09.09.2024
Dünyanın gözü önünde Gazze’de yapılan soykırım Müslümanların önüne çok ciddi olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir soruyu koymuştur: Nüfusu 2 milyara yakın bir Müslüman dünya, nasıl oldu da 10-15 milyonluk İsrail devletine teslim oldu? Ya da başka bir deyişle Gazze soykırımı karşısında neden hiçbir “Müslüman ülke” (?) bir şey yapamadı?
Şüphesiz ki bu acziyet Müslümanların bir ümmet olmamalarından kaynaklanmaktadır. Hilafetin kaldırılmasından sonra Müslüman dünya paramparça olmuş, pek çok küçük devlet ve devletçikler ortaya çıkmış ama her biri güçsüz ve bağımlı durumdadırlar. Üstelik her biri kendi ulusal ve ailevi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen elitler tarafından yönetilmektedir. İsrail, kuruluşundan bu yana sürekli olarak sınırlarını genişletmiş ve işgal ettiği topraklardan Filistinlileri atmak için ilk defa Amerika ve Avrupa ülkelerinin çoğunu arkasına alarak bu soykırımı gerçekleştirme fırsatını yakalamıştır. İsrail’in yakaladığı dünya konjonktürü hakkında çok şey söylenebilir. Siyonist Netanyahu hükümeti, Avrupa’nın sağcı ve aşırı sağcı bir döneme geçmiş olması, Amerika’nın koşulsuz destek vermesi ve bölgedeki Arap rejimlerini satın almış olması vs. Ama daha vahim olan, Müslüman dünyanın parçalanmışlığı ve bunu ayakta tutan dinamiklerin hala etkin olmasıdır.
Peki, Müslümanları ümmet fikrinden uzaklaştıran ve ümmetin yeniden ayağa kalkmasını engelleyen mekanizmalar nelerdir? Bu soruya iki aşamalı bir cevap aramak durumdayız:
1) Hangi faktörler bizi ümmet olmaktan alıkoymaktadır?
2) Bu faktörlerin kaynakları ne kadar içsel, ne kadar dışsaldır?
Öncelikle ümmet fikrinin önündeki engelleri saymak gerekirse bunları beş noktada özetlemek mümkündür.
1) Siyasi Engeller: Bu engellerin başında ulus devletlerin varlığı gelmektedir. Bilindiği üzere Hilafet sonrası İslam dünyasında pek çok bağımsız ulus devlet veya devletçikler kurulmuştur. Bunların sayısı neredeyse 60’a yaklaşmaktadır. Bu devlet ve devletçikler arasındaki sınırlar ve egemenlik iddiaları ümmetin bir araya gelmesini zorlaştırmaktadır. Her devletin kendi ulusal çıkarları, ümmet fikrinin önünde birer engel oluşturmaktadır. Nitekim Gazze olayları sırasında bu ülkeler kendi ulusal çıkar, istikrar ve refahlarını zedelememek için herhangi bir girişimde bulunmamış ve kaçınmışlardır.
Bizatihi ulusal devletlerin varlığı bir engel olmakla birlikte, söz konusu ülkeler arasında siyasi ihtilaf ve çekişlerin olması, ümmetin bir araya gelmesini daha da zorlaştırmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Suudi Arabistan ve İran arasındaki rekabet, bölgesel ve mezhepsel çatışmaları körüklemektedir. Türkiye; Suriye, Irak ve Mısır üçgeninde giriştiği angajmanlar neticesinde söz konusu ülkeler başta olmak üzere pek çok Arap ülkesiyle ve İran’la ihtilaflı durumlar yaşamaktadır.
Dışa bağımlılık ve yabancı müdahaleler, halkı Müslüman olan ülkelerin iç işlerinde olduğu kadar ülkeler arasında da istikrarsızlık ve ihtilaflar yaşamalarına yol açmaktadır. Arap rejimleri başta olmak üzere bölgedeki tüm ülkeler neredeyse doğrudan veya dolaylı olarak Amerika, Avrupa ve Rusya gibi dış güçlerin etkisi ve nüfuzu altında elleri kolları bağlı durmaktadırlar. Hiçbirinin ne ulusal iradesi ne de bağımsız bir dış politikası bulunmaktadır.
Üçüncü olarak İslami bir rejim kurmak için çaba gösteren ülkelerin bugüne kadar içerde ve dışarda sergiledikleri tavırlar Müslümanlara bir umut aşılamak yerine umutların sönmesine sebep olmuştur.
2) Dinî Engeller: Bu engellerin başında mezhepsel farklılıklar, gerilimler ve hatta çatışmalar gelmektedir. Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki tarihsel ve teolojik anlaşmazlıklar, başından beri ümmetin birleşmesini zorlaştırmış ve zorlaştırmaya devam etmektedir. Bugün mezhepsel farklılıklar, daha kompleks bir hale gelmiş ve ülkeler kadar topluluklar da mezhep fanatizminin kucağına düşmüşlerdir. Mezhep fanatizmi, ümmet fikrini zayıflattığı gibi zaman zaman ciddi çatışmalara ve bölünmelere de yol açmaktadır.
3) Kültürel ve Etnik Engeller: Bu kategoride yer alan engellerin başında etnik ayrılıklar ve çatışmalar gelmektedir. Müslüman dünya, farklı etnik grupların ve kültürlerin bulunduğu geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Ne yazık ki, etnik ve kültürel farklılıklar, ümmetin bir zenginliği olarak değerlendirilmesi gerekirken bugün birleşmenin ve bir araya gelmenin önünde birer engel haline gelmişlerdir.
İkinci olarak bazen etnik ve ulusal önyargılar bazen de pratik dil farklılıkları sağlıklı bir iletişim kurulmasını engellemektedir. Müslüman haklar arasında tarihsel ve kavmi önyargılar olduğu gibi bugün bunlara bir de milliyetçilikten ve milliyetçi propagandalardan kaynaklanan önyargılar ve kalpyargılar eklenmiştir. Müslüman ülkelerde konuşulan farklı diller ise, iletişim ve anlaşmayı zorlaştırmakta, bu da kendi başına ümmetin birlikteliğini olumsuz etkileyebilmektedir.
4) Ekonomik ve Sosyal Engeller: Bu grup engellerin başında ekonomik eşitsizlikler gelmektedir. Müslüman ülkeler arasında büyük ekonomik farklılıklar bulunmakta ve bu durum, ülkeler ve toplumlar arasındaki dayanışmayı ve işbirliğini zorlaştırmaktadır. Müslüman dünyada sosyal adaletsizlikler, yoksulluk, işsizlik ve eğitim sorunları gibi meseleler, ümmetin ortak bir zeminde buluşmasını ve bir araya gelmesini engellemektedir.
5) İdeolojik ve Rejimsel Engeller: Modernleşmeyle tanışma ve bu konudaki gelişmelere bağlı olarak Müslümanlar hem siyaset hem de yaşam tarzı bakımından farklı yollar tutmuşlardır. Bu farklar, sosyo-ekonomik farklılıklara ek olarak Müslümanlar gruplar ve toplumlar arasına kültürel bir uçurum da oluşturmuştur. Kimi çevreler modern yaşam tarzları ve seküler değerlere bağlı yaşarken, kimi çevreler de daha geleneksel ve muhafazalar bir kimlik ve yaşam tarzını izlemektedirler. Seküler devlet yapıları ve rejimler ile geleneksel monarşik devlet yapıları bu kültürel uçurumu azaltmak yerine derinleştirmektedir. Bazı halkı Müslüman ülkelerde seküler devlet yapıları, dini birlik ve dayanışma fikrinin önünde engel teşkil edebildiği gibi geleneksel ve muhafazalar elitler ise diğerlerini tekfir etme ve dışlama yolunu tutmuşlardır.
Şimdi ikinci soruya geçebiliriz: Hangi engeller içsel, hangileri dışsaldırlar?
Kanaatimize göre siyasal, ideolojik ve rejimsel engellerin (yani birinci ve beşinci engeller) kaynakları daha çok dışsal olmakla birlikte, dini, kültürel-etnik, ekonomik ve sosyal engeller daha çok içsel dinamiklere dayanmaktadır. Doğal olarak bu iki grup engeller arasında da etkileşimler bulunmaktadır. Sözgelimi dini ve mezhepsel ya da kültürel ve etnik engeller içsel olmakla birlikte dış güçler ve elitler pekâlâ bu dinamikleri manipüle ederek Müslüman toplum ve toplulukları birbirleriyle gerilime ve çatışmaya sokmaktadırlar. Fakat biz içsel dinamikler çözüldüğünde, bir başka deyişle Müslümanlar kendi meselelerini hallettiklerinde, dışsal engellerle mücadele etmenin daha kolay olacağını düşünüyoruz. Bu konuda Kur’anî bir yasa ve ilke bize yol göstermektedir: “Bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe Allah o toplumun durumunu değiştirmez.”
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de vefat eden rahmetli Cevdet Said’in “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” adlı kitabında çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğu üzere bu yasa şartlı bir önerme şeklinde anlaşılmalıdır. Allah bir toplumu nasıl değiştireceğini bir şarta bağlamıştır: “Bir toplumun kendi özünü değiştirmesi.” Doğal olarak toplumun kendi özünü değiştirmesi durup dururken olmayacaktır. Ümmetin bilinçlendirilmesi ve uyandırılması için bir şeylerin yapılması gerekmektedir. Bu noktada alimlere ve aydınlara büyük bir görev ve sorumluluk düşmektedir. Çünkü peygamberlerin yerini, alimler, yani “bilenler ve bilginler” almışlardır.
Ali Şeriati, “Nereden başlayalım?” adlı konuşmasında geçmişte avam ile havas arasında kültürel olarak bir uçurum olmadığını belirtirken, bugün bu uçurumun arttığını tespit eder. Bu uçurumun aşılması en önemli kültürel ve entelektüel sorundur. Bu uçurumu aşacak olan ise aydınlardır. Peki aydınlar kimlerdir? Tek kelime ile aydın, kendi insani durumunu tarihsel yer ve zaman içinde kavrayan, toplumsal yerini ve durumunu idrak eden kimsedir. Kuşkusuz böyle bir bilgi ve idrak, çağına karşı ona bir sorumluluk yüklemektedir. Aydının karşısında ise toplumun çoğu bu bilgi ve bilinçten yoksundur.
Bilinç eksikliği, bilgi eksikliğinden başka bir şeydir. Günümüz toplumları çoğu zaman “bilgi toplumları” olarak nitelendirilmektedir. Ancak uyanmak ve ayağa kalkmak için bilgi yeterli değildir, buna ek olarak “bilinç toplumu” olmak gerekmektedir. Bilinç toplumu olduğumuzda manipüle edilmekten ve sömürge olmaya yatkınlıktan kurtulmuş oluruz.
Sömürge olmaya yatkınlık Kuzey Afrikalı düşünür Malik Bin Nebi’ye aittir. O iki tip toplum ayırt eder: Sömürge toplum ve sömürge olmaya yatkın toplum. Ona göre Müslüman toplumlar sömürgecilikten kurtulmuşlardır, ama sömürge olmaya yatkınlıkları devam etmektedir. İşte bu yatkınlıktan kurtulmak, bunun farkına varmakla mümkün olacaktır. Bu farkına varma işinde ise aydınlar önemli bir rol oynayacaktır.
İçsel engellerin nasıl aşılması gerektiğini bir sonraki haftaya bırakıyoruz.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.