik olsun, günlük hayatın akışını tahrip ederler, istikrarı bozarlar ve olağan düşünme biçimlerini değiştirirler. Deyim yerinde ise felsefi düşünmeye bizi davet ederler!
İkinci olarak Tanrı’yı insan yaratır, çünkü Tanrı tasavvurumuz çoğu kez antropomorfiktir, yani insanbiçimseldir. İnsan Tanrı’yı kendisi gibi tahayyül eder. Bu gerçeği dile getiren Atinalı Xenofon şöyle demiştir: “Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi. Habeşler tanrıların kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler.”
Kur’an, insanın egosantrik düşünme biçimini birçok vesileyle dile getirmiştir.
“Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler) yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir.” (Necm Suresi, 53:43).
İnsanın başına gelebilecek en kötü şey, kendi kendini ilah ilan etmesidir. Kur’an bunu hiç de ihtimal dışı görmüyor: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (Furkan Suresi, 25:43-44).
Kur’an sözü dinlemeyen ve aklını kullanmayan insanları “hayvan gibi, hatta onlardan daha şaşkın” olarak tanımlamaktadır. Hayvanlar içgüdülerine, insanlar ise akıl ve iradelerine göre yaşarlar. Eğer insan akıl ve iradesini kullanamazsa, o zaman hayvanlardan pek de farkı kalmaz.
Sözümüzün başına dönecek olursak: George Politzer, Macar-Yahudi kökenli bir Fransız felsefeci ve Marxist bir teorisyendir. “Felsefenin Temel İlkeleri” adlı kitabı, aslında genel anlamda bir felsefeye giriş kitabı değil, Marxist felsefeyi anlatmak üzere yazılmış ve uzun yıllar Marxistlerin başucu kitabı olmuş bir eserdir. Bu kitabında materyalizmi anlattığı bölümde felsefenin temel probleminin madde ve ruh ayrımına dayalı ikilem olduğunu ve Marxistlerin maddeye öncelik verdiklerini belirtir. Madde, ona göre sonsuz ilktir ve ruh, bundan türemiştir. Bir başka deyişle maddi koşullar manevi ve düşünsel üretimi sağlar. Bu düşünceyi o “felsefi materyalizm” olarak adlandırır. Bunun zıddı ise “felsefi idealizm”dir.
Materyalizm, maddeye sonsuzluk atfederek yaratılmış evren ve dolayısıyla da yaratıcı Tanrı fikrini yok eder ya da yok ettiğini sanır. Gerçekte yaptığı şey, maddeyi ilahlaştırmaktan başka bir şey değildir. Ezeli ve ebedi olan madde ise, bunun öncesi de sonrası da yoktur, çünkü o hep vardır. Bize göre hep varolan Tanrı’dır, materyalistlere göre Madde’dir. Yapılan şey bir yer değiştirme olayıdır. Din sosyologları din ve Tanrı’yı reddeden ama bunun yerine başka şeyleri din ve Tanrı diye koyan düşünceye “ikame din” adını vermektedirler. Gerçekte Marxizm ve Materyalizmin yaptığı şey, bilinçsiz ve ruhsuz maddeye Tanrısal bir özellik atfetmektir. Bu da dinler tarihinde sıkça bahsedilen paganizmin (putperestliğin) bir başka versiyonudur.
Peki, maddenin Tanrı olma ya da sonsuz olma imkânı var mıdır? Daha da önemlisi “madde” diye anılan şey nedir?
Maddenin ne olduğunu anlamak için bir parça fizik bilgisine ihtiyacımız var: Maddenin en küçük yapı birimi atomlardır. Atomlar birleşerek maddeleri meydana getirirler. Örneğin: İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu birleşerek suyu meydana getirir. Atom, elektron nötron ve protondan oluşmuştur. Elektron maddenin en küçük parçacığıdır ve enerjiden oluşur. Nükleer fizik ve nükleer kimyada “nötrino” adı ile anılan bu enerji hakkında hâlen pek az şey bilinmektedir. Albert Einstein’in izafiyet kuramına göre madde ve enerji birbirine eşdeğerdir. Bu sebeple madde enerjiye, enerji de maddeye dönüştürülebilir.
Madde, birikmiş enerji olarak da tanımlanabilir. O zaman her şey enerjiden ibarettir de denebilir. Başka bir deyişle madde somut bir şey değil, aslı soyut bir şey olan enerjidir. O zaman felsefi materyalizm bilimsel anlamda çökmüş sayabiliriz. Çünkü maddenin de manevi ve soyut bir şey olduğu ortaya çıkmıştır.
Ama bizi ilgilendiren esas şey, insan da dâhil şeylerin kökenidir. Bilim her şeye ömür biçmektedir. Maddeden oluşan her şeyin bir ömrü var. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, dünya ve gezegenlerin, kısacası evrenin bir ömrü var. Ömrü olan her şeyin de bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Öyleyse madde ya da enerji sonsuz olamaz. Sadece kendisine sonsuzluk atfetmekle de sonsuz olmaz. Bu, aklın kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Kendisine “felsefeci” payesini veren birçok kişi aslında aklın tuzaklarını aşamamış egosantrik kimselerdir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.