Kadir Canatan Yazdı: Toplumsal Sorunlar Sosyolojisi

08.01.2022

Sosyolojinin doğuş döneminde, bu bilimin tüm toplumsal sorunları çözeceği ve sanayi toplumuna önemli bir artıdeğer katacağı konusunda optimist bir görüş vardı. “Bilimlerin kraliçesi” olan sosyoloji, sosyal bilimler alanında son gelişen bir bilim dalıydı ama iddialıydı. Çok geçmeden sanayi toplumunun sosyal sorunları artırdığı ve bunlara çözüm bulmakta yetersiz kaldığı ortaya çıktı. “Sosyal meseleler”, 19. yüzyıl, hatta 20. yüzyıl boyunca siyaseti ve bilimi çok uğraştırdı. Sosyal meselelerle kastedilen, işçi sınıfının sorunlarıydı; kadınlar ve çocukların bile 18 saat çalışmaya zorlandığı sanayi ülkelerinde başlangıçta bazı çevreler bu şartların eninde sonunda bir devrime yol açacağından emindiler. Nitekim işçi sınıfının sefaletini kendisine uğraş yapmış olan sosyalist ve marxist kesimler, bu sınıfa dayanarak devrim yapma hevesindeydiler. Her ne kadar gelişmeler onların istediği şekilde olmadıysa da, sosyalizm, 20. yüzyılda kapitalizm karşısında bir süre alternatif bir sistem olarak benimsendi.

Kapitalizm, ilk büyük bunalımında kendisine dersler çıkardı ve akıllandı. 1929 Ekonomik Bunalımı, Kuzey Amerika ve Avrupa’yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin yüzde 42 oranında ve dünya ticaretinin de yüzde 65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla yüzde 7 oranında düştüğü düşünülürse, 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.

O güne kadar devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini öne süren liberalizm, ilk büyük revizyonunu yaptı ve iktisatçı Keynes öncülüğünde yeni bir akım ortaya çıktı. Keynes’in en ünlü eseri 1936 yılında yayınlanmış olduğu, “İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi” ya da kısa adıyla “Genel Teori” diye bilinen kitaptır. Bu kitabıyla klasik İktisatçıların öne sürdüğü teorileri kabul etmekle beraber, Klasik istihdam teorisine karşı çıkmıştır. Klasikçilerin öne sürdüğü ekonominin kendiliğinden eski haline gelme görüşünü imkânsız bulmaktadır.   

Keynes, piyasa mekanizmasının üretim faktörlerinin sektörler arasında dağılımını yönlendirmeye, yani üretim bileşimini toplumun tercihlerine göre değiştirmeyi başardığını kabul etmektedir. Buna karşılık piyasa ekonomisinde işgücünün tam istihdamını ve üretim kapasitesinin tam kullanımını sağlayacak bir mekanizma olmadığını öne sürmüştür. Ekonomide üretilen tüketim ve yatırım mallarını emecek tüketim ve yatırım harcaması yapılmadığında firmaların üretimi kısacağını, bunun da iktisadî daralmaya yol açacağını izah etmiştir. Keynes, bir daralma baş gösterdiğinde firma yöneticilerinin kötümserleşip yatırım yapmaktan çekinmeleri hâlinde (19. yüzyıl sonlarında ve 1930’lu yıllardaki gibi) ortaya çıkan düşük millî gelir-düşük istihdam dengesinin uzun sürebileceğini belirtmiştir. Keynes’e göre böyle bir durgun ekonomide devlet para arzını artırarak faiz haddini düşürmek suretiyle yatırım harcamalarını teşvik edebilir. Bu politika yatırımları artırmakta etkili olmazsa, devlet kendi harcamaları ile (cari harcamaları ve yatırım harcamaları ile) millî geliri artırabilir. Özetle, devlet para politikası ile veya maliye politikasıyla harcamaları artırarak millî geliri artırmayı ve yüksek işsizlik oranını azaltmayı başarabilir.

Kapitalizm, ortaya çıktığı coğrafyada işçi sınıfının koşullarını düzelterek devrim tehlikesini ortadan kaldırmıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirdiği Sosyal Devlet (bazen buna Refah Devleti de denilir) modeliyle tüm toplumsal kesimlerini rahatlatacak bir düzen kurmayı başarmıştır. Bugün bu düzen de çeşitli açılardan tartışma konusu yapılsa bile, sosyalizm karşısında kendisini ispatlamıştır. Seksenli yılların ikinci yarısında Soğuk Savaşı’n bitmesiyle de dünya çapında zaferini ilan etmiştir. Japon kökenli Amerikalı siyaset bilimci bu gelişmeyi “Tarihin Sonu” olarak adlandırmıştır.

Peki, sosyal sorunlar, başta sanayi ve sanayi-ötesi toplumlarda makul ölçülerde çözülmüş müdür?

Bu soruya içten gelen bir sesle “evet” demek mümkün değildir. Modern toplumda, geleneksel toplumlarda ciddi bir sorun olan yoksulluk ve cehalet gibi sorunlar önemli oranda ortadan kaldırılmış olmakla birlikte yeni yoksulluk ve cehalet (sözgelimi internet ve bilgisayar okur-yazarı olmamak) biçimleri de ortaya çıkmıştır. Öte taraftan modern toplum aşırı bireyselleşme, yalnızlaşma, intihar, uyuşturucu ve ensest sorunları gibi yeni sorunları da davet etmiştir. Batı-dışı toplumlar da ise eski ve yeni sayısız sorunlar ortaya çıkmış ve bu sorunların çoğu çözülemez bir halde geldiğinden kanıksanmış ve özümsenmiştir.

Modern toplumda imkânların artmasına rağmen, sorunların çoğalması ve hatta kronik bir hale gelmesi, sosyolojide “Sosyal Sorunlar Sosyolojisi” adı altında bir alt uzmanlık alanının çıkmasına sebep olmuştur. Sosyolojinin bu uzmanlık alanı, modern toplumdaki toplumsal sorunların doğasını çözümlemeye ve çözümler önermeye odaklanmıştır. Bu şekilde sosyoloji başlangıç yıllarındaki her şeyi çözecek bir üst-bilim olmaktan, toplumsal sorunları çözmeye katkı sunacak daha mütevazı bir misyona doğru evrilmiştir.

Toplumsal sorunlar sosyolojinin en temel sorusu şudur: Hangi sorunlar “toplumsal” olarak tanımlanmalıdır? Bir sorunu toplumsal olarak adlandırabilmek için hangi kriterler kullanılabilir?

Kanımca bu kriterlerin başında, sorunların “bireysellik ötesine taşması” gelmektedir. Bireye özgü sorunlar hem toplumsal değildir, hem de bunlar psikolojinin konularıdır. Bir soruna toplumsal diyebilmemiz için belirli bir toplumsal kesim, bundan etkileniyor olmalıdır. Sözgelimi işsizlik toplumun belirli kesimlerinde giderek önemli bir olgu haline gelmişse burada bir toplumsal sorundan bahsedebiliriz. Tam olarak bir sayı vermek olanaksızdır, ama toplumda hissedilen ve giderek artan bir eğilim olması, burada bir sorunun varlığına işaret eder.

İkinci olarak toplumsal bir sorun, değişmez bir veri değil, “değişmesi veya değiştirilmesi mümkün” bir olgudur. Değiştiremeyeceğimiz sorunlar kendilerini bir kader veya mecburiyet olarak dayatırlar. Sözgelimi deprem toplumsal bir sorun değildir, bunun olması veya engellenmesi bize bağlı değildir. Biz sadece depremin olası etkilerini azaltabiliriz. Bunun için önlemler almak gerekiyorsa alırız.

Üçüncü olarak toplumsal sorunlar, “değer yüklü”dürler ve bu değerler çerçevesinde bize sorun olarak görünürler. Bunu açıklamak için işsizlik örneği üzerinden gidelim. İşsizliğin sorun olması, bir toplumda çalışmaya atfedilen değerden kaynaklanmaktadır. Çalışmak bir erdem, çalışmamazlık bir tembellik ve dolaysıyla bir erdemsizlik olarak görülür. Bu yönüyle toplumsal sorunları izafi birer mesele olarak görmek gerekir. Bizde sorun olan, başka bir toplumda sorun olmayabilir, hatta bir erdem olabilir. Yine bugün sorun olan bir şey, başka bir zamanda sorun olmayabilir.

Son olarak toplumsal sorunların bir “maliyeti” vardır. Çözülmediğinde bunun bizim için bir bedeli olur. Bu bedel hem bireysel hem de toplumsal olarak ödenir. İşsizliğin işsiz olan kişi açısından bedeli, temel ihtiyaçların karşılanamamasıdır. Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan kişi başkalarına borçlanabilir ve bu borç, onun karşısına bir bedel olarak çıkar. Eğer toplum veya toplum adına devlet işsizlere yardım ve ödenek veriyorsa, bu da bize işsizliğin toplumsal bedelidir.

İlerleyen haftalarda modern toplumun temel sorunları üzerinde kafa yormaya çalışacağız!

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.