Kadir Canatan Yazdı: Ümmet Fikrinin Önündeki Engeller (III)

25.09.2024

Geçen haftaki yazımızda ümmet fikrinin önündeki içsel engellerin başında gelen dini etkenleri yazmıştık. Bu hafta etnik ve kültürel engeller üzerinde durmak istiyoruz. Ortadoğu ve Müslüman coğrafya, geçmişten bu yana hep çok farklı ve zengin bir etno-kültürel yapıya sahip olmuştur. Farklılıkların doğal ve hatta hukuksal olarak tanındığı geleneksel dönemde bunlar pek de sorun olmadı. Fakat ne zaman ki, Müslümanların son olarak yaşadığı imparatorluk olan Osmanlı devletinde Batılılaşma ve milliyetçilik hareketlerinin sesi duyulmaya başlamış, işte o zaman etnik ve kültürel farklılıklar farklı bir ışık altında görülmeye başlamıştır.

Etnik ve kültürel faktörlerin nasıl ümmet için bir engel olduğunu anlamak için biraz tarihsel biraz da kavramsal bir analize ihtiyaç duyulmaktadır. Osmanlı coğrafyasında Batılı dillerde geçen “nation” ve “nationalism” sözcükleri duyulduğunda Müslüman aydınlar bu kavramların tam olarak ne ifade ettiğini ve bunun sonuçlarını pek kestiremediler. Sözgelimi İkinci Meşrutiyet’te İslamcılar “milleti” (nation) “kavim”, “milliyetçiliği” (nationalism) ise “kavmiyetçilik” olarak anladılar. Batı dünyası içinde yeni olan bu kavramları tam olarak karşılamak üzere dillerinde ve sözlüklerinde kavramlar yoktu.

İslamcılar kavmiyetçiliği din ve dünya görüşleri açısından meşru görmedikleri gibi bunun Osmanlı devleti ve toplumu için de zararlı ve bölücü sonuçları olacağını ileri sürdüler. Meşrutiyet döneminde ilk kuşak İslamcıların yazdıkları metinleri incelersek, hep kavmiyetçilik karşıtı bir söylem içinde olduklarını görürüz. Ahmet Naim, Mehmet Akif Ersoy, Said Nursi, Said Halim Paşa ve benzer bir çok İslamcı yazar bu konuda yazılar yazmıştır. İslamcılar referans olarak Kur’an ve Sünnet’i alıyor ve ona göre değerlendirmeler yapıyorlardı.  Onlar sıklıkla Hucurat suresinde geçen “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık. Sizi ancak tanışasınız, bilişesiniz diye şubelere ve kabilelere ayırdık Nezd-i ilahi’de en keriminiz en takva olanınızdır.” (Hucurat, 13) ayetini alıntılıyorlar, insanların halklar ve kabileler şeklinde yaratılmasının bir tanışma vesilesi olduğunu hatırlatıyorlardı. Fakat onların affetmediği şey, halk (şuub), kavim ve kabile gibi olgular üzerine bir fikriyatın temellendirilmesi olan milliyetçilik (ya da onların deyimiyle kavmiyetçilik) fikriydi. Kavmiyetçiliği bir kavmin diğerleri üzerinde üstünlük taslaması, kendi başına siyasal bir varlık olması ve nihayetinde ümmet fikrine zıt olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen bir ideoloji olarak görüyorlardı.

Türkler bazında kavmiyetçilik Türkçülük olarak ifade ediliyor ve bu akım, Yusuf Akçura’nın ifadesiyle “Üç Tarz-ı Siyaset”ten biriydi. İlk fikir akımı Osmanlıcılık olup bu konuda tüm Osmanlı aydınları uzlaşma içindeydi. Ne var ki Osmanlı İmparatorluğu kan kaybedip buna bağlı olarak Osmanlıcılık da zayıflayınca, İslamcılık ikinci bir alternatif olarak görünmüştür. İslamcılık, Sultan Abdül Hamid zamanında derde deva bir ilaç gibi görünmüş ve Osmanlı dış politikasında “İttihad-i İslam” olarak kendini ifade etmiştir. Ancak bu politika da karşılık bulmayınca ve Balkanlardan başlayan milliyetçilik hareketleri tüm Osmanlı coğrafyasına sıçrayınca, Türkler sonunda kendileri de milliyetçilik yapmayı meşru bir hareket olarak görmüşlerdir.

Osmanlı’nın yıkılmasıyla bu coğrafyada 70’e yakın devlet ve devletçik kurulmuştur. Milliyetçiliğin teori ve pratiği her zaman uyuşumlu olmamıştır. En büyük kavimler olarak Türkler ve Araplar birden fazla devlet kurarken, Kürt ve Berberiler gibi bazı önemli etnik gruplar da devletleşememişlerdir. Bugün bu gruplarda görülen milliyetçilik eğilimleri dünyada “geç milliyetçiliği” temsil etmektedir.

Millet olma ve milliyetçiliğin sonuçlarına geçmeden önce, kavramsal olarak “kavmiyetçilik” ve “milliyetçilik” farkına değinmemiz gerekecek. Bugün bile bu kavramsal çözümleme tam olarak yapılamamakta ve hatta bazen çok isabetsiz bir biçimde bir de bu kavramlarla “ırkçılık” kavramı birbirlerine karıştırılmaktadır. Bu karıştırılma sadece dışardan bakışlarda değil, içerden bakışlarda da kendini göstermektedir. Yani pek çok milliyetçi de bu kavramları ayırt etmekte zorlanmaktadır.

Sosyolojik olarak hemen şu noktayı belirtelim: Tarihte ne “milletler” ne de “ırklar” vardır. Tarihte “kavimler” vardır: Türk, Arap, Fars, Cermen, Frank vs. gibi. Geleneksel dünyanın olgularını ve sözcüklerini çok iyi yansıtan metinlerden biri olan Kur’an, tarihte yaşamış ve özellikle içinden peygamberlerin geldiği kavimlerden bahseder. Örnek olarak aşağıdaki ayetlerde üç kavmin adı birden geçmektedir: Ad kavmi, Semud kavmi ve Nuh kavmi. “Şüphesiz O, önce gelen Âd kavmini ve Semûd kavmini helâk etti ve hiç kimseyi bırakmadı. Daha önce de Nûh’un kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi.” (Necm Suresi, 53:50-52)

Kavimlerin adlandırılması genellikle iki şekilde olmaktadır. Ya kurucu kişi üzerinden bir kavim isim almaktadır ya da kavme gönderilen peygamber adıyla anılmaktadır. Nuh kavmi ifadesi ilki için bir örnek teşkil ederken, Ad kavmi ifadesi ikincisine bir örnek oluşturmaktadır.

Kavim dahil Kur’an’da akrabalık ve soy topluluklarını ifade eden başka kavramlar da bulunmaktadır. Aşiret, kabile ve şa’b bunların en önemlileridir.[1]

  • Aşiret, asgari 10 veya fazla kişiden oluşur. Aralarında kan ve akrabalık bağı olup yakın evlilikle oluşur.
  • Kabile, birbirine yakın ve uzak aşiretlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Aralarında ortak sorumluluk ve yükümlülükler vardır, kabile üyeleri bunları kabul ettiklerinden dolayı kabile olmuşlardır.
  • Kavim, kabilelerin birleşmesiyle oluşan bir soy topluluğudur.
  • Şa’b (halk) birden fazla kavmin ortak coğrafi mekânı paylaşıp bir arada bulunmak suretiyle meydana getirdikleri kavimler birliğidir.

Örneklerle açıklamak gerekirse, Mekke’de Kureyş kabilesi önemli bir kabile olup kendi içinde farklı aşiretlere ayrılmıştır. Sözgelimi Hz. Muhammed Kureyş’in Haşimoğulları aşiretindendir. Farklı kabile ve aşiretler Arap kavmini oluşturmuştur. Arap kavmi farklı kesimlerden (şehirsel ve kırsal) oluşsa da birbiriyle coğrafya, soy bağı, inanç ve dil birliği açısından bütünleşmişlerdir. Hatta ortak adet ve örfleri, yani kültürü bulunmaktadır. Araplar, fetihlerle birlikte geniş bir coğrafyada ve devlet yönetimi altında İranlılar, Rumlar, Berberiler vb. kavimlerle bir halk (şa’b) olmuşlardır. Şa’b, bir kavimler birliğidir. Soy ve dil olarak farklı olsalar da ortak inanç, coğrafya ya da yönetimden dolayı birbiriyle aynı zemin ve çatı altında birleşmişlerdir.

Avrupa’dan bize geçen “nation” kavramına klasik dönemde en yakın kelime “halk” (şa’b)tır. Bununla birlikte Fransızcada “nation” kelimesinin “doğmak” fiilinden türediğini dikkate alırsak, bugün “millet” ve “ulus” tabir edilen olgu, imparatorlukların parçalanmasıyla oluşan yeni toplumları ifade etmektedir. Bu toplumlar, az ya da çok, milli/ulus devletlerin hayal ettiği ve tasarladığı toplumlar olup inşa edilmiş varlıklardır. Nitekim milliyetçilik yazınında önemli bir yer tutan ünlü siyaset bilimci ve tarihçi Benedict Anderson, 1983 yılında yayımladığı kitabının ismini “Imagined Communities” (Hayali Cemaatlar) olarak ifade etmiştir. Anderson bu kitapta, milliyetçiliği insanların ortak bir milliyete ait olduklarını hayal etmeleri sonucu oluşan bir olgu olarak tanımlar. Ona göre, bir millet aslında hayali bir cemaattir, çünkü aynı ulusun üyeleri birbirini tanımadan, görmeden ya da doğrudan iletişim kurmadan, birbirleriyle ortak bir kimliği paylaşma inancına sahiptirler. Eser, özellikle modern milletlerin nasıl ortaya çıktığını ve baskı teknolojisi, okuryazarlık gibi faktörlerin bu süreçte nasıl önemli bir rol oynadığını analiz eder.

Bu anlatımları bir örnekle basitleştirelim: Türkler, tarihte bir kavimdir. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, ondan geri kalan coğrafya üzerindeki etnik ve kültürler gruplarla bir millet olma potansiyeline sahip olmuştur. Nitekim 1924 Anayasası’nın 88. maddesi, “Türk” kimliğini şu şekilde tanımlar: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk denir.” Bu madde, Türkiye’de yaşayan herkesi etnik kökenine veya dini inancına bakılmaksızın “Türk” olarak kabul eder. Bu, modern ulus-devlet yapısı içinde vatandaşlık esasına dayalı bir ulus tanımıdır. Böylece, anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarının “Türk” kabul edildiği bir kimlik oluşturur, yani vatandaşlık esaslı bir tanım getirir.

Literatürde iki milliyetçilik ve buna bağlı olarak iki millet olma halinden bahsedilir: Siyasal milliyetçilik (Fransız modeli) ve Kültür milliyetçiliği (Alman modeli). Öyle anlaşılıyor ki 1924 Anayasası Fransız milliyetçiliğin etkilenmiştir. Bu milliyetçilik kavim ve etnik kökeni dikkate almaz, siyasal olarak devlete bağlılığı ve vatandaşlık statüsünü temel alır. Türkiye’de bundan önce bir de ırksal temele dayalı bir milliyetçilik (Yusuf Akçura) ile kültürel temele dayalı milliyetçilik (Ziya Gökalp) fikri vardı. Avrupa ve dünya iki büyük savaş arasında ırkçılık ve faşizme kayınca doğal olarak Türkiye’de bu gelişmelerden etkilenmiştir. Mesela 1939-1942 yılları arasında Türkiye’de “Bozkurt” isimli bir derginin sloganı “Her ırkın üstünde Türk ırkı!” şeklindedir.

1940’ların başında Türkiye’de, özellikle milliyetçi çevrelerde Turancılık fikri güç kazanmaya başlamıştır. Turancılık, Türk kökenli halkların birliği ve büyük bir Türk dünyası kurma idealine dayanıyordu. Bu fikir, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla birlikte bazı çevrelerde daha da popüler hale gelmiştir. Çünkü Turancılar, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk halklarının bu savaşta özgürlüklerine kavuşabileceğini düşünüyorlardı.

Mayıs 1944’te milliyetçi ve Turancı düşünceleri savunan birçok aydın, yazar ve siyasetçi tutuklanır. Bu kişiler arasında ünlü milliyetçi isimler olarak Alparslan Türkeş, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Reha Oğuz Türkkan gibi önemli figürler yer alıyordu. Bu davada yargılananlar, “ırkçılık” ve “Turancılık” yapmakla suçlanıyorlardı. Davada yargılananlara yöneltilen temel suçlama, ırkçılık ve faşizm propagandası yaparak Türkiye’nin siyasi birliğini tehdit etmekti. Ayrıca, bu kişiler Almanya yanlısı olmakla ve Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile olası bir çatışmaya sürüklemekle itham edilirler.

Türkiye’nin değişen konjonktürün etkisiyle vatandaşlık temelli siyasal milliyetçilikten ırksal ve kültürel milliyetçiliğe doğru adımlar attığı görülmektedir. 1930’lu ve 1940’lı yıllar, Kürt kimliğinin tamamen reddedildiği ve asimilasyon politikalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Kürtler, Türk olarak kabul edilmeye çalışıldı, Kürtçe konuşmak ve Kürt kültürünü yaşatmak yasaklandı veya ciddi şekilde kısıtlandı. 1940’lar ve 1950’ler, Kürtlerin hem siyasi hem de kültürel anlamda baskılandığı, Kürt kimliğinin kamu alanında tamamen yok sayıldığı yıllar oldu. Bu dönemde Kürtçe yayınlar yasaklanmış, Kürt yerleşim yerlerinin isimleri Türkleştirilmiş ve Kürtlerin sosyal hayatı üzerinde sıkı kontrol uygulanmıştır. 1980 askeri darbesi sonrasında Kürt kimliğine yönelik baskılar daha da artmıştır. Kürtçenin konuşulması ve yazılması yasaklanmış, Kürt kültürüne dair semboller ve faaliyetler suç kapsamına alınmıştır.

Bugün milliyetçilik söylemi, içerde etnik ve bölücü milliyetçilikleri (geç milliyetçilikleri) körüklediği gibi Müslüman dünyanın bölgesel ve küresel sorunlarının çözümünde de yetersiz kalmaktadır. En son Gazze soykırımında yaşananlar, dünyanın ve Müslüman halkların suskunluğu, çaresizliği ve hatta göz ardı etme politikaları milli devletleri ve bunları ayakta tutmaya çalışan milliyetçilikleri yeniden tartışma konusu yapmıştır.

Modern bir ideoloji olan ve modern milletleri ve devletleri yaratan milliyetçilik, ne kavmiyetçilik ne de ırkçılıktır. Milliyetçilik, ırk kavramından hareket etmez ve ırksal üstünlük iddialarında bulunmaz. Milliyetçilik en saf iddiası, halkların veya milletlerin kendi kaderini tayin etmesidir. Bunun içinde her milletin bir egemenlik arzusu ve devlet kurma içgüdüsü vardır. Ama bizim de Cumhuriyet tarihinde gördüğümüz üzere milliyetçilik ırkçılık veya kavmiyetçilik yönünde sapmalara maruz kalabilir ve kalmıştır.

Durum ne olursa olsun, milliyetçilik ve milli devletler, küreselleşen dünyada ulusaşırı oluşumlar ve gelişmeler sebebiyle çaresiz kalmakta ve kendini tehdit altında hissetmektedir. Bu tehdit algısı, yakın tarihte elde edilen deneyimlerle yumuşamış ve olgunlaşmış milliyetçilikleri de yeniden sert milliyetçilikler yönünde kışkırtmaktadır. Böylece çözümsüzlüklere, başka çözümsüzlükler eklenmektedir. Yeni dünyada ya gerilimler yaratan milliyetçilikler yüzünden toplumlar içerde ve dışarda çatışmaların içine düşecekler ya da ulusaşırı (yani ümmetçi) oluşumlarla kendileri başka biçimlerde ayakta tutmanın yolunu bulacaklardır. Bizim tercimiz doğal olarak ümmetten yanadır!  

 Gelecek hafta aynı konuya devam edeceğiz.

   

[1] Ali Bulaç, Kur’an Dersleri, C. 6, Sh. 387, Çıra Yayınları, İstanbul 2016.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

 

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir